“Bir adam bir kadın var içimde iyice anladım
Bana bunu sessizce anlatıyorlardı.”
Cahit Zarifoğlu, Sevmek de Yorulur
Kelimeler art arda, birbirlerini ansızın hükümsüz bırakacak kadar katil çıkıyordu ağzından. Kendisini tanıtma, anlatma arzusu o kadar neşeli olmasına imkân veriyordu ki onu dinlerken çocukluğumun ve ilk gençliğimin mutlu, tasasız günlerini anımsıyor, göneniyordum. Konuşurken elleri, parmaklarının ucundan bana göz kırpan sigarası sürekli bir devinim içerisinde kalkıp iniyordu. Saçlarını usulca dalgalandıran deniz melteminin eşsiz ferahlığına kapılarak iyot kokusunu sakince içime çekiyor, bu ânın mümkün olduğu kadar uzamasını arzuluyordum. Birden iç gıcıklayıcı, yumuşak sesinin tekrarlarıyla irkildim.
“Umut, Umuuut! Dinlemiyor musun beni?”
Dinliyordum. Hatta onun sandığından daha iyi bir biçimde yapıyordum bunu. Çünkü anlattıklarının arkasından kendimi de sınıyor, bir kitabın okuyucusuna gizliden verdiği mesajı alıp gözümüzün önünde arz-ı endam eden sayfaların alt metnini çözümler gibi küçük ama önemli çıkarımlar yapmaktan geri durmuyordum sadece. Üzerime üflediği dumanla bütünleşip beni yoran ve yontan zihnimdeki buğulu havayı dağıtmak istercesine pakete uzandım, bir sigara da ben yaktım. İlk dumanı hızlıca burnumdan dışarı verirken gülüşünün berraklığı tepemde karlar yağdırdı sanki.
“Burcun neydi?” dedikten sonra dudaklarının aldığı kendinden emin duruşu hiç bekletmemek adına hemen söze sarıldım.
“Benim pek aram yoktur öyle burçlarla, astrolojiyle falan ama madem sordun, söyleyeyim. Balık.”
Birden tedirgin olmuş gibi eğik duruşunu bir kenara bırakıp sırtını dikleştirdi. Yüzündeki o iyimser, çocuksu ve meraklı ifade de üzerimizdeki gri bulutlara eşlik ederek kasvetli bir hâle büründü. Bu ciddiyet merasimini tamamlamak istercesine önünde bekleyen kahvesinden koca bir yudum aldı. Bense karşımdaki hafif kıvırcığa çalan dalgalı saçlı, iri, zeytin gözlü ve sağ kaşının bittiği yerin hemen üzerindeki küçücük beni ve sanki gülümsemesine lüzum dahi görmeksizin beliren kocaman gamzeli bu kadını hâlâ masum, saf duygularımla izliyor, kafamda onun da benden hoşlanmış olabileceği ihtimaline oynayan minik detaylar muhasebesi yapıyordum.
Ona, ben henüz dile getirmeden hangi burç olduğum bahsinde tahminler yürütmesine ilişkin ve onun burcunun ne olduğu gibi sorular yöneltmedim hiç. Böyle basit flörtlere, kurlara, yapay diyaloglara zerre tahammülüm yoktu. Zaten umurumda değildi. İnsan denen o acayip mahlukatı belirli bir çerçeve içerisine raptedip sınırlandırmaya yeltenen her nevi inanışa, hatta bilime fazlasıyla uzaktım. Ne fotoğrafları sevebildim bu yüzden ne de keskin fen bilimlerini. Tüm bunları ona da açıklamak, anlatmak arzusuyla yanıp tutuşuyordum.
Bu yüzden konuyu kitaplara, yazarlara getirdim ve oradan el alarak kendimi iyice yansıtabileceğim düşüncelerden, eserlerden dem vurdum. Çok doğal olarak en sevdiğim adamları zikrettim. Dostoyevski, Kafka, Camus, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’ın hangi kitaplarını okuduğunu sordum. “Sadece Huzur”, yanıtını alınca aklım bir anda Tanpınar’ın o büyük romanını değil de bakışlarıyla iyiden iyiye yüzüme vurduğu bıkkınlık dalgalarını ayrımsadı. O dakikada istediği ölçüde sıkılabilme özgürlüğünü tanıyordum ona, çünkü artık kendimi gösterme çabasına girişmiştim.
Artık beni tamamen silik, dalgın, pasif bir yapıda değerlendirmesine katlanamıyordum. Bu yüzden saydığım yazarların devasa kitaplarından, eserlerinden okuduklarımı ve en beğendiklerimi vurguladım, onların öz itibariyle neler anlattıklarını, temel meselelerini, yazarlarının kısa yaşam öykülerini, hayatlarıyla eserlerinin bağdaştığı noktaları; o eserlerin dünya edebiyatının gelişim seyri açısından önemlerini uzun uzadıya anlattım.
“Başını mı şişirdim?” diye sormamla, “Yoo, iyi böyle. Sayende yeni şeyler öğreniyorum ben de,” dediği zaman çokça derinden ve acı bir biçimde duyumsadığım üzere paylaştığım son derece özel duygular, düşünceler, hayat görüşüm ve bakış açım onun nazarında “şeyler”den ibaretti. Bu beni durdurmaya yetti mi peki? Kısa vadede evet, konuşmamı bitirdim, ancak uzun vadede hayır, ona âşık olmaya devam ettim. O ise lisedeki edebiyat hocalarının Ahmet Tanpınar’ın Huzur kitabını zorunlu olarak okuttuğunu anlattı. Sınavda kitabın içinden oldukça detaylı sorular soracağını ve bu sayede okumayanın cevap veremeyip dersten kalacağını önceden bildirmiş edebiyat hocaları.
“Zaten okumayanı gözünden, bakışından bile çakardı o. Korkudan neredeyse bütün sınıf zorla okudu kitabı. Ben fena sıkılmıştım, kendimi sıka sıka bitirmiştim. Adı huzur olan bir kitabın bana bu kadar huzursuzluk vereceğini ummazdım hiç,” diyordu gülerek. Böylece o yarım saat evvelki canlı, neşeli Ayşen geri dönmüş oluyordu.
Hayatta bazı şeyleri şu yaşıma kadar gerçekten hiç anlamlandıramamıştım. Saçma. Anlamlandıramadığım en büyük şey de hayat denen sonsuz uçurumun yamacında duran iki kayaçtan birinin saçma ötekinin komik oluşuydu. Trajikomik. Evet, hayat fazlasıyla saçma ve komikti. Aklıma yine o çok sevdiğim, bayıldığım dizeler geldi.
“Benim elbet bir bildiğim var: Hayat saçma sapandır/Üstüme saçmalı tüfeğiyle ateş açtı hayat/Yaylım ateş, bombardıman, güldürücü gaz”
Bu saçmalıklar silsilesinden en büyük payeyi de aşk mefhumu alıyordu. Bir insan, başka bir insanı neden seviyordu? Kadınlık ve erkeklikten önce, cinsellikten ve tüm çıkar ilişkilerinden başka, bir sevgi nerede başlıyor, nerede bitiyordu? Hudutları kim çiziyordu, bireyler mi yoksa büsbütün toplum mu? Birine neden âşık oluyorduk? Bu duyguyu neden evvelce kestirebildiğimiz kötü sonlara rağmen yaşamak, tatmak istiyorduk? Ve bunu yaparken neden diğer tüm seçenekleri yok sayıyorduk? Ortak noktalar, beğeniler ve zevkler mi, salt güzellik, estetik algısı mı yoksa konum, itibar ve zenginlik mi? Birine âşık olmak için bunlardan yalnızca teki ya da en baskın, önde olanı mı yeterliydi yoksa hepsinden azar azar alıp heybemizde kalanı mı tartıyorduk?
Ben Ayşen’i neden sabah akşam düşünüyor, varlığını düşlüyor ve yokluğundan tarifsiz keder duyuyordum? Ayşen’le neredeyse hiçbir ortak paydamız yokken, onun mesleği, saygınlığı ve parası beni dünyalar kadar ilgilendirmiyorken ve aslında güzelliği çoğu kişiye göre gayet sıradanken. Büyülenmiştim. Galiba aşk da hemen hemen böyleydi, sonsuz gibi görünen uçsuz bucaksız zaman nehrinin küçücük bir kıyısında, bir anlık ve bir dilimlik efsunlanma ânı. Sonrası kaçınılmaz hayal kırıklıkları, ezâ. “
"Nasıl olsa çıkaramazsın saçmayı etinden."
Eve döndüğümde yalnız abimi buldum. Odasında müzik dinleyip sigara tellendiriyordu, keyfi yerindeydi. Nereden geldiğim gibi stabil sorularından sonra beni şaşırtan bir sevecenlikle saçlarımı bir daha ne zaman uzatacağımı sordu.
“Artık hep böyle mi kestireceksin? Çok delikanlı duruyorsun böyle de be! Uzun saç daha çok yakışıyor sana.”
“Bilmiyorum abi, şu anki halinden memnunum aslında.”
Oysa asıl bilmeyen oydu, ben biliyordum. Saçlarımı artık hep bu kısalıkta bırakmayı düşünüyordum. O, içimde kopan fırtınalardan, neden bu kesimi tercih ettiğimden o denli bihaberdi ki. Ne garip, insan arkadaşlarından, hısım akrabasından önce en çok kendi ailesine yabancılaşıyor, en uzak mesafeleri, en fazla zaman geçirdiği, iç içe yaşadığı varlıklara örüyor. Daha tanışalı bir hafta geçmemişken Ayşen’i ağabeyimden, annemden ve babamdan daha yakın hissediyordum kendime. Karar vermiştim, ona rakı içme teklifinde bulunacaktım. Bunun için de en ideal gün cumartesiydi.
“Cumartesi günü programın var mı? Yoksa kimselere söz verme o akşam Beşiktaş’ta rakı falan içeriz,” yazdım. Rakıyla arasının iyi olduğunu paylaşımlarından anlamıştım.
O geceyi Ayşen’in mesajıma cevap vermesini bekleyerek geçirdim. Telefon hep elimdeydi, onu sürekli çevrimiçi görmem, beni biraz daha bozguna uğratıyordu. Belki döner diye çok bekledim, bütün gece bu saplantıyla tek satır okuyamadım, zaten okumaya çalışmam çok beyhude bir çabaydı. Sayfalar zihnimde, tereddütlerimin yarenliğini bir ömür boyu üstlenmiş vefalı mı vefalı bir girdaptı ve benim oradan kurtulma şansım yoktu. Yusuf’un kuyusu ne ise benim korkularım, acabalarım tam olarak oydu. Kendi içime gömülüyordum. Okumaya gayret gösterdiğim romanın sayfalarıysa bu eksende oldukça hoş bir dekordan öteye gidemiyordu.
O gece uzun muhakemelerden, bana derinden nüfuz eden sorular dizisinden yorgun düşerek sabaha karşı uykuya daldığımda Ayşen’den bir cevap gelmeyeceğini iyiden iyiye fark ettim. Yeni günün sabahı, öğle, akşam derken Ayşen’den gelmeyen mesaj sanki olanca ağırlığıyla üzerime abanıyor, ruhumu kemiriyordu. Sosyal medya hesaplarını neredeyse yarım saatte bir kontrol ederek bu yükten arınmaya çalıştım. O akşam Ayşen’in tweetini görmemle mideme inen kuvvetli yumruğa teslim oldum. Artık başımın arka kısmı zonklamaya, ısınmaya başlamıştı.
“Koçun balıkla anlaştığı nerede görülmüştür ki zaten!”
Onun bakışıyla her şeyin bu kadar basit olmasına mı yandım, hislerinin kendisini alıp götürdüğü yeni yerlerde umduğunu bulamayan bir kâşif gibi düş kırıklıklarıyla mı yıkandım, kendime mi bu denli öfkelendim, yine diğer insanlar gibi yaşayamadığıma mı içerledim... O dakika hissiyatım karmakarışıktı ve her zamanki pesimist, melankolik düşüncelerimi de sırtlanarak beni ucu bucağı belirsiz bir karanlığa gark etti. Donuk bakışlarla cep telefonunun ekranına kilitlenmişken babamın salondan gelen sesiyle irkiliyorum.
“Umuuut, hadi bize az şekerli kahve yap da içelim kızım.”
Mert Bakıcı
Comments