top of page

Öykü- Mehmet Kekeç- Kimsesizler Mezarlığı

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Kontağı kapatıp farları söndürdüğünde içine derin bir sessizlik oturdu. Yoğun bir nefes aldı, verdi. Arabanın içindeki oksijen yeterli gelmedi, doymadı ciğerleri. Camı araladı. Daha derinine çekti havayı bu kez ve uzunca tuttu içinde, sonra bıraktı usul usul. Otuz dokuz senelik ömründe soluduğu hiçbir nefes böyle yerleşmemişti ciğerlerindeki boşluğa. Ağır hareketlerle başını bir sağa bir sola çevirdi önce, demir tel örgülerin ardına gözlerini kısarak baktı. Kimsenin olmadığından emin olmalıydı, kimsesizler mezarlığında. Gözünü gökyüzüne çevirdiğinde, ayın önüne set çekmiş bulutlar bir kefen gibi örtmüştü geceyi. Yüzüne tanımadığı bir ifade gelip oturdu. Kalbi keşfetmediği bir ritim ile çarpıyor, elleri daha önce hiçbir heyecan ve korkuda titremediği kadar titriyordu.

Mahir, mezarlık görevlilerini günlerdir takip ediyordu ki; herhangi bir aksaklık yaşamak istemiyordu. Giriş çıkış saatleri, kaç kişi oldukları, ne yiyip içtikleri hepsini not almıştı. Güvenliklerin nöbet değişim saati ise en önemlisiydi. Göbekli-bıyıklı diye ad taktığı güvenlik, gece saat üç sularında uyuyor ve neredeyse deliksiz uykusu dört saat sürüyordu. Detaylar önemliydi. Ne de olsa insan, ömründe bir kez ölüyordu. Kendi mezarını kendin kazarak öleceksen eğer çok daha mühimdi detaylar. Ölümü de yaşamı kadar fiyakalı ve sorunsuz olmalıydı.

Doğum gününü kutlarken aldığı alkolün etkisinden mi, etrafını saran boş kalabalığın huzursuzluğundan mı, kendini hiçbir yere ve kimseye ait hissetmeyişinin açtığı karadelikten düşerken tutunacak bir dal bulamayışından mı, yoksa yaşarken hissedebileceği hiçbir heyecanın kalmayışından mı kapılmıştı bu karanlık fikre, bilmiyordu. Ruhunda, küçük parçalar hâlinde açılan deliklerin birleşerek kocaman bir karadeliğe dönüşümüydü bu. Belki de ışıltılı gibi görünen silik dünyasında şimdiye kadar aldığı en cesur ve pırıltılı karardı. Kim bilir! Kendinden vazgeçerek anlayacaktı zihnini ele geçiren bu fikrin ne kadar aydınlık ya da karanlık olduğunu...

Dakikalar parmak ucunda ağır ağır ilerlerken, zamanın izafiyetini radyoda kısık sesle dinlediği, en çok sevdiği şarkının tekrarında bulmuştu. Tuzağa yakalanmış bir güvercinin göğsü nasıl hızla yukarı aşağı soluk soluğa çırpınırsa, kalbî de öyle atıyordu göğüs kafesinde. Korkunun, vücudunu ve beynini nasıl ele geçirdiğini üçüncü bir şahıs gibi heyecanla izliyordu. Karnında kramplar ile filizlenen intihar fikrinin vücudundaki tüm hormonları ele geçirişi ve bedenini esir alışı karşısında müthiş bir haz duyuyordu.

Camdan arabaya sızan çam kokusu bir nebze rahatlatırken Mahir'i, ölümün bir kokusu varsa, ki yaşamın dar ve karanlık sokaklarında daha çok duyumsayarak yaşadığımız o koku mutlaka olmalı, bu izbe ve kimselerin uğramadığı kimsesizler mezarlığından tel örgüleri aşıp da mutlaka çıkardı dışarı. Hayatın arasında daha çok geziniyor diye düşündü ölümün kokusu. Trafiğe sızan trafik canavarları, sırf aracını istediği yere park etmek için insanların üzerine araba süren otopark canileri, belinde silahla her an hayata olan nefretini herhangi birinin kanından çıkarmak isteyen magandalar, izmariti balkona düştü diye komşu bıçaklayan hayırlı komşular, karısını, kocasını, daha çok karısını öldüren sevgi dolu eşler, birkaç dönüm arazi için hatta sadece tercihlerinde uzlaşamadığı için kardeş katili olan mal sevdalısı kardeşler... Ve daha niceleri. Ölümün küflü ve çürümüş kokusu sokaklarda daha çok geziniyordu mezarlıklardan. Kokuyu alabilenler, alıyordu.

Usulca araladı otomobilin kapısını. Bagajın kapağını açtı, kazma küreği sessizce alarak günlerdir planladığı intiharı gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Güvenlik görevlilerinin kuzey batısına düşen ve neredeyse kimsesizler mezarlığının -ölüler dâhil olmak üzere hiç kimseye yakın olmayan- kuzey köşesine doğru yürümeye başladı. Ağaçların arasından sızan ay ışığının kesik ve hareketli ışığı altında zihnini meşgul eden düşünceleri eşlik ediyordu taşlı yolda Mahir'e. Unutkanlığa sebebiyet vereceğini bile bile mezar taşlarına takılıyordu gözleri istemsizce. Kiminin doğum tarihi yoktu mezar taşında, kiminin ismi. Hayatın içinden gelip geçmiş kemik parçaları olarak oracıkta yatıyorlardı. Acaba bu kadar insanı kim terk etmişti? Nasıl kimsesiz olabilirdi bu kadar insan? Ölen kimsesizler miydi ölmeden önce kaybolan yakınları mı? Aralarında benim gibi yalnızlığın ve çevresini bir ağ gibi örmüş yalaka, kuru kalabalığın ağırlığını kaldıramamış dünya yorgunu intiharzedeler de var mıydı acaba? Ölüme giderken herkes bu kadar soru sorar mıydı? Yaşarken içini çürüten sorulara ölürken de teslim olmak istemiyordu Mahir.

Mezarlığın kuzey köşesinde durdu. Elindeki kazma toprağa her indiğinde, zihnindeki anılar birer birer yüzeye çıkıyordu sanki. Kürek, toprakla birlikte geçmişinin derinlerini de eşeliyor ve unutmak istediği anılar belirginleşiyordu. Ellerini durdurmaya çalıştı ama zihnini susturması imkânsızdı.

Babası öldüğünde Mahir henüz on iki yaşındaydı. O gün evlerine sindi ölümün kokusu. Ve bir daha hiç eski haline dönemedi. Annesi, eşini kaybetmenin acısıyla derin bir sessizliğe gömülmüş, aylarca yemek masasındaki boş sandalyeyi izlemişti. Mahir annesinin sessizliğini paylaşmak için elinden geleni yapsa da annesine yetmiyor, ona bakarken eskisi gibi sevgi dolu bir ışık görmüyordu. Yaşama sevincini kaybetmiş gözlerinde. Mahir babasını toprağın altına, annesini ise göğün altına gömmüştü.

Bir yıl geçmeden, hayatlarına bir yabancı girdi. Annesi bir gün, “Artık yalnız kalamayacağım, Mahir,” diyerek durumu anlatmıştı. Bu yeni adam ki yüksek sesli bir makine gibiydi evin içinde. Yemek yerken ağzı, konuşurken kelimeleri, uyurken horultusu, annemden bitmek bilmeyen istekleri, beni çağırırken çıkardığı ünlem ve yüklemleri ile kocaman bir sesti. Ve annemin kendine bir ses olsun diye eve aldığı bu şahıs bana gürültü olmuştu. Evin havasını sanki zorla değiştirmeye çalışan biriydi. Ölümün kokusu sese bulaşmıştı ama hâlâ evin içinde duruyordu. Mahir, işgalci sesi susturmak istese de gücü henüz buna yetmiyordu.

İlk tartışmaları, annesinin Mahir’i odasına kapatarak susturmasıyla sonlandı. Ama bu tartışmalar mütemadiyen tekrarladı. O adamın sevgisiz, soğuk bakışları; annesinin, Mahir’i her defasında suçlayan sözleriyle birleştiğinde, ev artık Mahir için bir yuva olmaktan çıkmıştı. Bitmek bilmeyen sesleri ve evin duvarlarına bile sinen o havası ile hamamböceğine bile mezar olacak bir hâl almıştı.

Sonra bir ses daha sızdı kulağına “Bu evde bu şekilde yaşayamazsın!” diyerek. Annesinin sesine hiç benzemeyen bir kadının sevgisizliğine yerleşmiş bir ses. Değişen yalnızca zaman değil, annesi de başkalaşmıştı. Artık iki yabancı vardı evde. Mahir'den de birtakım sesler döküldü o gece. Gözyaşı oldu sesler hıçkırıklara bezeli. Ağlarken burun çekmesi, yorganın altındaki sessizliğe bulaştı. Gece çantasına birkaç giysi ve çok sevdiği kitaplarını koyarak evden çıktı. Dönüşü olmayan yol ayrımında olmanın korkusunu o gün yaşamıştı Mahir. İntihar kararını verirken belki ondandı, bu denli zorlanmayışı...

İstanbul’a geldiğinde şehir kocaman bir karmaşaydı. İlk günlerini kalabalık caddelerin ücra köşelerinde geçirdi. Eli biraz iş tutup para kazanınca da ucuz pansiyonların çamaşır odalarından, otellerin eşya depolarına kadar her yeri gördü, geçirdi. Gündüzleri ne iş olsa yapıyor, geceleri ise nereyi bulsa yatıyordu. Şehir onu küçük bir lokma gibi çiğneyip çiğneyip tükürüyordu. İstanbul’un acımasızlığı karşısında ya ayakta kalacak ya da bu devasa şehir tarafından yutulacaktı.

Bir reklam ajansında çalışmaya başladığında cebinde yalnızca birkaç kuruş vardı. Sabahları ajansa ilk gelen, akşamları en son çıkan o oldu. Kimseye belli etmeden, gece geç saatlere kadar ofiste kalıp kitaplar okuyor, yazılar yazıyor, işi öğrenmek için ne gerekirse yapıyordu. Çalıştığı yerde fark edilmesi uzun sürmedi. Kitaplarla olan geçmişi, ona yoldaş olmuştu. Yıllar geçtikçe, Mahir adım adım yükseldi. İsminde gizlenen maharet, belki de hayatına ilk defa sirayet ediyordu.

Ama bu yükseliş, beraberinde ağır bir bedel getirdi. Başarı kazandıkça, insanların ona yaklaşma biçimi değişti. Eskiden kimse onun varlığına dikkat etmezken, şimdi her gittiği yerde pohpohlanıyor, iltifatlarla karşılanıyordu. Oysa bu samimiyetsizlikleri anlamak için antrenmanlı bir duygusal zekâya sahipti. İnsanlar, Mahir’in kazandığı parayı ve gücü seviyor, onun kim olduğunu önemsemiyordu. Köklerinden uzakta yetişen bir fidanın ağaç olması zordu.

Mahir'in elleri, kazmayı her indirişinde daha da ağırlaşıyordu. Zihni düşüncelerden, kolları ise kazma kürek sallamaktan yorulmuştu. Her darbede, zihnindeki sessizlik daha da derinleşiyor, her toprağın atılışında kalbinin yükü biraz daha artıyordu.

Bir an durdu, ellerini kazmanın sapına yaslayarak nefeslendi. Terini sildi, bir sigara çıkardı cebinden. Şöyle bir baktı. Ağzına götürdü, dişlerinin arasına aldı, dudakları ile hissetti izmariti. Sonra çakmağı götürdü ağzına, tutuşturdu. Derin bir nefes çekti içine. Belki de son sigaramı içiyorum diye düşündü. Sonra “sigaradan ölmedik!” dedi, gülerek. Başını yukarı kaldırdı. Gökyüzüne kefen gibi serilen bulutlar ağır ağır dağılıyordu. Kendi soluğunu dinlerken, uzaktan gelen bir çıtırtı duydu. Kolundaki saate baktı, göbekli-bıyıklı henüz uyanmış olamazdı. Sonra, o ses daha da belirginleşti. Seslere karşı duyarlıydı ne de olsa! Sanki bir ayak, kuru dalları sese dönüştüren yavaş yavaş ilerleyen bir adım gibi...

Başını hızla çevirdi. Etrafında kimse görünmüyordu. Yalnızlık ilk kez; ses, yeniden rahatsız etmişti onu. Dikkat kesilince, bir gölge fark etti. Ay ışığının ve ağaçların arasından süzülen silik ve kalın bir figür. Duruşunda bir tehdit değil, garip bir dinginlik vardı. Uhrevi bir hâl giyinmiş gölge gibi, garip bir hâl...

"Bu saatte burada kimse olmaz,” dedi ses, beklenmedik bir sakinlikle.

Mahir irkilerek arkasına döndü. Karşısında, siyah bir kaban giymiş, saçları iyice beyazlamış, elinde eski bir baston taşıyan yaşlı bir adam duruyordu. Adamın yüzünde durgun bir göl sükuneti. Sanki Mahir’i orada bulmayı umuyormuş gibi bir eminlik.

“Sen kimsin?” diye sordu Mahir, nefesi kesik kesik.

Adam cevap vermeden önce bastonunu yere yaslayıp son adımını attı. “Ben... buradayım. Her zaman buradayım. Ama asıl soru şu: Sen kimsin ve burada ne yapıyorsun?”

Mahir, adamın gözlerinin içine baktı. Yaşlı gözlerinde bir bilgelik, ama aynı zamanda derin bir yorgunluk vardı. “Ne yaptığımı görmüyor musun? Kendi mezarımı kazıyorum.”

Adam, bu cevaba hafifçe başını salladı. “Kendi mezarını kazacak kadar çaresiz olduğunu düşünüyorsun, öyle mi? Üstünü nasıl örteceksin? Hem insan, mezarını kazmadan önce kendine bir sormalı: Gerçekten ölüme hazır mıyım diye?”

Bu soru Mahir’i silkeledi. Ne demekti "ölmeye hazır olmak"? Ölmek için hazır mı olunurdu? Babam hazır değildi o zamanlar, ben ise hiç hazır değildim dedi kendi kendine. Ama bak ölüyorum.

“Hazır mıyım, değil miyim...ne fark eder ki? Zaten hayatta hiçbir şeyden emin olmadım,” dedi Mahir, sesinde bastıramadığı bir öfkeyle.

Adam, bastonuna dayanarak yanındaki bir mezar taşına oturdu. Üzerindeki eski ve neredeyse silinmiş yazılara bakarak, “Emin olmak hiçbir şeyi değiştirmez,” dedi. “Ama ölmek, her şeyi değiştirir. Kendine acı çektiğin için mi kıyıyorsun, yoksa başkalarına bir ders vermek mi istiyorsun?”

Mahir, bu soruya hemen cevap veremedi. Birkaç saniye boyunca toprağa bakarak düşündü. “Hiç kimseye bir şey kanıtlamak gibi bir derdim yok,” diye kükredi. “Kendimden başka kimsem olmadığını anladığım için buradayım.”

Adam, hafifçe gülümsedi. “Kendinden başka kimsen olmadığını söyleyip kendini yok etmeye çalışıyorsun. Ne garip bir çelişki... İnsan yalnız olduğunu fark edince kendisine daha sıkı sarılır, bırakmaya çalışmaz. Kimsesizler mezarlığı kendisi de kaybolmuş olmayı gerektirir. Sen kayıp mısın?"

Mahir, kafasını ellerinin arasına alarak bir nefes daha aldı sigarasından. “Siz… beni neden durdurmaya çalışıyorsunuz? Kim olduğunuzu bile bilmiyorum.”

Adam, yavaşça ayağa kalktı. “Ben mi seni durduruyorum? Hayır, seni durduran kişi sensin, evlat. Ben sadece mezar taşlarına yazı yazarım. Belki bir gün senin taşına da yazarım, ama bugün olmasın. Gençsin, sağlıklı görünüyorsun... İyi düşün!"

Adam, bastonuna yaslanarak yürümeye başladı. Mahir, arkasından bağırarak sordu: “Peki ya hayat? Neden bu kadar zor olmak zorunda?

Adam bir an durup arkasına baktı. “Çünkü kolay olsaydı, kıymetini bilemezdin.” Hisli ve derinden bir sesle.

Bu sözlerin ardından, yaşlı adam mezarlığın karanlık köşelerine doğru ilerleyerek gözden kaybolurken, Mahir kazmayı elinden bıraktı. Gözleri dolmuştu. İçine oturan ağır taş, o gece ilk kez hafiflemiş gibiydi.


Mehmet Kekeç

Comments


bottom of page