top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mergen Akdeniz- Kırmızı Dikiş Makinesi

Kum saatini kim ters çevirdi? İlk düşen kum taneciğini bulsam sabahlara kadar sorguya çekeceğim. Dağ keçileri o zaman kayboldu, biliyorum. Küçük, ürkek ve biraz da meraklı gözlerle bakan o güzel dağ keçileri.

İlk görev yerim Antalya’nın Elmalı ilçesiydi. Muğla sınırında çoğu kez yayla olarak anılan küçük bir ilçe. Hâl böyle olunca hafta sonları Elmalı’da yapacak pek bir şey olmuyordu. Serin rüzgârların yerini ayazın almaya başladığı günlerde sarı, turuncu yapraklar kaldırımlarda konfeti süsleri gibi birikiyordu. Bir cumartesi kuşluk vakti beni yine bir düşünce aldı. İki gün akşama kadar evde ne yapacaktım? Çamaşırları yıkayıp evi silip süpürmüştüm. En iyisi buradan Finike’ye iner, biraz aylaklanırım dedim.

Saat on biri geçerekten Elmalı’dan Finike’ye birer saat arayla kalkan dolmuşa bindim. Dolmuş koca ovayı yaran yoldan sallana sallana gidiyordu. Yol kenarındaki elma bahçelerinde ise hasat üstüydü. Üçayak merdiven üstünde dalları aralayan bir adam, elindeki kovayı aşağıda bekleyen bir işçiye vermeye çalışıyordu. Traktör römorkuna dizelenen ahşap kasalar, hemen ilerideki üzüm bağlarından süzülerek gelen güneş altında silikleşiyordu. Dolmuşta ise bir teyze, yanındakine yüksek ve tok bir sesle torunlarından bahsediyordu. Ara ara üstünde havalanan yabani ördeklerle hareketlenen Avlan Gölü’nü yarı uykulu gözlerle geçtikten sonra kolları sedir ormanlarıyla kaplı bir vadiye girdik. Tın tın giden dolmuş bu manzarayla bütünleşirken beni tatlı bir uyku bastı.

Şoförün “Aykırtça’da inecek var mı?” demesiyle dolmuşta bir hareketlilik başladı. Yolculardan yükselen seslerle uyandım. Dolmuşun biraz daha gidip durmasıyla şoförün inip bagajı açması bir oldu. Baktım ki bütün yolcular indi. Arabada bir ben kalmıştım. Şoför yolcuların çantalarını verip ücretleri topladıktan sonra kapıya geldi:

“Sen nerede ineceksin?”

“Finike merkezde.”

“Abim oraya gidecek tek yolcu sen kaldın. Çok acele bir işin varsa götürüvereyim ama inan tek yolcuyla oraya inmem masrafı kurtarmaz. Olmazsa sen de burada in bir saat sonra geçecek olan dolmuş Finike merkeze kesin gider.”

Ne diyeceğimi bilemeden ben de arabadan indim. Şoför ücreti aldıktan sonra teşekkür edip seri bir şekilde arabaya atladı ve geri döndü. Dolmuş gittikten sonra olduğum yerde bir hayli dikildim. Aykırtça denilen bu yerde civarlardan gelen köylüler bir şeyler satıyorlardı. Küçük bir pazar sayılmazdı. Yolun karşısına geçip pazarı şöyle bir dolaştım. Mısır közleyen pazarcının sesi yukardaki yamaçtan dökülen suda kayboluyordu. Pazarın bitiminde tepeye doğru uzanan küçük yolun başındaki bordo tabela dikkatimi çekti: Arykanda. Ayaklarım çok düşünmeden beni bu patika yola soktu. Nereye çıkacağını bilmesem de engel olamadığım bir merak, dizginleyemediğim bir istek beni bu yoldan ayırmıyordu. Nereden baksak yirmi dakika kadar yürüdükten sonra bazı kalıntılar belirmeye başladı. Biraz daha gidince bu kalıntıların daha anlamlı bir bütünün parçaları olduğuna kanaat getirdim. Karşımda çam ağaçları arasında yamaca yaslanmış bir antik kent duruyordu. Adımlarım serileşti ve beni daha çok itti bu kente. Bana titreyerek bakan nekropol ve hamamıyla hemen üst tarafımda beliren tapınakla burada bir tarih yatıyordu. Akropolün yanındaki merdivenlere yavaş ama güçlü adımlarla basıp yamacın daha yukarılarına çıktım. Kalıntılarından agora olduğu anlaşılan bir alanın ortasındaki ağaç neler görmüştür, kim bilir. Daha yukarılara çıkınca kendimi diğer yapılara göre epey fazla korunmuş tiyatroda buldum. Tarifi pek mümkün olmayan duygular beni yoklamaya başladı. Üç beş basamak çıkıp oturdum. Burada binlerce yıl önce sergilenen tragedyaları ve dingin bir hayat sürdüklerini düşündüğüm insanları hayal ettim. Tiyatronun alt kenarında taş basamakları yırtarak göğe uzanan çam ağacı altında ruhumun demlenişini etimle kemiğimle hissettim. Böyle ne kadar zaman geçirdiğimi hatırlamıyorum.

Eğer şoförün dediği doğruysa diğer dolmuşun geçmesine çok bir şey kalmamıştı. Narin adımlarla tiyatrodan inip antik kentin diğer yanındaki keçi yolundan aşağıya sallandım. Bir on beş dakikaya indim sayılır yola. İçimden bir ses daha fazla kalmamı söylese de sonra yine gelirimle geçiştirdim kendimi.

Pazara doğru yöneldiğim zaman yol kenarındaki kamyonet tipi bir Anadol dikkatimi çekti. Bu eski arabanın naylon tavanından bir yazı sarkıyordu: “İşi bırakıyorum makineler maliyetine.” Çekimser bir tavırla yazının önünde oturan kasketli amcadan fotoğrafını çekmek için izin istedim. Kasketli amca yaşından beklenmeyen bir çeviklikle ayağa kalktı ve “Tabi amcam ne demek, nasıl istersen öyle çek,” dedi. İleri geri gidip değişik açılardan pek çok fotoğrafını çektim. Satılık makinelerin ne olduğunu fotoğrafı kontrol ederken gördüm. Parlak ve mat renkli dikiş makineleri: Zetina, Liberty, Broder… Aklıma babamın gençliğinde sekiz yıl terzilik yaptığı geldi ve dayanamayıp sordum:

“Amca neden satmak istiyorsun ki bu makineleri?”

“Amcam ben yetmiş sekiz yaşındayım. Elli yedi yıl terzilik yaptım. Artık çalışamayacağım. Çırak da yok, gömlek pantolon diktirecek adam da yok. Anlayacağın ben de bittim, meslek de bitti.”

Bir zamanlar çeyizlerin başköşesinde bekleyen gözde makineler şimdi satılmayı bekliyorlardı.

“Ben hem terzilik yaptım hem de dikiş makinası tamirciliği yaptım. Bana birçok ilden dikiş makinası yollarlardı tamir için. İşte böyle naparsın. Şimdi Finike, Demre, Elmalı pazarlarında mekik dokuyorum satmak için. Her şey değişti, çoğu şey yok olmak üzere. Bak, eskiden şu Aykırtça’ya dağ keçileri inerdi su içmeye. Şimdi onlar da yok. Benim dikiş makinaları mı dayanacak bu zamana?”

Amca neşeli neşeli anlattı durdu, Finike dolmuşu görünene dek. Amcaya kırmızı renkli Liberty makineyi bana ayırmasını, haftaya Elmalı pazarında onu alacağımı söyleyip dolmuşa bindim.

Kum saatinin kumları akıyor. Saati kim ters çevirdi bilmiyorum. Dağ keçileri, sincaplar aktı gitti. Bir kumu bari bende kalsa fena mı olur, eski bir dikiş makinesi gibi.


Mergen Akdeniz


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page