top of page

Öykü- Menderes Doğan- Kiraz Padişahının Kısmeti

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Derler ki, Hz. Süleyman ile Sultan Süleyman Han arası bir devirde, Mağribiyye ile Maçin arasında bir yerde Kiraz Ülkesi denen bayındır bir memleket var imiş. Memleketin adı her biri ceviz kadar iri, nazlı yarin yanakları gibi al, çağlayanlar gibi serin ve sulu kirazlarından gelirmiş.

Babası ansızın öldükten sonra tahta kurulan genç padişahın evlenmesi ve bir vâris bırakması gerektiği ayânı tarafından hatırlatılmış. Genç padişah, “Keşke muhterem pederim ve kıymetli validem sağ olsaydı. Hem bana hayırlı bir kısmet bulurdu hem de mürüvvetimi görürdü,” diye hayıflanırmış.

Evvelden lalası da olan baba yadigarı veziri, “Padişahım tahta bir vâris gerek, yarın size bir şey olsa alimallah halimiz nice olur. Tahtta sabî de olsa birisini göremeyen eşkıya ayaklanır, düzen bozulur, huzur kalmaz,” diye başını şişirir dururmuş.

Sadece bununla kalsa iyi, Lala, “Aman padişahım müstakbel valide zevceniz zengin bir aileden olmasın, sonra tahtta hak iddia ederler. İlla zengin olacaksa bir padişah kızı olsun ki müttefikimiz olur,” demiş.

Dadısı, “Aman padişahım oturmasını kalkmasını bilmese de öğretilir, yeter ki yumuşak kalpli olsun, yardımsever olsun. Gelince rızasıyla gelsin, zenginliğe değil sıkıntıya talip olsun ki geçimi kolay olsun.”

Harem ağası, “Aman padişahım huyu güzel olsun, kötü huyluyla hayat geçmez, sarayın da düzenini bozar,” diyerek genç padişahı bunaltıp dururlarmış.

Lalasından, dadısından, harem ağasından ayrı bıkan padişah bir av tertip edip maiyetindeki birkaç askerle beraber dağ bayır dolaşmaya başlamış. Artık ormanların yerlerini çayır denizlerine bıraktığı yaylaların başlangıcında sırtı konural renkli bir ceylana rast gelmiş. Bir hamleyle peşine düştüğü ceylana at üstündeyken attığı oklar isabet etmemiş. Ceylan olduğu yerden hiç kımıldamadan bir süre padişaha bakmış. Padişah, "Vay mendebur bir bize meydan okur, şu bakışa bak," deyip dörtnala ceylana hücum etmiş. Ceylan ormanın içine doğru kaçmış. Padişah peşinde askerleri ile beraber zavallı hayvanın peşinden ormana dalmış. Ormanda bir görünüp bir kaybolan ceylan düşmanını istediği yere getirip bertaraf eden muzaffer bir kumandan gibi, son bir defa kayaların üstünden görünüp ağaçların arasında kaybolduğunda padişah yanında mahiyetinden kimsenin kalmadığını fark etmiş. "Vay uğursuz hayvan bizi avanak gibi avladı," deyip sık ağaçlarla örtülü bir vadinin içinden yukarı yaylalara doğru yol aramaya başlamış.

Ormanın kuşların saltanatına kaldığı gözlerden ırak bu köşesinde, kuşların cıvıltısını dinlenip keyiflenirken bir ses duymuş. Yakınlarda bir yerden gelen sese doğru atını sürmüş. Vadi boyu gürleyen dereden ayrılan bir küçük çayın peşinden giderken sesi daha iyi duymaya başlamış. Ses şöyle demektedir:

"Analık, gara yamalık, ekmeği yanık suyu bulanık!"

"Analık, gara yamalık, ekmeği yanık suyu bulanık!"

"Analık, gara yamalık, ekmeği yanık suyu bulanık!"

Genç padişah, sesin bir kızdan geldiğini görmüş. Genç kız omzunda taşıdığı bir ağaç parçasından yontulmuş omuz askısının iki yanına bağlı iki tahta kovayla su taşımaktaymış. Yere bakarak, hızlıca ve homurdanarak yürüyen kız karşısında bir atlı görünce omzundan düşürdüğü omuz askısı ve kovalara bakmadan geri dönüp kaçmaya başlamış. Padişah kovaları yerden kaldırıp kıza seslenmiş.

“Yabani, benden sana zarar gelmez kaçma! Zaten ben isteseydim sen kaçamazdın.” Kız güvenli bulduğu uzak bir mesafede durup cevaplamış.

“Yabani atandır. Şaki değilsen ne diye yolumu kestin?”

“Ben ava çıkmış bir bey oğluyum, eşkıyalıkla işim yoktur. Asıl sen ormanın bu kuytu köşelerine ne ararsın?”

“Babam oduncudur, evimiz şu yamacın ardında. Evimize dereden su taşıyordum sen yolumu kesene kadar.”

“Yakına gel de bağırmayalım yabani gibi, hem kovaları doldurup atıma yükleriz.”

Kız korktuğunu saklamaya çalışarak, yavaş yavaş ama gözlerini genç adamdan ayırmadan yaklaşmaya başlamış. Kızı yakından gören padişah, hiç öyle ay parçası olmayan, esmer, çelimsiz ama atik, ayağı çarıklı, üstünde kolları yamalı eski bir entari bulunan al yanaklı kızı baştan ayağa süzmüş. Kız, "Yardım istemez, yolumdan çekil yeter," deyip korkuyla yere bıraktığı için devrilen kovaları tekrar doldurmak üzere yerden almış. Genç padişah yardım etmek için ısrar etse de kız oralı olmamış. Atına binen padişah yaylalara doğru ilerleyip askerlerini bulmuş. Askerlerine çadırı kurdurup dişine göre bir av bulana kadar birkaç gün daha avlanacağını söylemiş.

Ertesi gün yine birkaç karatavuk avladıktan sonra kızı gördüğü dereboyuna gitmiş. Dereden su içerken su almaya gelen kızı görmüş. Bu defa korkmayan kız tekrar bu genci karşısında görünce şaşırmış.

“Yine rastlaştık oduncunun kızı.”

Kız ince bir imayla, “Bak sen şu Allah'ın işine,” demiş.

Genç padişah kalkanı yere düşürülen acemi bir savaşçı gibi ortada kaldığını hissedip hemen lafı değiştirmiş. İsmini de bahşetmeyen kıza al yanağından mülhem Kiraz Kız demiş. Bir hafta on gün boyunca her gün Kiraz Kız’a rastlamak için dere boyundan geçer olmuş. Her rastladığında kız ya şu taşımaktaymış ya da odunlardan oluk yontarak veyahut kayaları yararak dereden eve kadar uzanacak bir su yolu yapmaktaymış. Kendisinden birkaç yaş küçük olan bu çalışkan kiraz kızın azmini takdir edip avı bırakıp yardım bile etmiş.

Kız, oduncu babasının sağır ve dilsiz olduğunu, kendisi çok küçükken anasının öldüğünü babasının da tekrar evlendiğini anlatmış. Kötü analığının emrinde köle gibi çalıştığını anlatmış. O yüzden ne zaman analığı dereden su getirmesini emretse, genç padişahın ilk gün duyduğu sözleri homurdanırmış.

"Analık, gara yamalık, ekmeği yanık, suyu bulanık."

İşte bu su taşıma işinden illallah ettiği için vakit bulduğunda, dereden eve doğru bir su kanalı kazmaya çalışıyormuş.

Bu bir hafta, on gün boyunca edilen muhabbet gençlerin kalbinde bir muhabbete dönüşmüş. Bu iş böyledir. Sebebini bilmeden yeni tanıdığınız birisine karşı muhabbet duyarsınız. Bu muhabbetin sebebini çok sonradan öğrenirsiniz. Ya sizin sevdiğiniz bir şeyi o da seviyordur ya da sevmediğiniz şeyi sevmiyordur. İşte bu sebep her ne ise, kalpten kalbe gizli bir yol açmıştır.

Kararını verdiği gecenin ertesinde genç padişah oduncunun evinin yolunu tutmuş. Kapının önünde durup, bostanda yetiştirdiği zerzevata gururla bakan yaşlı ama dinç kadın, padişahı karşılamış. Kendisi ve atı için bir yudum su istemiş. Suyu getiren Kiraz Kız’la göz göze gelmemeye çalışarak bir müddet kızın analığıyla kütüklerden kesilmiş oturağın üstünde oturmuş. Kendisini bir beyoğlu olarak tanıtan padişah, terbiyeli, güzel ahlaklı ve çalışkan olduğunu bildiği kızına talip olduğunu söylemiş. Analık, "Demek bizim kız sadece dereden su getirmemiş, peşinden talipler de getirmeye başlamış," deyip bir an susmuş. Karşı dağdaki yeşil denize bir süre baktıktan sonra, "Eğer öyleyse evlenmesinin zamanı gelmiştir," deyip devam etmiş, "kocam sağır ve dilsiz bir oduncudur. Bir hafta evdeyse iki hafta kütük peşinde ömür çürütür. Babası bir tanecik kızını sever ama benim de bir dediğimi iki etmez. Eğer bu kızı almak istersen benim senden isteyeceklerim var. Değil beyoğlu padişah oğlu olsan fark etmez."

"De bakalım ne istersin," demiş beyoğlu kılığındaki padişah. "Altın mı istersin gümüş mü? Elmas mı istersin, yakut mu?"

"Sen onları kendine sakla beyoğlu. Şimdi senden yedi şey isteyeceğim. Bu yedi şeyi bana hiçbir cana kıymadan getirebilirsen, kızın babasına, senin için iki çift laf etmeye çalışırım."

"Eee neymiş istediklerin?"

“Şimal denizinde Kıytas diyesiler bir cezire varmış. Bu cezire bir görünüp bir kaybolurmuş. Her göründüğünde, üstünde bir pınardan şu çıkarmış. O sudan bir tas getiresin.

Tepesinde Karagöl olan Kara Dağ'da Enuk diyesiler bir cazu varmış. Gökte süpürgesiyle uçan bu melun bir çığlığıyla nice yiğitleri sağır eder pençe gibi elleriyle yerden öküz kaldırırmış. Süpürgesinin kuyruğundan bir parça getiresin.

O Kara Dağ’ın Kara Ormanında Aneban diyesiler boynuzlu bir dev varmış. Bu azgın devin kırk tane karısı varmış. Kızgın Aneban kırk karısı için her gün kırk kavga edermiş. O devin boynuzundan bir parça getiresin.

Cenup ellerinde karnındaki ateşten sebep yüreğini soğutmak için ırmaklarda göllerde yaşayan bir Ejder varmış. Bu ejderin nefesi ateş, her bir dişi nah bu kolum kadarmış. Bir dişini getiresin.

Mağribde, dağ başlarından köylere inip bağ bahçe demeden talan eden, hayvan insan demeden telef eden Ebu Humeyd diyesiler bir canavar varmış. Onun burnundan bir tel kıl koparıp getiresin.

Maşrıkda, Adem babamız ile Havva anamızı cennetten kovdurttu dedikleri Hafet-i Kübra diyesiler keşkeşeli bir ifrit varmış. Hafet-i Kübra kav diyesiler şatafatlı göynekler giyesiymiş. Bir göyneğini getiresin.

Sıcak ovalarda Ebul Haris namlı saçı sakalı kızıl bir cebbar varmış. Yan bakanı anında öldüren bu caninin kızıl saçından bir tutam getiresin.”

Her şeyi bir bir aklında tutan genç padişah kalbindeki aşkın kuvvetiyle türlü türlü bu meşakkatlere katlanacağını düşünmüş. Ancak nazarı dikkatini celbeden bir iki şeyi de sormadan edememiş.

"Kusura bakmayasın ana amma senin gibi dağ başında yaşayan bir ümmi nereden bilir bu kadar şeyi. Ya söylediklerinin aslı astarı yoksa? Ya ben aylar yıllar boyu dağ bayır boşuna dolanacaksam? Hem sana bu şeylere benzeyen yedi şey getirsem nereden bileceksin yalan söylemediğimi?"

"Oğul, ben Kiraz ülkesine komşu ülkede yaşardım. İlk kocam bir hancıydı. Ailece handa çalışırdık. Gelip geçen kervanlardan her türlü haberi alırdık. Sana söylediklerimi de oradan biliyorum."

"E peki ne demeye aileni bırakıp da buraya geldin?"

Yaşlı kadın kütük kesiklerinden yapılmış oturağından kalkarak yürümeye başlamış. Topal ayağını yerde sürürken genç padişaha dönüp, "Beyoğlu bana da rahat batmadı elbet. Hanımızı eşkıya bastı. Ailemi öldürdü. Ben de yaralandım ama ellerinde kurtulup kaçtım." Gözleri yaşaran kadın devam etmiş, "Keşke iki ayağım da topal kalsaydı ama yine çocuk doğurabilseydim. Benim gibi çocuğu olmayan bir topalı kimse almazdı ya Yüce Mevla'm karısı ölünce bebeğiyle kala kalan oduncuyu karşıma çıkardı." Topallayarak tekrar bahçedeki işine dönen kadın lafını şöyle bitirmiş. "Yiğidin namı yiğitten önde gidermiş. Eğer dediklerimi yapabilirsen, sen gelmeden haberin buraya kadar ulaşır."

Askerlerinin yanına dönen genç padişah, "toplanın, saraya dönüyoruz," diye emretmiş. Akşama doğru saray varan padişah vezirine olanları anlatmış. Tecrübeli vezir izin isteyip ayrıldıktan sonra çok geçmeden koltuğunun altında bir kitapla geri dönmüş. Ağaç kabuğu gibi yarım yarım yarılmış eski bir ceylan derisinin arasındaki sahifelerden oluşan bu kitap enine ve boyuna iki iple bağlıymış. Bu haliyle bir bohça gibi görünen kitabın iplerini çözen vezir onu padişaha uzatmış. Kitabı eline alan padişah üstündeki ismi okumuş "Kitab-ül Hayevan." Sahifelerini çevirdiği kitabın içinde türlü türlü hayvan resimleriyle türlü türlü malumat var imiş.

Genç padişah, "Ben sana canavarlar, cazular, devler, ifritler derim sen bana hayvanat kitabı getirirsin. Yok mudur şöyle bir acaib-ül mahlukat kitabın?" diye sitem etmiş. Yaşlı vezir, "Ademoğluna kendi muhayyilesinden daha fitnekâr bir mürşit yoktur. Sultanımın ihtiyacı olan malumat bu kitaptadır," deyip huzurdan ayrılmış.

Kitabı birkaç günde okuyan padişah hazırlıklarını yapıp yola çıkmış. Önce Kaptan-ı Derya ile Şimal denizine açılmış. Şimal denizinin de şimalinde, Kıytas da denilen balina balığı koskocaman bir ada gibi nefes almak için su yüzüne çıkmış. Gemiyle yanaştıkları balinaya atlayan genç padişah, balığın başının üstünden püskürttüğü sudan kırbasını doldurmuş.

Sonra tepesinde Kara Göl denilen Kara Dağ'ı bulmuş. Dağın tepesinde Enuk da denilen kartal kuşunun yuvasını bulmuş. Heybetli kuş hakikaten de şiddetle ötüp iri pençeleriyle nice hayvanatı yerden kaldırabilmekteymiş. Lakin sesi çığlığa benzese de melun bir cazu değilmiş. Kartal yuvasından ayrıldıktan sonra kuyruğundan düşen tüyü alıp ayrılmış.

Kara Dağ’ın kara ormanlarına gidip Aneban da denilen sırtı akça başı karaca kocaman bir erkek geyiği çayırlık yerde dişileriyle beraber bulmuş. Koca boynuzlarıyla epey fiyakalı duran Aneban'ın üstüne, yakın yerden bulduğu genç ve güçlü başka bir erkek geyiği salmış. Aneban'ın haremini gören genç geyik, benim neyim eksik, der gibi Allah ne verdiyse hücum etmiş. Saltanatını müdafaa edene bir sultan gibi Aneban hücumu karşılamış. Geyiklerin kafa tokuşturmalarından dağ taş inlemiş. Harp süredursun, genç padişah Aneban'ın kafa tokuştururken kırdığı boynuzundan bir parça alıp ayrılmış.

Cenup ellerine varıp timsah ejderhasını deniz gibi büyük bir nehir kıyısında bulmuş. Bir zehirli sarmaşığa sardığı et parçasını timsahın önüne atmış. Hayvan et ile birlikte zehirli sarmaşığı da yutmuş. Zehir ademoğlunu öldürecek kudrette ise de koca hayvanı ancak bayıltabilirmiş. Kol kadar olmasa da bir karıştan büyük olan ejderhanın dişini söken padişah timsah ayılmadan oradan ayrılmış.

Mağrib ellerine vardığında cümle hayat sahibine kıyan Ebu Humeyd namlı boz ayunun izini sürmüş. Ormanda bulduğu ayuyu inine kadar takip edip nevm-i şitaya yatmasını beklemiş. Soğuğun etkisiyle çabucak uykuya dalan mahmur canavarın burnundan kılı uyandırmadan çekivermiş.

Maşrık ellerinde cümle alemin yanına yaklaşmaktan çekindiği Hafet-i Kübra namlı kobra yılanını bulmuş. Yuvasına kadar takip ettiği yılanı bir zaman beklemiş. Nihayet kav denen derisini atan keşkeşeli ifritin göyneğini alıp yola düşmüş.

Sıcak ovalarda rast geldiği Ebul Haris namlı aslanın bir ağaç gölgesini mesken edindiğini görmüş. Aslan suya indiği zaman elinde yassı bir taş ve uzun bir sicimle ağaca tırmanmış. Taşı ağacın sakızına bulayıp sicimle bağlamış. Aslan ağacın altına gelip yattığında taşı sicimle aslanın yelesine indirmiş. Sonra da taşın üstündeki sakıza yapışan saçları iple yukarı çekmiş. Aslan tekrar ayrılınca da Kiraz’ın yolunu tutmuş.

İhtiyar kadının dediği doğruymuş, genç padişah Kiraz’a ulaşmadan sanı şöhreti ulaşmış. “Sevdiği uğruna yedi canavarı alt eden yiğit” diye namı yürümüş. Oduncunun ormandaki evinin yolunu tutan genç sultanı kapıda saklamaya çalıştığı gülümsemesiyle Kiraz Kız karşılamış. Analık mayhoş bir meyve gibi muhabbeti hâmız eylemiş. Genç sultanın uzattığı kırbadaki suya, kartal tüyüne, geyik boynuzuna, timsah dişine, ayu kılına, yılan göyneğine ve aslan saçına bakan analık, “Demek duyduklarımız doğruymuş, demek yedi canavarı yenmişsin. Ama kızın babasının rızasını alamazsan burdan elin boş dönersin,” demiş. Akşama kadar kapıda oduncuyu bekleyen padişah sağır ve dilsiz adama kızına talip olduğunu lisan-ı hal ve söylemiş. Analık ne kadar yumuşaksa oduncu o kadar sertmiş. Nuh demiş peygamber dememiş. Kiraz Kız’ı vermeye razı olamamış. Genç padişah sevdiğine son bir kez bakıp boyun bükmüş. Atına atlayıp ayrılmak üzereyken analık genç sultanı çağırmış ve demiş ki:

“Beyoğlu biz seni sınadık. Bir tanecik kızımızı almaya layık mısın bilmek istedik. Seni onca canavarla mücadele etmeye gönderdik ama hiçbir cana da kıymayasın dedik. Bu hayatta nice dertlerle mücadele etmek gerekir ama sıkıntıdayken dahi kimseye zarar vermemek lazımdır. Sınavı geçtin”

“Peki niye hâlâ oduncu rıza göstermez ki ana?”

“Oduncuya evvelden tembih ettim, ondan sebep razı gelmedi. Beyoğlusun diye bizi hakir görüp, eee yeter be, deyip rızamız olmadan kızımızı alıp götürmeyeceğinden emin olmak istedik. Bugün bize rızamız haricinde muamele eden yarın kızımıza ne etmez. Sınavı yine geçtin. Kiraz kızın gönlü varsa erinden düğünü yapasınız.”

Kiraz, mahcup analığının elini öpmüş, “gara yamalık” dediği anasından af dilemiş. Genç padişah, tebdil-i kıyafeti terk edip Kiraz’ın genç padişahı olduğunu söylemiş. Kırk gün kırk gece düğün dernek edilmiş. Kiraz Kız olmuş Kiraz Hanım Sultan. Artık ana dediği analığına ve babasına bir konak yaptırmış. Kiraz ülkesini su kanalları, çeşmeler, hanlar, imarethaneler ve aşevleriyle donatmış. Kiraz padişahına oğullar kızlar vermiş. Kiraz padişahı da memleketi medreseler, kütüphaneler ile donatmış. Anlamış ki uğruna emek harcanan kısmet en iyi kısmetmiş, yeter ki emek harcamaya değsin.


Menderes Doğan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page