Metrobüs ne zaman Haliç Köprüsü'nden geçse içim daralır benim. Tam olarak tarif et deseler edemem ama insanı inciten bir şey var bu köprüde. Hayatın tüm çelişkilerini, o hoppa renklerini yasaklamış distopik bir rejimin tahakkümü altındaymışım gibi eziyor beni bu heyula gibi köprü. Belki de bana kendi sefil, küflenmiş hayatımı anımsatıyordur da ondan sevmiyorumdur. Bilmiyorum. Neyse ki ileride Galata Kulesi gözüküyor da bu şahsiyetsiz, gudubet yapıların tasallutundan kurtulup hayalin, çağrışımın o yumuşak, baharatlı diyarlarına geçebiliyorum.
On beş senedir Allah'ın her günü şafakla kalkıp duş alır, saçlarımı tarar, giyinir, güzel kokular sürer, otobüsün ön koltuklarından birine oturur ve yarınlarımın daha güzel olacağı inancıyla bu köprüden geçerim. Binlerce yarın geldi geçti. Ne oldu? Geldiler ve geçtiler. Eskiden bu sıralarda dimdik oturur, insanlığın henüz o noktaya gelemediği bir medeniyetin temsilcisiymişim gibi zinde, parıltılı, tok ve vakur gözlerle süzerdim insanları. Şimdi başımı cama yaslamış acıdığım ve ne zaman sokakta karşılaşsak lafı kısa kesip kaçarak uzaklaştığım şu bizim Sezer’e mi benzedim acaba diye düşünüyorum. Sezer kim mi? Sezer kırk beş yaşında, gömleğinin altında Bukowski'ninki gibi karbonhidrat ve biradan şişirdiği yağlı göbeği pırttı pırtacak, ellerinin üstü şimdiden yeşil yeşil damarlanmış, bekâr olmanın ötesinde ana rahminden beri yalnızmış gibi görünen ve rahmetli annesinin Fatih'teki rutubetli zemin katında bir başına yaşayan şişko, kel bir memur. Kadınlar, eğer mecbur kalırlarsa sadece adabı muaşeret gereği konuşurlar onunla. Gözleri bir yağmur köpeği gibi bakar. Annesinden başka yüzüne sevgiyle bakan, hayatının herhangi bir döneminde bir telefon açıp “Özledim seni,” diyen, kucaklayıp göğsüne bastıran bir kadın olmamış. Hep böyle miydi yoksa bu insansızlık mı onu tuhaflaştırdı bilmiyorum çünkü halleri tavırları biraz gariptir, ürkütücüdür Sezer’in. Size bir avuç ceviz ikram etse, arkasını döner dönmez verdiklerini çöpe atar, derhal gidip ellerinizi yıkarsınız. Yani ben öyle yapıyorum.
Belki eve bir kız atarım diye aldığım kadın terliği iki senedir öylece duruyor kanepenin altında. İşte şimdi kendime soruyorum, acaba ben de başka bir Sezer mi oldum? Mesela dairedeki şu Esra… Veya Esralar, Kübralar, Ceydalar bana fotokopi makinesiyle işimin çok sürüp sürmeyeceğini sorarlarken yüzlerine geçirdikleri mütebessim maskelerini ben ortamdan çekilir çekilmez hemen çıkarıp rahatlıyorlar mıdır?
Evet ben de bir Sezer'im. Keşke bunu yüzüme söyleyebilecek kadar yakın olduğum biri olsaydı hayatımda. “Sen,” deseydi, “kendinin farkında mısın? Dışarıdan bakınca nasıl gözüktüğünü sana söylememi ister misin?” Hayır, hayır, kes sesini, buna gerek yok! En son ne zaman bir kadının sutyen kopçasını açtım mesela? Onu geçtim, en son ne zaman bir kız, gözlerimin içine bakarak, “Seni çok seviyorum,” dedi bana? Hassiktir, Trump Tower! Mecidiyeköy'e gelmişiz inmem gerek.
Bir ölüm kalım meselesine geç kalmışlarmış gibi telaşlı, koşar adım yürüyorlar. Sanki bağnaz ve karanlık güçlerin iktidarlarını çağrıştıran şu pis binaların aralarında bir yerde, yemyeşil, müreffeh diyarlara gidecek bir gemi kalkacak da yetişmeleri gerekiyormuş gibi. İtiyorlar, omuz vuruyorlar. Sürüye ayak uydurmalıyım yoksa dikkat çekerim ve rejimin bir polisi gelip nüfus cüzdanımı çıkarmamı emredebilir.
Geçidin merdivenlerinde bir kız çarptı gözüme. Ben inerken o çıkıyordu. Siperine kızıl yıldız işlenmiş zeytin yeşili bir kasket vardı başında. Teni palamut alevi, burnu hızmalı, saçları kuzguni siyah, yüzü bir kara kuvvetleri komutanınki kadar ciddi ve aptalca güzel. Sırtındaysa bez bir çanta asılı. İnceleyen bakışlarımı fark etmiş olmalı ki, “Önüne bak hayvan!” der gibi sırtını döndü bana. Rencide oldum tabii. Merdiven beni üstünden atar atmaz gayrı ihtiyari hızlandım. Yetişmem gereken bir yer yoktu ama sağa ve sola bakmadan niyeyse yolun karşısına doğru koştum. Kornalar öttü, şoförler kişnedi, insanlar laf attı. Plazalar, reklam levhaları, kebap kokuları, yogacılar, politik doğrucular, şükürcüler, pezevenkler, vitrin mankenleri yani ulu testosteronun bütün lejyonerleri plastik bir boya bulamacı olmuş başımdan aşağı akıyordu. “Hepinizin amına korum lan,” dedim durduk yere. “Şerefsiz oğlu şerefsizler!”
Sağımdaki Ermeni mezarlığının mimarisi üzerine kendi kendime entelektüel bir mülahaza içine girmiştim ki dilenci bir kadın avucunu bana doğru uzatıp melodramatik tonda bir şeyler söyledi. Umurumda değildi, görmezden gelip yürümeye devam ettim. Sonra durdum. Dönüp geriye baktım. Kavruk çehre, çiçekli şalvar, yeşil bluz, triko hırka ve beyaz, çevresi boncuklu tülbent... “Anam lan bu,” dedim. Çenesinde ve alnında anneminkiler gibi mavimtırak yeşil dövmeler vardı. İçimde, uğur böceği gibi ya da daha nazik bir şey cırk diye ezildi. Acıma mı bu, özlem mi şefkat mi suçluluk mu? Özdeşlik, aidiyet, nostalji mi? Bunlara benzer bombok duygular kabardı içimde ve sanırım koyu yeşil, çimen rengi bir sıvı aktı kalbimden.
Yanına gittim, cebimdeki elli lirayı çıkarıp uzattım. Şaşırdı, gülümsedi. Dualar, iyi dilekler, temenniler... Bi ton zırva yani. Annemi göresim geldi işte, buyur! Hemen o an dilenci kadına sarılmak ve kollarında öküz gibi ağlamak istedim. “Çok yoruldum anne, çok yoruldum annem, kurban olayım ben sana, çok yalnızım anam,” diye ulumak, ağlamak istedim. Telefon etmem gerek. Hemen şimdi anneme telefon etmeliyim. “Anne merhaba, n'olur kavga etmeyelim. Ben seni çok özledim. Hani bazı günler çay demlerdik de tepsinin başında hep birlikte sohbet edip gülüşürdük ya, o günleri özlüyorum anam benim,” demeliyim. “On beş sene sonra mı aklına geldi anan, bre hayırsız oğlu hayırsız,” derse ne cevap vereceğim peki? Hiç. Boş ver o zaman. Dilenci kadına elli lirayı verdiğim iyi oldu.
Adımlarımı hızlandırdım. Nereye gidiyordum? Nereye gidiyorduk? Bilmiyorum, belki gidince öğrenirim. Gezi Parkı'na yaklaştım. Asırlar önce, o kalabalık 1 Mayıs'ta Özlem'le mi gelmiştim buraya? Gratis'te çalışan şu Mardinli kız. Saçlarına kına yakardı ve memeleri pörsüktü. Hep gülümserdi, boynunu sağa veya sola eğerek bakması onu daha çekici veya derin gösterdiğine biri önüne bilimsel kanıtlar sürerek inandırmış gibi fotoğraflar çektirirdi bana. Oysa bu düpedüz ben salağın tekiyim demek gibi bir şeydi. Neyse, sevecendi, uysaldı Özlem, sıkıcıydı yani. Şimdi nerededir, ne yapıyordur acaba? Ben zır deliyim, tımarhaneye kapatılması gereken bir akıl hastasıyım. Beni seven bir kız çıkmıştı onu da sıkıcı bulup terk ettim. Bir câmi bahçesinde defalarca Stairway to Heaven dinleyerek hazırlanmıştım ayrılık konuşmama. İbadet etmeye gelen müminler muhtemelen benim manevi bir yoğuşmanın etkisiyle ağladığımı sandılar. Zavallı kız, yüzümü o yumuşacık avuçlarının içine almış, “Sevdim seni oğlum,” demişti, “hayırsızın biriydin ama sevdim. Canını sıkma, güzeldi yine de.” O, karşımda öyle metanetli, öyle tepeden tırnağa bir şahsiyet olarak dururken ben, beş kuruş etmez bir sünepe gibi ağlamıştım. Özlem neredesin acaba?
İstiklâl'deki pasajların birinde incik boncuk satan bir ablası vardı Özlem’in. Hâlâ oralarda mıdır? Gidip bakayım, hiç olmazsa bir iş çıkmış olur. Güzel kadındı ablası. Bakışları çapkındı, dobraydı, bulunduğu ortama hükmeden doğal bir aurası vardı. Özlem gibi, insanın evire çevire yoğurabileceği bir hamurdan yapılmamıştı. Fakat şimdi beni terslemesin bu! Kaldıramayacağım bir laf söylemesin! Memeleri güzeldi ama, iri ve dimdiktiler. Terslerse terslesin ya! Bir erkek, kadınlarla münasebetlerinde öyle hemen gücenip bozulmamalı. Haksız mıyım? Hem kaç yüz sene geçmiş. Caddenin kalabalığına girmeyeyim şimdi, şu Cervantes'in oradaki paralel sokaktan yürüyeyim. Fuhuş otellerinin önünden. İşte, camında yağlı boyadan altın sarısı harflerle Star Hotel. Kim bilir hangi sırları saklayan lobisi yine karanlık. Ne yaparsam göremiyorum içeriyi. Bu iki yıldızlı otellerde sahi ne buluyorum ben? Burnuma sentetik parfüm kokuları geliyor. Neydi bu kızın adı? Neydi... Neydi... Neydi?... Şilan mıydı yoksa Dilan mı? Zozan, Zelal, Zılgıt, Perihan? Hah Perihan! Şimdi adını yanlış söylersem ya da bilmediğimi fark ederse ağzıma iyice sıçar. Hangi pasajdaydı ki bunun tezgâhı? Beyoğlu muydu, Halep miydi? Neyse görürsem hatırlarım.
Pasajın önündeydim. Beyoğlu Pasajı'ymış. Pedro Almodovar'ın film afişinin yanında yine ve yine Ferhan Şensoy var. Önce pasajın içine, birkaç floresanla aydınlatılmış mozaik koridora, sonra da yalandan, saatime bakıyorum. İşte orada, her zamanki gibi tezgâhının arkasında. Kikirdeyen, sırt çantalı, Latin Amerika baskılı tişörtler giymiş bir grup aptalla konuşuyor. Onun üstündeyse beyaz, keten bir gömlek var. Nescafe Gold saçlarına kırmızı bir fular sarmış. Tam bir Kuzey Afrika güzeli. Gömleğinin kollarını da neredeyse omuzlarına kadar katlamış. Hâlâ genç, hâlâ çekici ve bedeni hâlâ bin bir gece serüvenlerine çağıran bir Şehrazat. Ah, o seneki 1 Mayıs'ta Victor Jara'nın devrim marşları çalınırken nasıl da alandakilere cesaret ve yiğitlik aşılayan danslar etmişti. Bazı kadınları dans ederken izlediğimde onlara bizi kurtaracak mitsel bir kahramanmış gibi hayranlıkla bakarım ben. Özlem yerine keşke şu harikulade kadınla sevişebilsem diye nasıl da hayıflanıyordum. İşte böyle rezil herifin tekiyim ben.
Cesaretimi toplayıp hana daldım. Ve amatör bir oyunculukla tezgâhına sokuldum. En ihtiyâti durumlarda bile rol yapmaya, yüzüne maske takmaya tenezzül etmeyen bu kız, beni görür görmez yörüngesi son derece net ve tam hedefine doğrultulmuş bir bakışla gülümsedi. Saldırgan, neredeyse despotça bir şey bu. Ne kadın ama! Stratejik önemi olan bir şey diyecekse, önce yüzünüzün en trigonometrik merkezine, göz bebeğinizin ta çekirdeğine bakar, mutlak hâkim olduğu, karşısındakini tamamen teslim aldığı kunt bir sessizlik yarattıktan sonra kendisine özgü bir işvenin yumuşak tonlarıyla lafını yüzünüze üflerdi. Betimlemeye gel! Ancak asıl mesajı söylediklerinde değil de söylemediklerinde gizliymiş gibi bin bir muammayla dolu bir gülücük açardı yüzünde. Neyse, “Kimleri görüyorum,” dedi bana, ummadığım bir sevecenlikle, “kayıp askerimiz dönmüş.” Pişkin pişkin, “He-he-he,” diye güldüm. Sonra hemen, “Nasılsın ne var ne yok?” diye sordum ki konuyu kendimden savuşturayım. “Gördüğün gibi, çalışmaya devam,” dedi dinamiğini çoktan yitirmiş bir tanışıklığın yağsız tonuyla. Ama dolgun dudaklarına vermiştim dikkatimi ben. Sonra pürüzsüz, yumuşacık çenesinde, buğday sarısı boynunda ve aşağıda, bereketli, mübarek bir nehir yatağı gibi ayrılmış meme çatalında gezdirdim gözlerimi. Şu devrimci çocukların bileklerine John Lennon kolyeleri takıyordu o sırada. “Özlem ne yapıyor?” diye sordum ansızın. Güldü. “Evlendi gitti o,” dedi. İçinden üçe kadar saymış gibi durakladı ve “İsveç'te,” diyerek bitirdi cümlesini. “Hadi ya, tebrikler valla!” dedim sırıtarak sosladığım samimiyetsiz ses tonumla. “Ne zaman evlendi peki?” Döndü, şu erkekler tarafından beğenilen kadınlara özgü kıvamını bulmuş bir üslûpla, “Sen ortalarda yokken Tarık Bey!” dedi. Ne söyleyeceğimi, nasıl bir cevap vermem gerektiğini düşünürken ağzımdan aniden, “Kurtarmış kendini,” cümlesi çıktı. Kollarını göğsünde kavuşturup işini gücünü bırakarak bana baktı. Tezgâhın ardında durmuş, Allah'ın geri zekâlısı, diyormuş gibi öyle tuhaf tuhaf bakıyordu. Dayanamadım, “Ne oldu ya!” dedim acınası bir çaresizlikle. Hassas kişiliğimi bir borcam gibi kibarca, sırf canı öyle istediği için tutup yere bırakmıştı. Dağıldığımdan, pasajın serin mozaiklerine saçıldığımdan emin olmuş olacak ki, hoş bir tonda, “Buralarda mısın?” diye sordu derhal. Cevap vermeme gerek duymadan devam etti, “Akşam seni bir yere götürmek istiyorum, fazla uzaklaşma!”
Oh! İstiklâl'in sıcak nehrine bıraktım kendimi. Bilinçsiz, kör ama şehevi bir salıvermişlikle ırmağın üstünde bata çıka sürüklenen içi boş, kof bir kütük parçası gibi mal mal yürüyordum.
Mehmet Kabakçı
kahkaha atarak okudum evet !! inanılmaz eğlenceli bir öykü ama kahkaha attığım yerlerle öykünün akışındaki zaman zaman hissettiğin hüzün birbirine karıştı. Yine çok başarılı yine öykünün sonu hiç gelmesin isteği..