Hoppala, yalnız mı kaldım? Ne yapacağım şimdi? Olmaz ki böyle. Şu karılar gitse diye gözlerine bakıyorum. Üzerimi çıkaracağım, sıkıntı bastı. Bir de duş mu alsam? Yok yok hiç takatim yok. Çay mı demlemişler? Aman, boğaz derdi hiç mi bitmez anacım. “Acıyan yer başka acıkan yer başka,” diye boşa dememişler. Ayağımı uzatsam şöyle. Bacım eviniz yok mu sizin? Bu ne böyle oğul, uşak, bit, yavşak toplaştınız. Azad edin beni artık. Şu çocuğu bir tutsa biri, orta sehpada ne varsa alıp alıp atıyor sağa sola. Lan anan nerde senin yaramaz? Kibarca “Gidin,” mi desem. “Yatacağım ben,” derim. Alt tarafı tavuklu pilav getirmiş, ne anlattın be kadın, sidikli tavuk işte. Diğerleri de durur mu? Yok dolması, yok sarması başka laf yok. Lahana sarması mı o? O ne öyle kalem gibi. Bayılma numarası mı yapsam, yok o zaman da doktora götürürler. En iyisi “yatacağım erkenden,” demek.
“Henüz erken,” dedim doktora boş boş bakarak. O da sustu, yutkundu. Belli ki ne diyeceğini bilmiyordu. Masanın üzerindeki kâğıt yığınına sabitledi gözlerini, elindeki dolma kalemin kapağını çıkardı. Sonra tekrar yerine taktı. Kelimelerini hesap kitap etmişti sıra konuşmaya gelmişti adeta. Kaldırdı gözlerini
“Bir şey olduğu yok Mualla Hanım. Bir şey olacağı da. Sakin olalım lütfen. Bir kahve içelim.”
Telefonun ahizesini kaldırdı ve üç sade kahve söyledi.
“Şeker yok. Her türlü çıkmalı hayatımızdan Mualla Hanımcığım”
Sesi kibardı ve iyileştiriciydi.
“Şevki Bey’i de davet edelim mi? Meraklanmıştır. Bir saati geçti, dışarıda.”
Şevki mavi gözleriyle rüzgârda kalmış gibi kıpkırmızı girdi içeri. Sarışındı. Yaşlanınca gri olmuştu Şevki’m baştan ayağa ama hâlâ yakışıklıydı.
“Mualla Hanım’a iyi bakmanız gerek bundan sonra,” der demez benim aklı evvel doktorum, Şevki mavi gözlerini ıslatmaya başladı. Başımla bir kalk gidelim işareti yaptıysam da ikisi de anlamazdan geldi.
Kahvelerimizi içerken Şevki’nin rahmetle babasından bahsettik. Laf oraya nasıl geldi, bugün, hâlâ hatırlamıyorum ama Şevki lafı olur olmaz yere götürme konusunda bir numaraydı her zaman. Şükranlarımızı sunup gelecek cumaya randevu alarak ayrıldık. Tarama yapılacaktı bana.
Park yerinde arabayı aramadık bu kez. Elimizle koymuş gibi bulduk. Hoş elimizde koymuştuk ya... Yaşlandık artık, kimi lafları yerinde kullanmaya bile unutuyorum ben oysa gençliğimde görseydiniz siz beni ne laf cambazı idim. Yaşlılıkta kafan hafif dumanlı gibi, ne yalan söyleyeyim.
“Akşama lahana saralım mı Şevki?” diyerek bozdum iç sıkan sessizliği. Günlük hayata karışmak gerekiyordu. Mutfak da hayatın devam ettiğinin en sadık emaresiydi.
“Beraber sararız Mualla. Çok keyifli olur. Etli sararız değil mi?” diyerek gülümsedi Şevki
“Tabii, tabii.”
Eve gelip soyunup dökündük. Ocağa da çayımızı koyduk.
“Çok büyük değil Allah'tan kelem,” dedi bilmiş bir edayla.
Bulmacalardan öğrenmişti lahananın eş anlamlısını. Cümle içinde kullanınca mutlu oldu. Öğrenciliğimizden kalma bir alışkanlık, belki de bir saplantı. Kesti ortadan, üst yapraklarını kenara koyduk. Tüm lahanayı yapraklarına ayırdık. Hepsine elimiz değdi. Göbeğini ağzımıza attık. Büyük tencerede haşlanmaya bıraktık. Dolmanın en meşakkatli kısmı bizi bekliyordu. Gelirken aldığımız kıyma paketini açar açmaz kokladı Şevki.
“Şevki yapma şunu. Sende takıntı oldu bu. Asabımı bozuyorsun.”
“Alışkanlık Mualla.”
“Nasıl tuhaf bir alışkanlık bu allasen?”
“Ne bileyim. Alışmışım işte.”
“Hem artık eski alışkanlıklarımıza son vermeliyiz. En azından ben vermeliyim değil mi?”
“Pirinçli mi olacak Mualla, bulgurlu mu?”
“Pirinç.”
“Kaç bardak? Yıkayacak mıyız?”
“Bir bardak koy bi' hele. Yok az gelir, bir bardak daha…”
“Yıkayalım bir, tozu gitsin.”
“Hayır Şevki sakın, sıcak su olmaz pişerler. Soğuk su, tozu gidecek ya.”
“Domatesleri doğrayayım mı Mualla?”
“Kabuklarını soyacaksın ama.”
“Sıcak suda mı bekletiyorduk bunları?”
“Eskidendi o. Şimdi sabrım yok. Al bu şu soyucu güzelce soyuyor. İncesinden.”
“Domates iyi geliyormuş kansere Mualla. Öyle diyorlar. Hem de pişmişi.”
“Dikkat et o soyucuya Şevki, eline giriverir.”
“Mualla, peçete getirsene.”
“Dedim be Şevki. Geç şöyle sen, ben bitireyim içi. Otur şöyle, bastır sıkıca parmağına.”
“Tamam şimdi var mı bir eksiğimiz? Pirinç, kıyma, domatesleri robottan çektik ki suyunu salsın, lezzetli olur. Oh, Adana salçasından da koyduk mu iki kaşık? Karabiber. Tuz koymadık. Aman atın ölümü arpadan olsun, şöyle bir çimdik atalım. Kimyon, acı biber.”
“Şevki, bana bir bak, şu kâseye sumak ekşisi koy da iki kaşık, tatlı kaşığı, üzerine de kaynamış su koy. Az beklesin. Maydanoz olacaktı. Biraz ayıklar mısın? Malum oturuyorsun.”
“Oh, tamam dolmanın içi hazır. Bir tadayım. Ben bu içi yemeyi çok seviyorum böyle ama artık yemeyeceğim değil mi?”
“Nasıl saracağız Mualla?”
“İşte Şevki, orası sıkıntılı yanı bu işin. Gelişine sar sarmala, özenme çok. Tuhaf bir şekilde açılmaz lahana sarması pişerken, yaprak sarması gibi kalem gibi düzenli olmasına gerek yok. Sar, sarmala, bük. İçi dolu olsun yeter.”
“Tamam, bayağı da çok olmuş için Mualla.”
“Bilmez misin bunca yıllık karını Şevki. Dostunu düşmanının ayıramaz ya.”
“Ne demek o?”
“Onların yaptığı dolmaların hep içi artarmış. Saçma ama gerçek sanırım.”
“Hazır mı lahanalar. Ezdin mi kalın yerlerini?”
“Hazır hazır… Şevki artık benim artık benim yaşamım da lahana sarması gibi olmalı bence.”
“Ne demek o?”
“Sar, sarmala, bük, içi dolu olsun yeter. İşte böyle… Görüyor musun? Kolon kanseri üçüncü evre bir hastayım ben hayata karşı yaprak sarması duruşuna ne gerek ne gerek var? Bence yok gerek. Vaktim az buralarda. Geniş yaşamam gerek. Uzun olsun, kısa olsun, gevşek olsun, muska şeklinde olsun. Olsun olmasın, bir önemi yok. Haksız mıyım?”
Ne gündü ama, beni bir an olsun yalnız bırakmamıştı. Gözlerindeki yaş görünmesin diye kafasını kaldırmamıştı Şevki’m. Lahana sarmasına düşen gözyaşını gördüğümü bilmiyordu. O gün lahana yapraklarına gözyaşlarımızı sardık el ele. Akşama da afiyetle yedik. O gün yediğim lahana sarması gibisini yemedim sonrasında. O günden Şevki’yi uğurladığım bugüne kadar geniş geniş yaşadık. Güle oynaya kemoterapilere gittik. Karadeniz turuna çıkmıştık teşhisten bir sonraki sene. Horon bile tepmiştik. Derin derin içimize çekmiştik dünyayı yaylalarda. Benim kontrolüm vardı dün sabah. Kalktım çay koydum. Uyandırmaya gittim, yerde yatıyor. Hay huy derken mezarının başında ağlıyorum. Zengin kalkışı yaptı rahmetli. Ben ve canım kolonum kaldık bu pavyon dünyada bir başımıza.
Aysel var ya, beş numarada, o lahana sarması getirdi biraz önce. Yemedim. Cenaze evine yemek gider ya, hatırlarsın. Hatırlıyor musun buraları be Şevki? Pek düzgündü, ip gibi sarmalar. Hiç tadı yoktu. Tadı tuzu eksikti sanki. Bugün çok kalabalıktı Şevki, cenazen. Gelemedim ben yanına. Getirdiler bir ara beni de anlamadım bir şey, yüzün gözün görünmüyor ki. Hiç sevmedim o beyaz takımı. “Ne o öyle, zürafanın düşkünü gibi,” derdi anam. Yakışmamış sana. Ben gelirsem sana dolabındaki lacileri getiririm. Sen o zamana kadar idare et, ama çabuk kirlenir beyaz, üzerine yemek falan dökme. Sakin bir vakitte geleceğim yanına. Anlatacaksın bana oraları. Daha Yunan adalarına gidecektik be Şevki’m. Oldu mu şimdi? Gençken gidemedik de gezmeye tozmaya, hastalanınca, ölüyoruz telaşıyla açığı kapatıyorduk ne güzel ama sen yine su koyuverdin be Şevki. Hiç dayanıklı değildin zaten, bak ablan daha sapasağlam. Dipçik gibi maşallah. Bugün mezar üstünde sokuşturdu yine lafı bana. Neymiş efendim seni ben kalp hastası etmişim, bana üzüntüden dert sahibi olmuşsun. Sonra da malum işte. Doğru mu Şevkim, o kıtıpiyos ablan doğru mu der? Seni, ben mi hasta ettim? O vakit onun anası da babasını mı hasta etti? Bak bunu iyi akıl ettim, bir daha ağzını açar da bir şey derse, ben de lafı yapıştırayım. Ne güzel değil mi, yaşlanınca bir de ölüm yarıştırıyoruz. Ne pis yaratıklarız biz. Daha da lahana sarmam ben artık Şevki. Yemek falan da yapar mıyım o da meçhul. Acıkırım ama biliyorsun beni. Bir yumurta kırar yerim. Sana söz domates yiyeceğim. “Tek başına olunca insan yemek istemiyor,” derler ya belki de. Ne yapacağım mutfaktaki o koca masada ben tek başıma Şevki? Aman Şevki. Çok kızıyorum sana. Kanser olan bendim. Hastaydım ben, ölecektim, mezarıma güller getirecektin. Ne konuşmuştuk. Sen neden beni hiç dinlemiyorsun, haftaya beni kim götürecek hastaneye. Çıkınca kebap yiyecektik hani. “Sonra yürürüz parkta,” dediydin. Küsüm sana. Ben az uzanıyorum yatak odasına. Gelme yanıma falan. O beyaz takımı da çıkar sırtından.
Görüşürüz…
Melike Pehlivan İşler
Comments