Kovboy kasabasından halliceydi. Ortasında tek bir ana caddesi olan tipik Anadolu yerleşkesi. Evet, yerleşke… Adı 'ilçe' bile olsa oraya ilçe veya şehir demeye diliniz varmaz, sizi temin ederim. Bu küçük ilçenin de yegane varoluş sebebi de içinden demiryolu geçmesiydi. Her zaman gelen yolcudan çok giden yolcusu var gibiydi. Sanki yalnızca büyük şehirlere buradan göç edenlerin yazın bir iki haftalığına tatil yapmak için geldiği bir yerdi.
İlçedeki bir okulda çalışan genç öğretmen hanım, trenlerde elinde tepsi ile börek, çörek, simit falan satan bir adamla evlenmek istediğini emekli öğretmen babasına söyledi. Yaşlı adam, belki de hayat boyu çocuklara öğrettiği değerlere ters düşmemek için sadece "Davul bile dengi dengine kızım," diyebilmişti. Öğretmen hanım da "Olsun baba, ama onun kalbi güzel," demişti.
Kalbi güzel adam ilçenin istasyona yakın bir fırınından aldığı yiyecekleri trenlerde satardı. Öğretmen Hanım hafta sonları trenle birkaç saat uzaklıktaki başka bir şehrin köyünde oturan babasını ziyarete gider gelirdi. Kalbi güzel adamla da böylece tanışmıştı.
Evlendiler. Kalbi güzel adam çok geçmeden simit satma işini bırakıp istasyonda ise başladı. Temizlik, bakım onarım işlerini yapacaktı. Zaten trenlerde çalıştığı için istasyon müdürünü ve diğer çalışanları tanıyordu. Şeytanın bile unuttuğu bu ücra yerde böylesi bir işe girmek için rekabet etmesi gereken kimse de yoktu. Eğlenerek yaptığı eski işini özlese de ailesine daha çok zaman ayırabileceği bu değişikliği sineye çekti. Ne de olsa eskisi gibi şarkılar türküler söyleyerek trenlerde simitlerini satamıyordu. Çok geçmeden öğretmen hanım hamile kaldı. Bebekleri biraz erken doğmuş ama nur topu gibi bir oğlanmış, maşallah.
Birkaç yıl geçmiş, kalbi güzel adam işine alışmıştı. Mutlulardı. Birbirlerini seviyorlardı. Bazı hafta sonları dedesini görsün diye oğlanı alıp trenle öteki şehre gitmeye başlamışlardı. Öyle ya, ölümlü dünya işte dede ve torun beraber zaman geçirmeliydi. Aklının biraz havada olduğunu düşünmekle birlikte kalbi güzel adamın kalbinin güzelliğine emekli öğretmen bile inanmıştı. Kim bilir belki de aklın biraz havada olması güzel bir kalbe sahip olmanın ön şartıdır. Bilemiyorum. Ne aklım havada ne de kalbi güzel adamın kalbi gibi güzel bir kalbim var diyebilirim.
Hani eski Türk filmlerinde genç adam sevgilisine, "Nen var kuzum? Neden böyle üzgünsün?" diye sorar. Genç kadın da "Bilakis çok mes'udum, Adnân. Ancak saadetimizin bozulacağından endişe ediyorum," der ya. Aynen öyle oldu. Öğretmen hanım hastalandı. Çok geçmeden annesi gibi kanser olduğu ortaya çıktı. Doktorlar, hastaneler derken öğretmen hanım adım adım beklenen sona yaklaşıyordu. Öğretmen hanım bu filmi daha önce gördüğünden olsa gerek sürpriz bir son beklemiyordu. Belki de bundan dolayı moda tabirle 'hastalığa karşı savaşma' işine hiç girmedi. Adeta kaderine teslim oldu.
Bir gün hastanede, hazin sona çok yakın, nefes almaya bile zorlanırken bir kaç kelime edebilmişti. O an fark etmese de çok sonraları bu sözlerin öğretmen hanımın son sözleri olduğunu anımsayan kalbi güzel adam, cenazeden birkaç hafta sonra bu son sözleri yeniden hatırladı. "Yatağın... altında… bavul... içinde... oraya bak..."
Birkaç ay sonra artık ilkokul çağına gelmiş oğlunu alan kalbi güzel adam trenle kayınpederinin oturduğu yere doğru yola çıkmıştı. Oğluyla, simit sattığı günlerde müşterileriyle şakalaştığı gibi şakalaşan şen şakrak adam cenazeden beri kaybolmuştu. Bütün yolculuğu neredeyse bir tek kelime bile etmeden tamamladılar. Çocuk babasının neden hala iş kıyafetlerini giydiğini sorsa da cevap alamadı. Ne de olsa annesi hayattayken dedesini görmeye gittiklerinde babası, üniformalarını hiç giymemişti.
İstasyona vardıklarında dede ile torun sarılıp kucaklaştılar. Dedesinin ceketinin cebinden çıkardığı şekerleri istasyondaki bankların birinde yiyen çocuk babasının dedesiyle sessiz ama hararetle bir şekilde konuştuğunu gördü. Daha sonra babasının dedesine cebinden bir kağıt parçası çıkarıp verdiğini de gördü. Çocuk, annesi öldüğünden beri babasının elinden düşmeyen bu sarı kağıt parçasını tanıyordu. Büyüyünce bu kağıdı 'parlayan yıldızları yutan kara delikler gibi babasının ve dedesinin neşesini emen şey' olarak hatırlayacaktı.
Kalbi güzel adam oğluna gelip sarıldı. Ona bir sonraki trenle eve dönüp, işe gideceğini söyledi. Bazı işlerini ayarlayınca gelip onu dedesinden alacağına söz verdi. Çocuk bir elinde bavulunu taşıyan dedesinin öteki elini tuttu. İstasyondan ayrılırken dönüp dönüp babasına baktı. Babası öylece, son bir kez el sallamadan, bir kere bile ardına dönüp bakmadan trene binip gitti.
Aradan iki yıl geçti. Kalbi güzel adam bırakın çocuğunu almaya gelmeyi bir kere bile görmeye gelmemişti. Telefon bile etmemişti. Kimbilir belki de kalbi güzel falan değildir, belki de sen ben gibi haset bir ademoğludur. İlk zamanlar babasının işlerini halledemediğinden dolayı gelemediğini düşünen çocuk sonraları babasının artık geri gelmeyeceğine kendini inandırmıştı. Aslında bunları düşünecek pek vakti de yoktu. Yaşlı dedesine her işte yardım ediyordu. Eğer öğretmen hanım onları bir yerlerden izliyorsa dede ile torunun böyle beraber vakit geçirmesinden mutluluk duyardı.
Öte yandan geçen iki yılda okul kavgaları, kırık dişler, vücutta morluklar çocuk için rutin bir şey olmuştu. Elbette kendisine, annesine, babasına küfür edenleri cezalandırması gerekiyordu. Ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ya da kaç kişi olurlarsa olsunlar. Cezalarını çekmeleri gerekiyordu. "Piçmişsin sen, baban seni bırakıp gitmiş," diyene tekme ile "Annen seni başkasından peydahlamış," diyene yumrukla girişiyordu.
Bir gün okuldan eve döndüğünde alışılmadık bir kalabalık dedesinin evinde toplanmıştı. Durmadan eve girip çıkan kadınlar, avluyu dolduran konu komşu, hısım akraba... Teyze dediği dedesinin yeğeni aldı çocuğu. "Bu akşam bizde kalacaksın, dedeni anneannenin yanına yatıracağız yarın," dedi. Sabah bahçesini çapalarken düşmüş emekli öğretmen. Komşular hastaneye götürmüşler. Ama kalp krizinden anında gitmiş yaşlı adam. Hastanenin yapacağı bir şey yokmuş.
Çocuk kâh ağlayarak kâh susarak geçirdiği gecenin ve sabahın ardından cenazenin kalktığı öğleden sonra dedesinin evinin avlusunda iğde ağacının altında oturuyordu. Cenaze evini ziyarete gelip ayrılırken acıyan gözlerle bakanlar, başını okşayanlar da artık azalmıştı. Avlunun kapısında ansızın beliren babasını gördü. Heyecanla ayağa kalktı ama öylece kaldı. Acaba bu gerçek miydi? Yoksa bir hayal miydi? Eğer bu babası ise o kadar zaman onu neden görmeye gelmemişti? Babası gelip iğde ağacının altında oğluna sarıldı. Ağladılar.
Aynı günün akşamı trene binip ayrıldılar. Trende giderken çıkan gürültüden ve tenha vagonda kendisini başka kimsenin duyamayacağından cesaret alan çocuk sordu. "Sen benim babam mısın?"
"Benden başka baban olsa gelip seni o alırdı," dedi kalbi güzel adam.
Eve döndüler. Etraf dağınıktı. Babası istasyondaki işini çoktan bırakıp trenlerde simit satma işine dönmüştü. Ertesi gün kiralık olan evlerindeki birkaç eşyayı toplayıp bir trene bindiler. Kimsenin kimseyi hatta piçleri bile umursamadığı büyük bir şehre gittiler. Orada yaşadılar.
Bütün bunları nereden mi biliyorum? Ben o kalbi güzel adamın oğluyum. Babamla bu şeyleri uzun süre hiç konuşmadık. Çok sonra, ben evlendikten sonra kızımı alıp onu görmeye gittiğimiz pazar günlerinin tembel öğleden sonralarında eski günlerden bahsederdi. Yeniden başka bir yerde bir başkasıyla bir hayat kurmayı düşündüğünü ama yapamadığını ve annemi affetmese de onu asla unutamadığını söylerdi. Ne o ne de ben geçmişin labirentlerine dalıp birbirimizi kaybettik. Annemi pek hatırlamıyorum. Ama babama yanlış yapmış olsa da onu iyi tanımış. Onun hakkında en doğru hükmü vermiş.
"Ama onun kalbi güzel."
Menderes Doğan
Comments