top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Melisa Çetin- Deli

Gözlerimi açar açmaz yine o iğrenç kokuyu duymaya başlıyorum. Kokunun ne olduğunu anlatmadan önce size kendimi takdim edeyim: Ben Bora. Deli Bora. Yanlış anlaşılsın istemem. Deli benim lakabım değil soyadım. Sadece adımın ve soyadımın yerini değiştirerek kendimi tanıttım. Kulağa daha eğlenceli geldiğini düşündüğümden sanırım, bir süredir bunu bu şekilde söylemeyi huy edindim. Gerçekten deli miyim? Bilmiyorum. Değilim desem yalan olur, deliyim desem zekâma hakaret ettiğimi hissederim. Şu an kafamda türlü cihazlar bağlı, kollarım ve ayaklarım kelepçelerle yatağa sabitlenmiş durumda. Akıl hastanesinden bildiriyorum. Burası çekilecek yer değil. Birincisi, deli olduğuma eminler ki bu yüzden buradayım. İkincisine gelince, kasvetli ambiansı anlayabilmeniz için buranın fiziksel özelliklerinden bahsetmek isterim. Bulunduğum oda çok soğuk ve ortam çok karanlık. Tepemde işe yaramak için çabalayan ama her beş dakikada bir bozulup göz kırpar gibi açılıp kapanan bir lamba var. Odam gereğinden fazla beyaz ve küf kokusunu her saniye hissetmemek mümkün değil. O kokuyu hiç sevmem. Annem öldükten sonra, neyi ne zaman yiyeceğimizi bilemediğimizden evde her şey bozulurdu ve küf kokusunu çok sık duyardık. Bunları hatırladığıma bakmayın. Kendime dair pek bir şey hatırladığım söylenemez. Yaşım otuz sekiz ama bana sorarsanız çocukluğumda kalmışım. En net çocukluğumu anımsarım, biraz da birkaç gün öncesini.

Buraya dair beni kuşkulandıran üçüncü şey ise herkesin gereğinden fazla güler yüzlü olması. Bu kadar diş görmeye alışık değilim. Sürekli acıkıyorum, yemekleri beğenmiyorum ve her gelene söyleniyorum. Niye hâlâ gülümsediklerini anlamıyorum. Ne kadar zarurette olduğumu anlayınız. Gülücüğe bile katlanamayacak kadar tahammülsüzüm.

Burada oluş sebebimi bilmiyorum. Soyadımdan dolayı desem… Bu bana atalarımdan bir armağan. Belli ki eskilerde, kanımdan olan birilerinde işler yolunda gitmemiş ve bir nesil soyadı vasıtasıyla bu damgayı yemiş. Yine söylüyorum, deli miyim? Bilmiyorum. Aslını isterseniz bunu öğrenmeyi herkesten daha çok istiyorum. Bir yerlerde gerçek delilerin dışarda gezenler olduklarını ve onların delirttiklerinin ise hastanede yatanlar olduğunu okumuştum. Bunu yazan kişiye, onu ne kadar haklı bulduğumu söylemek isterdim ancak bunu benden duymanın onu mutlu edeceğini hiç sanmıyorum. Yani muhtemel bir deliden. Aklıma gelen bir husus daha var. Deli olanlar bunun asla farkında olmazlarmış. Ben de hafif bir aymışlık var, asla deli olamam demiyorum.

Sadece çocukluğumu hatırlıyor olmam bana oldukça garip geliyor. Zira güzel bir çocukluk geçirdiğim söylenemez. Annem vefat ettiğinde dokuz yaşındaydım. Benden bir yaş büyük olan ablam, altı ve yedi yaşındaki kardeşlerime ve bana annelik etti. Ne yalan söyleyeyim elinden geleni de yaptı sağ olsun ama hiç ana gibi olur mu? O yoksunluğu, annesizliğin burun direğini sızlatan tüm acısını her gün hissettik. Hatırlıyorum da ablam ne emekler vermişti acımızı hafifletmek için, sanki kendi hissetmezmiş gibi. Evin tüm çocukları perişan olmuştuk. Babam deseniz koca çınar acısından zayıflamış, suskunlaşmıştı. Sanki sadece bizler güzel bir hayat yaşayalım diye işe gidiyor, eve para getiriyor, ablamın yapmaya çalıştığı yemeklerden iki lokma yiyip yatıyordu. Evet, az önce ablamın yapmaya çalıştığı yemeklerden dedim. O yaştaki çocuğun yaptığı yemeğe, yemek demeye bin şahit ister. Çoğu gün okuldan eve döndüğümüzde salçayla yağı kavurur, ekmek banmamız için hazırladığı karışımı önümüze koyardı. Ne yapsın elinden gelen buydu. Pişmemiş sebze yemekleri, yağsız, tatsız çorbalar… Ah ablam, şu an bandığım o yağlı salçayı bile özlediğimi hissettim. Yemek vakti yaklaşmış olmalı, yine midem kazınıyor. Bir yerlere saat koysalar ne güzel olurdu. Ne günü biliyorum ne de saati. Üstelik bir pencerem bile yok. Artık odadan nefret etmeye başladığımdan mı bilmem her ayrıntı gözüme batıyor. Kafamdaki cihazlardan sağ tarafta olan canımı fena halde yakıyor. Doktor bir gelsin yine başlayacağım söylenmeye. “Yeter be!” diyeceğim, “Deli, noksan, her ne isem? Benim ki de can.” Ve işte… Can demişken aklıma geldi yine Aycan. Burayı az da olsa katlanabilir kılan tek kişi. Burada çalışan bir hemşire ama bu kadın çok farklı, onlardan falan değil. Dünden önceki gün hava almak için bahçede ortak alana çıkarıldık. Orada onunla tanıştığımdan beri aklımdan çıkmıyor. Hadi ben ne yaşadığımı hatırlamıyorum da buradayım ama sen nasıl o değişik iş arkadaşlarınla burada çalışmaya katlanıyorsun be kadın? O gün kısa bir sohbetten sonra odaya gitme vakti geldiğinde, “Sen akıllı bir adama benziyorsun. Bu aralar uyumamaya çalış,” demişti. O günden beri uyumuyorum. İlginç bir şekilde, uyumadığım sürece bazı şeyleri daha net hatırladığımı fark ettim. Ama ne yalan söyleyeyim, amacım bir şeyleri hatırlamaktan ziyade Aycan’ın odama gelme ihtimaline karşı uyanık kalmak. Neden uyuma dedi? Neden daha fazla konuşmamıza müsaade etmediler? Ne zaman tekrar karşılaşacağız? Sen ne gizemli kadınsın Aycan. Zamanla sana dair her şeyi öğreneceğim. Çiçek kokulu, sarı bukleli Aycan. İri badem gözleri ve derin bakışlarıyla adamı çıldırtan Aycan. Ya da ben çıldırmaya zaten meyilliyim, bilmiyorum. Şu an sana dair zihnime kazınmış tüm detaylarda boğulmak isterdim ama duyduğum kilit açma seslerine göre yemeğim gelmiş olmalı. Önce biraz yemeliyim ki beynim çalışsın, çalışırsa tabii.

“Ne var menüde şef?” diyorum gülen, genç adama. “

Tüm dişlerini göstererek, “Hafif bir şeyler,” diye karşılık veriyor. Burada çalışanların gülümseme maskesi taktıklarına yemin edebilirim. Dişleri gözükürken göz kenarları kırışmıyor, yüzlerinde başka herhangi bir mimik oluşmuyor. Gülümsemenin sıcaklığını görmek mümkün değil. Donuk bakışlar, parlak dişler, robotu andıran bir ses tonu. Bu insanlar gerçek mi? Onu da bilmiyorum. “Sen neyi biliyorsun yahu adam?” derseniz bir yolunu bulup buradan çıkacağımı çok iyi biliyorum

Yemekte haşlanmış tavuk ve hoşaf var. Ablamın yemeklerine haksızlık etmişim. Yemem için başımda bekliyor.

“Ne oldu Karaoğlan, yemezsem sana kızarlar mı?” deyiveriyorum muhabbet olsun diye.

“Yerseniz sizin için daha iyi olabilir. Böylelikle alacağınız ilaçlar için vücudunuzu hazır hale getirmiş olursunuz.”

“Baksana, böyle konuşmak zorunda değilsin. Robot olduğunu düşünmeye başlıyorum. ‘Aklını mı kaçırdın?’ diyeceksin, biraz ironik olacak. Kaçırdığımı sanmıyorum. Niye burada olduğumu öğrenmek istiyorum.”

“Bu konu ile ilgili size bilgi veremem. Doktorunuzu, merak ettiğiniz konu hakkında bilgilendirebilmesi için size yönlendireceğim. Şimdi yemeğinizi bitirmenizi rica ediyorum. İlaç saatiniz geldi.”

Allah’ın Robokop’u! Yine robot gibi cevap verdi. Doktor dediğin senden farklı sanki. Herkes benzer şeyleri söylüyor. Günlerdir, belki aylardır kendimde değildim. Uyumadığım günden beri bir şeyleri daha net sorgulayabilecek hale geldim. İlaç saatim gelmiş, öyle diyor Robokop. Dur biraz, saat mi dedi?

“Saat kaç şu an?”

“Bu konu hakkında size bilgi veremem, üzgünüm.”

Al işte… İşkillenmemek elde değil. Burada bir şeyler tuhaf gidiyor. Sanki burada olmamalıymışım gibi hissediyorum. Akıbetimden oldukça endişeliyim fakat aç olduğuma dair sinyal veren mideme daha fazla karşı gelemeyeceğim. Salçalı yağ olsa şimdi. Ekmeği bansam mis gibi. Her neyse kendimi zorlasam da önümdekileri bitiriyorum. Yemeğim bitince robota benzeyen adam ilaçları uzatıyor. Biri pembe yuvarlak, iki tane de beyaz uzun yassı hap var. Hepsini aynı anda ağzıma atıp uzattığı bardaktaki suyu kafama dikiyorum. Oh, susamışım.

“Ağzınızı açın.”

Hâlâ gülüyor mu bu adam? “Neyse, ne diyorsa yap da bitsin bu işkence,” diyorum içimden. Eldivenli elleriyle ağzımı kontrol ediyor; dilimin altını, yanaklarımı, dudaklarımla dişlerimin arasını. Bir dakika… Peki, ben gerçekten deliysem nasıl korkmadan yapıyor bu işi? Ya ısırsam parmaklarını kanatana kadar hatta koparsam? Bu kadar yaklaşmışken kafa atsam suratının tam ortasına. Burnunu kırsam. Deliye güven olur mu hiç?

“Tuvalet ihtiyacınızı gidermelisiniz. Başınızdaki cihazları söküp bağlarınızı açacağım. Lütfen sabit durun.”

Kulağa daha kibar gelmesi için olsa gerek, kelepçelere bağ diyor. Ne zaman su içeceğime ne zaman yemek yiyeceğime, hatta ne vakit tuvalete gitmem gerektiğine bile bu garip insanlar karar veriyor. Kamera şakası falan mı bu? Neyse, belki yolda Aycan’la karşılaşırım. Ah, yine o his. Nutkum tutuldu sanki. Bir uyuşma hissi sardı tüm vücudumu. Aycan’ı düşündüğümden mi ilaçlardan mı bilmem, kendimi bir tuhaf hissediyorum. Sahi ben buraya neden geldim? Daha doğrusu ne zaman ve nasıl geldim? Neden sadece çocukluğumu ve birkaç gün öncesini hatırlıyorum? Bunları ilaçları almadan önce düşünmeliyim sanırım. Zihnimi zorluyorum, derin bir boşluk. Şu an tuvalette olmalıyım. İğrenç küf kokusu burada daha da yoğun. Dar bir koridordayım… Şimdi de yine aynı yataktayım sanırım, yani yatağımda. Bir türlü benimseyemedim odamı. Kafama cihazları yeniden nasıl bu kadar hızlı yerleştirmiş? Kollarımı kaldırmaya çalışıyorum fakat başaramıyorum. Yine yatağa kelepçelenmiş olduğumu fark ediyorum. Sanki çok yüksek bir yerden boşluğa atlıyormuşum gibi midem gıdıklanıyor. Derin bir sessizlik çöküyor.

Yanağıma değen bu yumuşaklık, asla unutamayacağım o his, bu gerçek mi? Uyku arkadaşım tavşan Tonton mu yanımda? Gözlerimi usulca açıyorum. İlk gördüğüm şey karşımdaki duvarda duran Tarkan posteri. Aceleyle etrafıma bakıyorum. Hadi canım! Şaka mı bu? Çocukluğumdaki evimdeyim, odamdayım, yatağımdayım. Ranzanın üst katında, şaşkınlıkla etrafı izliyorum. Alt katta erkek kardeşim var. Rüya görüyor olmalıyım zira hiç idrar kokusu almıyorum. Kardeşim geceleri altına kaçırdığı için her sabah duymaya alıştığım o kokuyu hissetmiyorum. Aksine odada küf kokusu var. Her neyse bırak şimdi idrarı, küfü, sırası mı şimdi? Güneş pencereden usulca bana göz kırpıyor. Rüya görüp görmediğimden emin olmak için son gücümle cimcikliyorum kendimi. Ah, kolum acıdı. “Anne!” diye ağlamak istiyorum. Annem, annem hala hayatta mı? Koşarak onun odasına doğru giderken koridorda bulunan, sol üst köşesi hafif çatlamış aynayı görüyorum. Her detayı aynı, hiç değişmemiş. Peki ben? Ben nasılım? Aynadaki benle göz göze geldiğimde kendime sarılmak istiyorum. Alnımda kocaman bir dokuz yazısı. Dokuzuncu yaş günümde ablam tükenmez kalemle yapmıştı. O kadar hoşuma gitmişti ki gün boyu yüzümden silmemiştim. Hatta öyle uyuyup ertesi gün okula gidene kadar da yüzümden çıkarmamıştım. O zaman şu an dokuzuncu yaş günümün ertesi günü olmalı. Hislerimden bildiriyorum: Ben dokuz yaşında bir adamım. Yaşadığım an rüya mı gerçek mi bilemiyorum. Tek istediğim koşup anneme sımsıkı sarılmak. Bu sarsıntı… Deprem mi oluyor? “Çabuk ol…” diyor bir ses.

“Yeni içirmişler ilacı, şu an geçmişinde.”

Aycan’ın sesini duyar gibiyim. Kalabalık bir topluluk başımdaymış gibi hissediyorum ama istedikleri her neyse şu an yapamıyorum. Dokuz yaşındaki adam çılgınlar gibi sarsılıyor, korkuyor, ağlıyor ancak sesimi ne annem ne ablam ne de babam duyamıyor. Etrafımda duyduğum seslere göre ise, otuz sekiz yaşındaki adam uyandırılmaya çalışıyor. Yoğun ilaç etkisinde, geçmişinde kalmış. Suratıma inen okkalı tokatla gözlerimi açıyorum. Otuz sekiz yaşında, akıl hastanesinde olan Bora olarak. Karşımda güzel gözleriyle bana bakan Aycan… Bir dokuz yaşıma döndüm, bir Aycan’ı gördüm. Bugün gördüklerinin hepsi rüya deseler, yine de hiçbir şey mantıklı bir açıklamaya kavuşmuş olmaz. O derece karmaşık bir gün. Yok, yok kanaat getirdim ben kesin deliyim. Etrafıma bakıyorum da Aycan tek değil. Odada neredeyse on kişi var.

“Derhal buradan çıkmalıyız! Hiçbiri uyanmadan.” diyor ve kelepçelerimi çözüyor. Allah’ım, bu kadın ne de güzel bakıyor. Nasıl kalkacağım ben buradan diye düşünürken odadaki diğerleri yardımıma koşuyor.

“Sadece iki oda kaldı ama maalesef gelmiyorlar. Söylediklerimize inanmıyorlar. Akıl hastası olduğumuzu düşünüyorlar.”

“Onlar için yapabileceğimiz bir şey yok. Uyumamalarını söylemiştim. Uzun süre uyudularsa gerçekleri ayırt edemezler. İlaçlarını değiştirmiş olmam bir işe yaramaz.”

“Neler oluyor?” diyebiliyorum belli belirsiz bir ses tonuyla.

“Sizler bir anlaşma yaparak şu an ki deneyimlerinizle geçmişte yaşamaya yönelik bir deneyde, denek olmayı kabul etmiş kişilersiniz. Bunu neden kabul ettiğinizi bilmiyorum ama olayları anlamlandıramasanız da duyduğunuz pişmanlık yüzünüzden okunuyor. Ben sizleri kurtarmak için mücadele veren bir hemşireyim. Birkaç gündür bugünü planlıyordum. Sorgulama kabiliyetinizi kaybetmenize sebep olan ilaçları değiştiriyordum. Uyuduğunuz an ilaçlar etki etmeye başlıyor ve yakın gelecekteki anılarınızı siliyor. Seni erken uyandırdığımız için şanslısın. Her şeyi yavaş yavaş hatırlayacaksın ve seni en derinden yaralamış, burnuna kazınmış olan koku her neyse, onun da geçecek olduğunu bil. Bir daha da ne olursa olsun kendinden vazgeçmeyeceksin. Bana söz ver.”

“Küf kokusu geçecek. Söz, kendimden bir daha vazgeçmeyeceğim.”

Akıl hastanesinin çıkış kapısından bildiriyorum: Burada bir şeylerin tuhaf olduğuna artık eminim ve gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki ben deli falan değilim.


Melisa Çetin

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page