top of page

Öykü- Melike Pehlivan İşler- Bir Dudak Bir Göğüs

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Düşününce aklım ermiyor bazen. Küçücük kutu, pek de küçük sayılmaz aslında, yenileri daha boylu poslu. Onlarca can taşıyan kutu. Bir adamın kontrolünde, Allah’a emanet. Bir var bir yok çizgilerin eşliğinde insanı insana kavuşturuyor. Bir oradasın, bir burada. Elimdeki kitap düştü düşecek, ağırlaştı gözlerim. Ayaklarım sığmıyor koltuğa. Sürekli pozisyon değiştiriyorum. En son yorulup hırkamı yastık yapıyorum, dayıyorum başımı cama. Hiç bitmeyecek gibi devam eden mermer çıkarma ocaklarını seyrediyorum. Birbirinin aynı, bir o kadar da farklı. Yan yana. Biri de batmıyor mu bunların? Bu kadar mermer lazım mı ki bize? Gözlerim kapanıyor. Direnmiyorum ama yanımdaki teyze hiç durmuyor. Sürekli kalçalarını oynatıyor. Ayaklarının dibindeki çantaya eğiliyor. Hışır hışır sesler geliyor. Alüminyum folyo sesi mi o? Börek koktu, Ayçiçek yağı ile kızartmış. Umarım yumurta kokmaz ortalık bir de. Otobüste en tahammül edilmez kokulardan. Bir de çekirdek kokusu. Ondan da hiç haz etmem. Çok belirgin kokar. Annem kutuya ne koydu acaba bu kez? Göremedim, açınca bana da sürpriz olacak.

Sürpriz olmuştu hepimize üniversiteyi kazanmam. Beklemiyordu kimse. Ben de beklemiyordum. Sevinçten ne ağlamıştık. Hale’m de ağlamıştı, o küçük boncuk gözleriyle. Demek ki benden hiç ümitleri yokmuş, herkes şoka girmiş. Okuyordum kör topal, en zoru bu, git gel.

Aksıyor mu bu muavin? Zar zor yürüyor koridorda. Hoş o daracık yerde zar zor yürümek için aksamaya hacet yok ya. Aksıyor gerçekten. Evet biri osurdu. Yine çıkardı oda kokusunu. Kokusu nasıl acaba? Fıs fıs her yere sıktı. Bazı kokular o kadar çirkin ki osuruk kokusunu yeğlersin. Fıs fıs...

Hale'nin astım ilacının da sesi aynıydı. Bu sesi ne zaman duysam bembeyaz oluyorum o geceden sonra. Bulamamıştım odada. Ara ara benim bile nefesim kesilmişti. Mosmor olmuştu nihayetinde, hiç unutmuyorum. Benim tanıdığım kardeşim değildi o.

Ben hiç unutmuyorum zaten. Mermer ocakları geçiyoruz bir bir. İstiflemişler tüm taşları dünyanın sonu yokmuşçasına. Mezar taşları da var aralarında. Babaannemin de mezar taşını yaptırdı annem geçen ay. Her şeyi süsleriz biz, mezarları bile.

Yolculuğa çıkarken makyaj yapanlardan değilim ben. Bazıları yapıyor. Yok ben eşofmancı yolculardanım. Battaniyem üzerimde, elimde kitabım... Bir de yastık alacağım. Şu hırkayı yastık yapma işi zor oluyor, kafan tak tak cama çarpıyor ısrarla. Dayak yiyorum da elim kolum bağlıymış gibi...

Soğuk hava. Otobüs de ısınmadı. Kalorifer yetmiyor. İyi ki battaniyem var. Kar da yıldız yıldız dökülüyor ve aydınlanıyor her yer toprağa değdikçe. Birazdan mola veririz sanırım. Lokum alacağım. Annem sever. Bir de tost mu yesem. Sucuklusundan... Bozukluk gerekiyor mu? Yok bu tuvalet ücretsizdi. Bir de çay ne hoş olur… Biraz kapatayım gözümü. Mermer ocağı geçti yine. Bitmiyorlar. Üşüdüm.

“Sıcak, soğuk ne alırdınız?” diyen muavinin sert sesi ile açtım gözümü. Teyzem de uyuklamış olacak, anlamaz gözlerle bakıyordu etrafa. Bana çevirdi bakışlarını, sohbeti devam ettirilirse rahatlayacak. Sanırsın muavin çok meşhur bir lokantanın garsonu da bize kebap ikram ediyor ama biz onu o ucube ikram arabasıyla görüyoruz. Tamamen bizim yanılsamamız. Bu işi sürekli yapmaktan ezber ettiği el ve yüz hareketleri sakil ötesi. Neyse, almalıyız soğuk, sıcak ve bu işkence bitmeli. Ben kahve aldım. Teyzem de çay istedi. El kadar servis tepsilerine sıcak içeceklerimizi dökmeden içme eziyetini bir daha kendimizi yakmamaya söz vererek başladık içmeye sıcaklarımızı. Otobüsü, manevralarını kollayarak temkinli bir şekilde içmek gerek yoksa o kâğıt bardaklar yolculuğumuzun en büyük kabusu olabilir. Niye alıyoruz o zaman? Bunun bu kadar bilincindeysek... Bedava ya, almazsak kötü hissediyoruz. Kanımızda var. Dökeceğiz telaşı ile o bardaklara var gücümüzle yapıştık. Gözümüz şoförde ve yolda içmeye çalışıyoruz. Bardağın dörtte üçü dolu, lezzetli değil, keyfi yok. Bildiğin eziyet. En sonunda teyzeminki ki döküldü. Ben acil tarafından peçete çıkardım ama elleri hafiften yandı.

“Dert arıyorum kendime. Senin neyine çay otobüste. Sağ ol yavrum!”

“Yanmadınız değil mi?”

“Yok yok... Sağ ol evladım. Ilıktı zaten.”

Ilıktı sarıldığımda ona. O battaniyeyi hiç unutmuyorum. Pijamalarını kestiler. O battaniyeye sardılar. Sırtladı Babam. Onun elinden almak istediler. Direndi. Bana baktı. Bıçak gibiydi bakışları. Ağlamıyordu. Çıktılar evden. Mutfaktan çaydanlıkta kaynayan suyun sesi geliyordu. Annem ağlıyordu. Ayakta duramıyordu.

Yalpalandı otobüs. Ön taraftan bir uğultu geliyordu. Net değildi ama bir kargaşa vardı, belliydi. Teyzem tam aramıza yapmaya başlamıştı, torunlarından bahsedecekti ki dikkati dağıldı.

“Ne oluyor kızım?” derken ön koltukta oturan adamın kocaman eli ile şoföre dur işareti yaptığını görür gibi olmamla otobüsü sağa çekip durması bir oldu. Hepimiz sağa sola savrulduk ve ön kapı açıldı.

“Hop destur! Ne oluyor ya?”

“Sakin sakin, yok bir şey.”

“Yerinizde kalın lütfen!”

“Dur abi, dur. Sevaptır, bir zoru var kadının!”

Kapının önündeydi o araba. Belediyenin. İçinde midye kabuğu vardı. Battaniyesi ile oraya koydular. Süsleyeceklermiş. Annemin kollarından tutup arabaya oturttular. Zor yürüyordu.

Palas pandıras sağa çeken otobüsün içinden ne olduğunu anlamak için kimimiz öne doğru ilerledi. Açılan kapıdan aşağı inenler bile oldu. Kadın kucağında çocuğuyla arka kapıdan alınmıştı otobüse.

“Hastaneye abi, bas gaza!” diye bağırınca muavin ani bir sessizlik oldu.

O kadar gürültü vardı ki evde kimin ağladığını kimin konuştuğunu dahi anlamıyordum. “Hastaneye gidemedik, gidemedik hastaneye…” diye dövüyordu halam. Çocukların öldüğünü o gün anlamıştım. Ben bilmiyordum onların da öldüğünü. Kardeşimi o karlı günde soğuk toprağın altında bıraktığım güne kadar… Aylar sonra bir çam diktiler başına kardeşimin. Gidip gidip soluyoruz. Bir de çeşme yaptırdı babam, adı yazıyor. Aynı etiketlerindeki gibi. Mermerden çeşme. Suyu kesilmemeli imiş o çeşmenin... Annem diyor.

Su verdiler kadına. Otobüs hızlandı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Kadından ağıda benzer sesler geliyordu. Son mermer ocağı da gördüm, yaklaşmıştık şehre. Ama daha vardı. Yüreğim ağzımdaydı.

“Yusuf’um aç gözlerini, kızmayacağım oğlum, aç gözlerini…”

Gözlerimi açtım, boş yatağa baktım. Dün gibi hatırlıyorum da... Başka hiçbir şey hatırlamıyorum o güne dair. Çam ağacına su dökerken kendine geldiğimi biliyorum bir tek. Arası kayıp.

Pencereden çok güzel bir çam görünce kalktım yerinden bu sefer. Muavinle karşılaştım koridorun yarısında.

“İlkyardım biliyor musunuz? Kuyuya düşmüş.”

Kaçmayacaktım bu kez korkup. Ölümle tanışacaktım. Yazı turada ne gelirse gelsin bu bahsi kapatacaktım. Kar şiddetini arttırmıştı.

“Yusuf, kar yağıyor. Bak ablan yardım edecek sana, gel oğlum gel... Gel yanı başıma, bırak kör kuyuları.” dedi anne. Çaresizlik kokuyorduk hepimiz. Korkuyorduk.

Mosmordu Yusuf dudaklarına yapıştığımda. Benim salyam Yusuf'unki ile birleşti. Sonra ellerimle dövesiye kalbine dokundum Yusuf'un. Bir dudak, bir göğüs….

Bir dudak, bir göğüs…

Kalın dudakları vardı, sarışındı Yusuf. Buz gibiydi. Kartopu oynadıktan sonra elleriniz kıpkırmızı kar kesiği olur, bilirsiniz. Yusuf aynı öyle keskin soğuktu. Ölüm soğuğu...

Bir dudak, bir göğüs…

Bir dudak, bir göğüs…

Ölümle zıtlaştık. En son göğsüne var gücümle basınca bir hırıltı duyuldu. Yaşamın ölüme sızan zayıf ama güçlü sesi. Hayatın sesi. Yusuf'un önce dudakları kızardı ya da ben ısırmıştım, heyecanla. Sarışındı Yusuf, güneş gibi parladı. Isınmıştı. Yer gök ısınmıştı.

Battaniyemi getirdi teyzem. Sardık Yusuf'u. Annesi kendi gibi sarıdan halliceydi. Dilinden neler döküldüğünü hatırlamıyorum, gözleri yetmişti bana. Çok pişmandı. Sarıldı bana. Ağladı. Sarıldı.

“Kuyuya düştü,” diyebildi, mecali yoktu. Sarıldık. Hastane bahçesine ralli arabası gibi giren otobüsümüzü doktorlar karşıladı. Haber vermişler bizimkiler. Yusuf alkışlarla indirildi otobüsten. Sersem gibiydi. Baktı bana. Gülümsedi. Dudakları kıpkırmızıydı.

Onu da alkışlamışlar defnederken arkadaşları, ben hatırlamıyorum. Ahali kınamış, Mezarlıkta alkış mı olurmuş? Mezarlıkta her şey olur da alkış olmaz.

Yusuf'un annesi döndü, bana baktı. Gözyaşlarıyla gülümsüyordu. Alkış kıyamet hastaneye girdi. Sustum, elimi tuttu, sarıldık.

Çam ağaçları görünüyordu camdan. Kar ile birlikte şahaneydi manzara. Konuşuyordu. Soğuk soğuk fısıldıyor gibiydi. Yusuf’un mavi gözleri aklımdan gitmiyordu.

Mola verdik. Sucuklu tostumu yedim.


Melike Pehlivan İşler

3 comentários


Gizem Ardıç
Gizem Ardıç
23 de nov. de 2021

Mermer ocaklarından çam ağaçlarına uzanan iyileşme yolculuğu... Çok güzel ❤️

Curtir

Yeşim Cimcoz
Yeşim Cimcoz
14 de out. de 2021

Bayıldım. Hayata dair, korkularımıza, algılarımıza, insanlığımıza dair ne çok şey sığdırmışsın. Kalemine sağlık. Daha çok okuyalım seni.

Curtir

peruzes
02 de out. de 2021

melike p.işler öyküyü "izledim" adeta kalemine sağlık

Curtir
bottom of page