Derler ki Hz. Süleyman ile Sultan Süleyman Han arası bir devirde, Mağribiyye ile Maçin arasında bir yerde, Kiraz Ülkesi denen bayındır bir memleket var imiş. Memleketin adı her biri ceviz kadar iri, nazlı yarin yanakları gibi al, çağlayanlar gibi serin ve sulu kirazlarından gelirmiş. Kiraz’ın ihtiyar ve tecrübeli padişahı, tebaasının refahını cümle şeyden evvel bildiği için halkı çok zengin olmasa da ekmek isteyen ekmek bulabilir su isteyen çeşmelerden kana kana içebilirmiş. Memleketini karış karış bilen, âyan ile istişare eden padişah sayesinde muharebelerden ve kıtlıklardan ırak, mesut yaşar giderlermiş.
Gel zaman git zaman ihtiyar padişah elden ayaktan düşmüş. Hasta yatağında, genç şehzadesini yanına çağırtmış. "Bak oğul, aha geldim, gidiyom amma gözüm arkada değildir. Benden geriye müreffeh bir Kiraz Ülkesi kalacak, bin şükür. Şimdi saltanat-ı dünya senindir. Ne iş eylersen eyle evvela halkın menfaatini âli tutasın. Hükümdar, Cenab-ı Hak'tır. Sen, ben kâhyayız. Kiraz ülkesinin ins-ü nebâtat-ü hayvanâtı bize hükümdarın emanetidir. Âyanını iyi bilesin, onlara kulak veresin sonra yolunu seçesin." Son sözlerini kelime-i tevhid üzerine veren bozkurt için Kiraz Ülkesi kırk gün yas tutmuş.
Genç şehzade babasının cenazesinin ardından padişah olmuş. Rahmetli padişahın yasını tutan Kiraz Ülkesinin, yeni padişah için şenlik düzenleyecek hali yoktu elbet. Lâkin devlet işleri de beklemez. Âyan genç padişahı teker teker tebrik etmiş.
Genç padişahın lalası da olan veziri, "Allah memleketinizi mesut ve mamur etsin," demiş. Genç padişah, rahmetli babasından öğrendiği gibi gözlerini yavaşça kapayıp tekrar açmış, “Berhudar ol Lala,” demiş. Orduların kumandanı Burgazdağlı Kesik Burun Ağa, "Allah ordularınızı muzaffer kılsın," demiş. Defterdar Divit Çelebi, "Hazinenizi altınlarla doldursun," demiş. Hekimbaşı sağlık, Kaptan-ı derya denizlere hâkimiyet, müneccimbaşı iyi talih dilemiş. Bir hafta gelen dilemiş giden dilemiş.
Dilemek serbest elbet, dileyen diler de genç padişahın aklında başka şeyler varmış. Genç sultan, Nasıl olur da babamın bıraktığı yerden bu memleketi alır daha da mamur ederim? Nasıl ederim de babamın ismine layık olurum, diye kendi kendine sorar dururmuş. Deli kanını kaynatan mülahazalara dalarmış.
Yas biter bitmez lalasını huzuruna çağırtmış. “Lala ben ki seni daha bir sabiyken tanıdım. Sultan babam beni sana emanet etmeden evvel bana, Lalayı sayasın, demişti. Seni sayarım. Vezirim olarak önce sana sual ederim. Nasıl ederim de sultan babamın şanını yükseltip Diyar-ı Kiraz’ı mamur ederim?”
Lala genç padişahın teveccühüne sevinse de temkinle, “Aciz kulunuza gösterdiğiniz teveccühe layık değilim amma ve lâkin sualiniz merakımı celbetti.” Önünde birleştirdiği ellerini çözüp bir elini sakalına götürmüş. Lalasının bir aklıyla on feylesofun işini yaptığı bu hali tanıyan genç padişah, “Ağzındaki baklayı çıkarasın Lala,” demiş. Lala sakince başını yerden kaldırıp, “Hünkârım memleketi mamur etmek mi istersiniz yoksa sultan babanızın şanını yükseltmek mi?” Genç padişah sinirden kızarmaya başlayan yanaklarıyla gürlemiş. “Birinin birinden farkı mı ola ki, Lala!” Lala yine sükûnetini bozmadan, “Padişahım, peder-i muhtereminiz şan ve şöhret ile meşgul değildi. Memleketin menfaatini daima âli tutardı. Devletlüm, kim ki şanı da düşünmeye başlar ise tebaanın menfaatini âli tutamaz olur. Bir ipte iki cambaz oynamaz, bir koltukta iki karpuz taşınmaz imiş. Sultanımın hiddetine layık görmesi ben gibi kıymetsiz kulunu memnun etse de boynum kıldan incedir, sultanım dilerse bu akılsız kelleyi bu aciz vücuttan ayırır.
Genç padişah Lalasının biatını takdir edip, “Âla Lala âla, pek âla,” deyip eliyle huzurundan ayrılmasını işaret etmiş. Vezir-i Azam ellerini birleştirip gözlerini indirmiş, geri geri yürüyüp kapıyı bulmuş. Kapıdan çıkınca elini boynuna götürüp yutkunduğu gırtlağındaki aşağı yukarı oynayan adem elmasını ve şah damarındaki gümbürtüyü yoklayıp, “Kelleyi bugün kurtardık, yarına Allah kerim,” diye içinden geçirmiş. Veziri o gün boyunca görenler sessizliğini ve dalgınlığını fark edip, belki bir hastalığı vardır, diye hal hatır sormuşlar. Yaşlı vezir iyi olmasa da “İyiyim,” demiş amma aklına da bir kurt düşmüş.
”Ne etsek nasıl etsek de bu genç padişahın aklını başına getirsek?”
Genç padişahın deli kanını kaynatan fikirlere bata çıka dursun komşu ülkenin zalim hükümdarı, ona bu mülahazaları hayata geçirme fırsatını altın tepside sunmuş. Elçilerini Kiraz Ülkesi’ne yollayan zalim hükümdar, ihtiyar padişah ile yaptığı eski anlaşmaları hükümsüz eylemiş. ”Kiraz Ülkesi, ya hükmüme kendi girsin ya da her yıl, her baş için ağırlığınca altın vergi ödesin ya da gelip ben alırım,” demiş. Genç padişah, muharebe meydanında, arkasından vuran güneşle yelesi gümüş gibi parlayan beyaz atının üstünde, zalim hükümdarın ordusuna kılıç vurup, “Urun ha! Sağ koman!” diye haykırdığını hayal edip keyiflenmiş. Vezir, “Bu zalim hükümdar ya sayı saymasını bilmez ya da hiç dayak yememiş. Her baş için ağırlığınca altın da ne ola ki?” diye söylenmiş.
Âyan meclisini toplayan genç padişah, zalim hükümdara haddini bildirmek gerektiğini söylemiş. Vezir eliyle sakalını sıvazlamış. Burgazdağlı burnundaki kesik yerini kaşımış. Divit Çelebi parmaklarıyla bir şeyler saymaya başlamış. Kaptan-ı Derya’nın keyfi yerinde, ne de olsa komşu ülkenin denize kıyısı yok. Muharebe meydanında yatan şüheda ile mecruhini düşünen hekimbaşının yüzü düşmüş. Müneccimbaşını sormayın, ifritin yüzüne bakıp halini anlayan daha çıkmadı. Sabırsız padişah sessizliğin aleyhine işlediğini fark edip, “Eee, daha ne durursunuz ağalar, ordular düzülsün! Bu zalime haddini bildirmenin başka yolu var mı ki?”
Vezir, “Elbet ordular düzüle padişahım lâkin evvela elçi salıp zalimin anlaşmaları bozmaktaki maksadını öğrensek fena mıdır? Ola ki kan dökmeden anlaşma ihtimali vardır.”
Genç sultan şakaklarından çenesine uzanan üç beş teli sakal niyetine sıvazlayıp Burgazdağlıya dönmüş, “Ağa ordular ne vakit seferber olur?” Burgazdağlı, “Ordularınız harbe her dem hazırdır ancak sulh yolu var ise arayalım. Binaenaleyh sefer için levazım-ı sefer, levazım-ı sefer için külli miktar altın gerektir.”
Herkesin başı Divit Çelebi’ye dönmüş. Kimse bakmasa bile her daim rahatsız, her daim işkilli olan, kalem gibi zayıf Divit Çelebi o kadar gözü üstünde hissedince bir an kekeleyerek “De..De..Dev.. Devletlü hükümdarım sefer için hazır miktar altın üstüne aynı miktar altın gerekir. Çarşıları, rıhtımları, tuzlaları, madenleri en son da köyleri dolaşıp az zamanda kalan miktarı toplarız. Allah memleketimize kudret versin,” deyip yeşil gözleriyle gök niyetine sarayın yüksek tavanına bakmış. Kaptan-ı Derya denizlerde sefere çıkıp korsan ve kaçakçı avlamayı teklif etmiş. Toplanan altının ve levazımatın seferde kullanılabileceğini söylemiş. Müneccimbaşı, “Hünkârım yıldızlar memleketimizin bahtının açık olduğunu söyler. Az biraz sıkıntıdan sonra, ki bu muharebe olsa gerektir, bolluk seneleri saltanatınız boyu sürecektir,” demiş. Hekimbaşı, “Yaralara sürecek merhemleri yapmalı, dağ bayır gezip ot toplamalı. Aman Allah saklasın,” deyip lafın devamını getirememiş.
Padişah, “Tez zalime elçi salına, derdi neymiş sorula. Beklenmeye, ordular da düzüle,” diye emirlerini vermiş. Heyecandan ovuşturduğu elleri âyanın dikkatinden kaçmamış.
Çok geçmeden gönderilen elçilerin kelleleri sepet içinde geri gönderilmiş. Artık yapacak bir şey de kalmayınca ordular seferber olmuş. Komşu ülkenin sınırındaki düz ovada buluşan iki ordu ovanın iki ucuna ordugâh kurmuş. Zalim hükümdar, harpten harbe koşan talimli ordusuyla, Kiraz’ın uzun zamandır sulhte olan ordusunu kolay dağıtacağını hesap etmiş ama kardeşinin emrindeki kuvvetlerin gönülsüz harp etmesi işini biraz zorlaştırmış. Boşuna dememişler gönülsüz izdivaçtan burunsuz bebe doğar, diye. Her memleketin an’anesi, göreneği başkadır ya işte o sebeple komşu ülkede en büyük evlat sultan olur, küçükler ona biat edermiş. Muharebe sonunda zalim hükümdarın vahşi ordusu tarafından bir hayli hırpalanan asakir-i Kiraz, toparlanıp bir daha akın etmek üzere geri çekilmiş. Ama geri çekilmeyi kendine yediremeyen genç sultan son bir hamle yapmak isterken esir düşmüş. Burgazdağlı, zir-ü zeber olan ordudan geriye kalan yiğitleri toparlayıp tekrar düşman üstüne akın etmeye hazırlanırken vezir, yeni bir akının esir edilen genç sultanın kellesine ve elde kalan yiğitlerin de hayatlarına mal olacağından endişe ederek başka bir yol düşünmüş. Burgazdağlı’ya, “Bir iki güne benden haber alamazsan bildiğini yap,” demiş. Ağayı ordunun başında bırakarak birkaç fedaisiyle zalim hükümdarın ordugâhına doğru dörtnala at sürmüş.
Düşman ordugâhına yaklaşan veziri ve beraberindekileri askerler alıp zalim hükümdarın huzuruna çıkarmışlar. Veziri karşısında gören zalim hükümdar, “Ben de seni akıllı bir adam sanırdım vezir. Gelip kendi elinle bana teslim oldun. Şimdi söyle bakalım seni benim elimden kim kurtaracak?” Yaşlı vezir sakince, “Sultanım, biz Kiraz Ülkesinin evladıyız. Kiraz’a kim hükmederse biz ona hizmetkâr oluruz. Gayemiz memleketimizi ihya etmektir. Ahmet de sultan olsa Mehmet de sultan olsa bize farkı yoktur.” Daha fazla savaşmadan Kiraz’ı yiyeceğini düşünüp sevinen zalim hükümdar, “Belki çok akıllı değilsin ama deli de değilsin Vezir. Kiraz artık benimdir, demek ki sen de benim hizmetimdesin.” Memleketini iyi bilen bu vezirin bilgisinden istifade edebileceğini hesap eden zalim hükümdar vezirin biatının, Kiraz halkı gözünde saltanatına meşruiyet de kazandıracağını aklından geçirmiş. Hoş, öyle olmasa bile ne gam, vurdurur vezirin kellesini, doğrar Kiraz halkını. Sanki yapmadığı bir şey midir ki? Yaşlı vezir, esir edilen sabık sultanın akıbetini sormuş. Sağ olduğunu duyunca sevincini belli etmeden “Müsaadenizle, boynu vurulmadan kendisine veda etmek isterim,” diyerek hem zalim hükümdarın, sabık sultanın istikbaliyle ilgili mülahazalarına dair ağzını ararken hem de onu görmek için izin istemiş. “Onun boynunu vurdurmayacağım, boynuna zincir vurdurup ibret-i alem olsun diye yanımda oradan oraya götüreceğim. İt gibi tasma ile ardımdan gelecek. Elçi gönderdiğim vakit teslim olsaydı haysiyetiyle kellesini bir mızrağa geçirirdim. Ama fırsatı kaçırdı. Var git, gör mendeburu,” diye müsaade etmiş. Huzurdan ayrılan vezir, askerler tarafından etrafı at pisliğiyle çevrelenmiş ahırdan hallice bir çadırın önüne götürülmüş.
Boynuna zincir vurulan genç sultan, zalim hükümdarın ağzından çıkan ve kılıç yarasından hallice iz bırakan alaycı sözlerden sonra başında nöbetçilerle bu çadırda beklemekteymiş. Çadırda kendi haline ve kendi halinden daha ziyade babasının kendisine bayındır bıraktığı memleketine acır dururmuş. Haline üzüleduran genç sultan, aralanan çadır bezinden içeriye giren lalasını görünce şaşkınlıktan nutku tutulmuş. Vezir, çocukluktan beri talebesi olan ve koruyup kolladığı genci boynunda zincirle görünce, “Aman padişahım!” diye boynuna atılmış. Genç sultanın babasına, oğlunu her zaman gözeteceğine dair verdiği sözü tutamamanın üzüntüsü ile gözünden iki damla yaş akmış.
Yaşlı vezir, "Sultanım, inşallah bu günler geçer de selamete kavuşursunuz, üzülmeyin," demiş. Sabık sultan gözlerini yerden kaldırmadan, "Buraya kadar nasıl geldin hayret ama bundan sonra beni ancak teneşir paklar Lala," deyip iç çekmiş. "Üzülmeyin Sultanım, her kara gecenin ardında bir sabah vardır," deyip nöbetçiden şu istemiş. Kırba ile getirilen suyu, yerdeki toprak çanağa kendi elleriyle döküp sabık sultana vermiş. "Sultanım buyurunuz, bir yudum su içiniz," demiş. Ağzına bir lokma dahi koymayı canı çekmese de sabah düşmana hücum etmeye çıktığından beri ağzına bir damla su koymayan sabık sultan, kana kana suyu içmiş. "Sultanım ben çıktıktan sonra nöbetçiyi çağırınız, zalim sultanın huzuruna çıkmayı isteyiniz. Zalim sultana memleketiniz ve halkınız ile ilgili görüşmek istediğinizi söyleyin. Ondan sonra da zalim sultanın her hareketini, her adımını, her nefesini takip edin," diyen yaşlı vezir çadırdan ayrılmış.
Az sonra zalim hükümdarın karşısına çıkarılan sabık sultanın, zalimin yanında duran lalasını görünce eli ayağı boşalmış, bir süre konuşamamış. Gözlerinin içine bakıp hafifçe baş sallayan yaşlı vezirin bu sessiz telkiniyle zalimden Kiraz Ülkesi’ne ve halkına adil olmasını istediğini söylemiş. Zalim sultan çirkin bir kahkaha atarak, "Bir de bana emir mi verirsin mel'un. Seni itim gibi yanımda gezdireceğim. Seni boynunda zincir ile Kiraz'ın bütün çarşı pazar yerinde dolandıracağım. Zamanında adam gibi teslim olsaydın da bana ordumu buraya sefer ettirmeseydin belki rezillikten kurtulurdun. Hiç meraklanma ben kirazı yerken sen de izlersin," deyip nöbetçilere işaret ederken birden genç sabık sultanın ağaç gibi yere düştüğünü görmüş. Gözleri açık ama hareketsiz yerde yatan genç sanki bir şey söylemeye çalışıyor amma söyleyemiyor gibiymiş. Çağrılan hekimler sabık sultana inme indiğini söylemişler. "Bundan sonra iflah olmaz," demişler. Zalim Sultan, "Bak işte Allah'ın adaletine! Benim ordumu buraya getirip harbe tutuşursan Allah cezanı verir," deyip çirkin kahkahalarına devam etmiş. Mahiyetindekiler de korka korka yarım ağızla gülmüşler. Bir kişi hariç. Onlardan biri de yaşlı vezir.
“Padişahım, ona inme kendi kendine inmedi,” deyip parmağındaki yüzüğün haznesinden yere bir miktar su boşaltmış. “Müsaadenizle onu görmeye gittiğimde suyuna bu zehri katıp Allah’ın izniyle onu elden ayaktan kestim. Bir ülkeye iki sultan olmaz. Bunun eli ayağı tuttuğu müddetçe Kiraz ahalisi zat-ı âlînizin hâkimiyetine inanmazdı. Küstahlığımı mazur görün, padişahıma danışmadan iş gördüm. Saltanatınız Kiraz Ülkesine hayırlı olsun. Şimdi bunu böyle yerde bırakıp makamınıza çıkan herkese gösterin ki kimin padişah olduğunu görsünler,” deyip el bağlamış boyun eğmiş.
Zalim hükümdar, kılıcını kınından çektiği gibi vezirin üstüne yürümüş. “Sen beni daha bilememişsin vezir, bir daha benden habersiz, kendi başına iş çevirirsen o başı o vücuttan ayırırım,” deyip kılıcını kınına sokmuş. Aslında vezirin yaptığına sevinse de kendisinden habersiz iş yapılmasına sinirlendiği bir an boynunda belirip kaybolan damarlardan belli oluyormuş. Vezir yere kadar eğilerek biatını yenilemiş. Zalim hükümdar yerde yatan sabık padişaha tükürüp, “Baban akıllı adamdı, sen onun tırnağı bile olamamışsın, bak kendisine zehir gibi bir vezir seçmiş,” dedikten sonra genç sultana içirilen zehre atıf yaptığı kendi sözde latifesine çirkin kahkahalarını katarak, “Zehir gibi, ha ha ha, zehir ha ha ha,” diyerek höykürmüş.
Yerde yatan sabık padişah olan biteni duysa da konuşamazmış. Ağrılardan, sancılardan canı yansa da bir ah bile diyemezmiş. Daha süt kokulu bir bala iken emanet edildiği lalasının ihaneti dünyasını yıkmış. ”Ölsem daha iyiydi,” diye hayıflanmış, “İyi ki rahmetli babam bu hainin hıyanetini görmedi,” diye kendi kendini teskin etmeye çalışsa da gözlerinden yaşlar boşalmış.
Zalim hükümdar, ordusuyla Kiraz Ülkesi’ni şehir şehir gezip sabık padişahı cümle âleme rüsva ederek payitahta varmayı hesabıyla toparlanıp yürümeye başlamış. Geceleri ordugâha yapılan baskınlar ve ordunun ikmal hatlarına atılan pusular sebebiyle zalimin ordusu hızlı ilerleyemiyormuş. Sabık padişahı ordu yürürken zalim hükümdarın yanı başında kafese koyup taşımışlar. Ordugâh kurulunca zalimin makamında yere yatırmışlar ki makama çıkan herkes onu görsün. Hizmetkârlar altını temizleyip ekmeğini suyunu verirlermiş. Bir gün, iki gün, üç gün derdine yanmış, lalasının ihanetini hatırlayıp ölüm dilemiş. Baktı ki ölüm gelmiyor, “Acaba lala bana niye ‘zalim hükümdarın her hareketini, her adımını, her nefesini takip et’ dedi,” diye meraka düşmüş. Bir gün, zalimin çadırının kapısını sağdan açıldığını fark etmiş. Öteki gün zalimin huzuruna her geleni sağına alıp konuştuğunu anlamış. Daha başka bir gün zalimin yemeğini yerken aman vermeyen sineklerin ancak sağdan gelince zalim tarafından kovalandığını görmüş. Artık iyice anlamış ki zalimin ya sol gözü görmez ya da sol kuşağı işitmezdir.
Bir gece yine ordugâha baskın yapıldığı vakit zalim hükümdar hiddetle çadırını terk eyleyip atına atlamış, baskıncıları yakalamak için karanlığa atını sürmüş. Peşinden de bir sürü süvari koşturadurmuş. Bu baskın şimdiye dek yapılan en büyük baskın imiş. Yerde yatan sabık sultan baskıncıların zalimi telef etmesini dilemiş. Bir anda yanında beliren lalasını görünce kımıldanmaya çalışmış. Haini sakalından yakalayıp elleriyle oracıkta ahirete göndermek istemiş ama ne fayda. Bırak elini kolunu parmağını bile kımıldatamayınca kıpkırmızı gözleri denize batan güneş gibi tuzlu sularda yüzer olmuş. Lala sabık padişahı yerden kaldırıp başını dizine koymuş. Yüzünü gözünü temizlemiş. “Padişahımı esir aldıkları gün, nasıl etsem de onu buradan kurtarsam diye çok düşündüm. Zor zamanlarda meclis toplayıp danışmaya vakit yoktur. Yüzüğümde esir olursam kendime sakladığım zehrin çoğu adamı öldürür, azı ise adamın elini ayağını boşaltır. Azıcığını padişahımın suyuna kattım ki elden ayaktan kesilsin. Bu haliyle ters bir lakırdı edip boynunu vurdurtamaz veyahut zalime hücum eyleyip asker mızrağı ile can vermez. Elden ayaktan kesilmiş bir esirden hiç kimse kaygı duymaz. Affedin padişahım ama kıçını bile temizleyemeyen adamdan kim korkar ki. Zalimi oyuna getirip padişahımı makam da tutmasını söyledim ki padişahım zalimi iyi tanısın, zayıf taraflarını iyi bellesin. Burgazdağlı’ya haber yollayıp ‘Geceleri düşman ordugâhına ve gündüzleri ikmal hatlarına hücum edesin,’ dedim. Daha dün de bu akşam için ‘Büyük bir baskın yapasın,’ dedim. Zalimin kardeşinin muharebedeki gönülsüzlüğünden cesaret bulup onunla da gizlice buluştum. Eğer ağabeyinin yerine kendisi padişah olursa kiraz ülkesini bırakıp ordusuyla memleketine döneceğini, genç padişahımı da serbest bırakacağını söyledi.
“İmdi, padişahım, zalimi iyi gözledin mi? Bir zayıflığını gördün mü? Öyle ise gözlerini iki defa kırp.” Sabık sultan gözlerini iki defa kırpmış. Bunun üzerine lala kuşağından çıkardığı Burgazdağ’ın iki mor kirazını ezip sabık sultanın ağzına koymuş. “Bunları Kesik Burun Ağa Burgazdağ’ın karlarına sardırıp getirtti. Her derde devadır sultanım,” demiş. Her biri zerdali gibi iri iki mor Burgazdağ kirazını mideye indiren sabık sultanın önce dili sonra eli ayağı çözülmüş. Lalaya, zalimin zayıf sol yanından bahsetmiş ve kendisine bir hançer vermesini istemiş. Belinden çektiği kını gümüş kaplamalı hançeri sabık sultana uzatırken vezir biraz kaygılanmış. ”Ya yaptığımdan dolayı bana vurursa hançeri, ya deli kanına uyup bir delilik dışarıdaki askerlere hücum edip kendini öldürtürse,” diye düşünmüş. Aldığı hançeri kuşağına saklayıp lalasına “Benim bildiğim Burgazdağlı avucunun içi gibi bildiği bu yerlerde o zalime pabuç bırakmaz. Yakındır döner bu zalim. Lala sen şimdi git, sabah tam gün ağarmadan zalimin kardeşini alıp buraya gel,” deyip sanki hala elden ayaktan kesilmiş gibi yere yatmış. Gece baskınından sebep karmakarışık vaziyetten istifade edip çadırdan geldiği gibi çıkan vezir, eski talebesinin artık iyice tartıp biçtikten sonra hareket ettiğini görünce sevinmiş.
Sabık sultan haklıymış. Baskıncıların peşine bizzat kendisi düştüğü halde eli boş dönen zalim hükümdar, sinirden deliye dönmüş. Vazifelerini ifa etmediklerini söylediği bir kolağasının ve birkaç süvarinin kellesini vurdurtmuş. Çadıra girer girmez yerde yatan sabık sultana bir tekme savurup, her zaman yaptığı gibi tükürmüş. “Senin de günün yakın bekle hele” dediği genci yerde bırakıp perde arkasındaki yatağına geçmiş. Sabık sultan “Kimin günü yakınmış göreceğiz bakalım,” deyip sineye çekmiş. Sakiden yeni bir testi şarap isteyen zalim, herkesi çadırdan kovmuş. Biraz sonra şarabın etkisiyle sakinleşip uyuşan zalimin sol tarafından kendisine yaklaşan gölgeyi görmesiyle göğsünde duyduğu sıcaklık bir anda olmuş. Zalimi tek hançerle cehenneme yollayan genç sultan artık ağarması yakın günü beklemeye başlamış.
Vezir, gün ağarmadan hemen önce zalimin kardeşiyle çadırın kapısına gelmiş. Zalimin kardeşini gören kapıkulları yoldan çekilmişler. Zalim yerde, genç sultan yanı başında ayaktaymış. Yatağının yanında göğsünde bir hançerle ağabeyini yatar gören kardeşi, yanına yaklaşıp ayağıyla cesedi itmiş. “Bu kurnaz kirazlılar bana oyun ediyor olmasınlar,” diye düşünüp ihtiyatla zalimin yüzüne dokunmuş. Eline gelen soğukluk artık kendisinin padişah olduğunu hissettiği sıcaklık ile orta yerde buluşmuş. “Kardeşin kardeşe ettiği zulüm, zalim hükümdarın tebasına ettiğinden misliyle fazladır,” demiş. Genç sultan, “Artık memleketinin sultanı sensin şimdi sözünün eri isen ordunun yönünü memleketine çevir. Kiraz Ülkesi ile sulh eyle. Yoksa bu aş daha çok su kaldırır.”
Zalimin elinde inim inim inleyen komşu memleketin halkı, yeni hükümdarını şenlikle karşılamış. Kendilerini zalimin elinden kurtaran komşu kiraz ülkesine minnet duymuşlar. Genç padişah Kiraz’a döndüğünde itibar görmüş. Memleketi için katlandığı sıkıntılar dilden dile dolaşmış. Memleket ile ilgili her meselede kılı kırk yarar olmuş. Ne de olsa tecrübe acı taamdır. Vezirini, âyanını dinleyip tartmadan bir yola düşmemiş. Eee, yiğit de yere bir kere düşer.
Menderes Doğan
Comments