top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Merve Yakut- Pigalle Akşamı


"O güzel ayakların saygımı giyinecek,

Ayakların ki nice çağlardır küçümsendi,

Atlas, saten ayakkabıların, ey sevgili!

Kutsal ayaklarını yumuşacık saracak,

İzlerini sadık bir kalıpta koruyacak..."

Charles Baudelaire



Sıcak duş kendine getirir seni. Ellerindeki kanı temizler. Koyu kırmızı, pis kanı. Bir başkasının kanını.

***

Elbette mutluluk getirmez fakat paranın sunduğu konfora diyecek söz yoktur. Pek çok güzelliğin kapısını para açar. Arzu nesnelerinin en ulaşılmazlarını ayağınıza serer. Haute couture elbiseler, ışıl ışıl mücevherler ya da bir ayakkabı.

"Bir ayakkabı" deyip geçmemeli (mi?).

Yelena sahip olmak için âdeta çıldırdığı ayakkabısına sonunda kavuşmuştu. Fransız tasarımcının adını krem rengi iç tabanının üzerinde taşıyan bu ayakkabılar, hayli yüksek fiyatlarıyla bilinse de esasen ününü kırmızı tabanlarına borçludur. Bu ayakkabıları elde etmek için Yelena'nın ceplerini boşaltması elzemdi. Sıradan bir beyaz yakalı çalışandı o; epeydir satın almak istediği arzu nesnesini önce elinde uzun uzun tutmak, sonra narin, ince kemikli ayağına geçirmek için ikramiyeli maaşını beklemek zorunda kalmıştı.

Aralık soğuğunun iyiden iyiye hissedildiği o akşamüstü, Khreschatyk Caddesi'ndeki mağazaya girince abartılı bir ilgiyle içeri buyur edilmişti Yelena. Giydiği şaşaalı kıyafetinin bunda bir parça etkisi olabilirdi. Zengin görünüyordu. Ay sonunu güçlükle getiren, kredi kartı ekstresinde taksitli borçlarının yığıldığı biri gibi asla bakmıyordu: "Bütün mağazayı satın alabilirim bakışı"ydı onunki. Ne istediğini biliyordu. Alacağı modeli önceden, internetten bakıp seçmişti. Gözleriyle etrafa saldırmadı, ciğere bakan kedi rolünü oynamadı. Raflarda inci gibi dizilmiş ayakkabılarla neredeyse hiç ilgilenmedi. Burnu hafifçe yukarı kalkıktı. Eli, ufak çantasını nazikçe tutuyordu. Sahte Chanel çantasını. Mağazadaki hiç kimse çantanın sahte olduğunu anlamamıştı. Çoğunlukla anlamazlar.

Yelena "Pigalle" modeli ayakkabıda karar kılmıştı. Bir zamanlar Paris'teki fahişeler, müşteri bekledikleri ünlü Pigalle Mahallesi'ne gitmek için kestirme yol izleyip bir mezbahanın önünden geçerlermiş. Yürüyüş yoluna bu mezbahadan sızan hayvan kanları döküldüğünden, fahişelerin ayakkabılarının tabanları da kana bulanırmış. Belki Christian Louboutin bu hikâyeyi, tasarladığı ayakkabılara yansıtarak her kadının içinde birer fahişe yattığını düşündürmek istedi. Belki Yelena böyle düşünerek kendi fahişeliğini meşru kılma çabasındaydı. Belki de bu, anlatıcının uydurduğu bir hikâyeydi.

Yelena mağazadan çıktığında kendini son derece hafif hissetti. Bu kadar kolaydı işte uzun bacaklarını daha uzun göstermek. Şimdi hemcinslerinin onu birazcık(!) kıskanacağını biliyordu. Plazanın labirentvari koridorlarında tıkır tıkır yürürken etrafa kibirli bir zarafet saçacaktı. Âşık olduğu erkeği, Ivan'ı etkilemek için bir yol daha. Ne ki bu erkek, Yelena'nın bir arkadaşıyla nişanlıydı, oldukça yakın bir arkadaşıyla.

Yelena bu düşüncelerle Dinyeper Nehri kıyısına dek yürüdü. Ihorivska Caddesi'nde bir kafeye girdi. Yüzünü ısıran soğuğa rağmen terastaki masalardan birine oturdu. Kendine bir café creme söyledi. Paris'te değildi ama Kiev'de de Paris kafelerine göz kırpan kafeler vardı, dünyanın birçok şehrinde olduğu gibi. Dünyanın birçok şehrinde olduğu gibi Ukrayna'da da Işıklar Şehri'ne hayran çokça insan yaşıyordu... Üç sene öncesiydi; Yelena, Olga ve Ivan, Paris'e gitmişlerdi. Hafta sonu gezisi. Ucuz uçak biletleri, Place de Clichy yakınlarında iki yıldızlı, ucuz bir otel, sandviçle geçirilen öğle yemekleri ve mütevazı bistrot'larda, menüdeki en ucuz şarap seçilerek yenen akşam yemekleri. Her görkemli yapı önünde üçer dakika fotoğraf molası. "Bu karede kendimi hiç beğenmedim. Bir daha çeker misin, Yelena?" Bir daha çek, Yelena. Shoot it again, Sam! Yelena gezi süresince kendini bir gezginden çok, fotoğrafçı gibi hissetmişti. Kıskançlığını belli etmemek için susmalıydı. Sustu. Gözlerini, ruhunu doyurmayı sürdürdü. Paris her şeye rağmen ve her zaman çok güzeldi: Mutluyken ya da mutsuzken, yalnızken ya da arkadaşlarla, gençliğin gamsızlığıyla ya da yaşlılığın olgunluğuyla, hastalıkta ve sağlıkta, hatta sokaklarında beş parasız dolaşırken bile, Paris çok güzeldi.

Louvre Müzesi'nden çıkınca, ayakları onları Jean-Jacques Rousseau Sokağı, on dokuz numarada bulunan Christian Louboutin mağazasının önüne getirmişti. Yelena ile Olga vitrinde birer mücevher gibi sıralanmış ayakkabılara uzun uzun bakmıştı.

Kendinden emin biçimde "İşte şuradaki... Şu ayakkabı bir gün benim olacak." dedi Yelena. Olga müstehzi gülümsemesiyle karşılık verdi:

"Umarım olur."

Yelena üç yıl öncesinin sıkıcı anısıyla bunalmışken, saatin geç olduğunu fark etti. Annesi söylenecekti yine. "Ben yirmi altı yaşındayım artık, anne." diye çıkışmak için harika bir gece. Tartışma fikrinden hemen vazgeçti. Nasıl olsa, her zamanki gibi "Anne olunca anlayacaktı". "Anne olmak, çocuğuna her daim karışmak mıdır?" diye düşündü Yelena.

Kafeden çıktı. Büsbütün bastırmış karanlığın içinde yürürken ayakkabılarına baktı. Sonra ayakkabılarının on iki santimetrelik, ince topuklarına. Bacağını hafifçe arkaya kırıp kırmızı tabanlarına baktı. Kırmızı kuşe kâğıt gibi, elma şekeri gibi pırıl pırıldı tabanlar. Çıkardığı ses bile başkaydı sanki bu incecik, uzun topukların. Ne hoş melodiydi bu ve ne kışkırtıcı. Yelena, Ivan'ı görme isteğiyle dolup taştı.

Bulgakov Müzesi'ni geçmişti. Sokaklar şimdiden ıssızlaşmıştı bile. Derken, arkasından gelen iki yabancının seslerini duydu. Aslında Kiev'de sıkça duyduğu bu dile pek yabancı sayılmazdı. Gülüşmelerden, tonlamaların yaydığı iştahtan bu adamların tekinsiz olduğunu sezdi. Gittikçe yaklaşıyordu sesler. Yelena adımlarını olabildiğince sıklaştırmaya çalıştı. Fakat üzerinde durduğu ince topukların engeliyle pek mümkün değildi bu.

Gazete haberlerinden çokça âşinâ olduğu üzere, bu adamlar tehlikeli olabilirdi. Kiev'e, Ukrayna'nın herhangi bir kentine, ama en çok Kiev'e kadın açlığıyla gelen öyle çok Türk erkeği vardı ki. Rahatsız edici bakışlarını kadınlara kilitleyen, gördüğü her kısa etekli kadını "o yolun yolcusu" zanneden bu uçkur düşkünlerinden gına gelmişti artık.

Erkeklerden şişmanca olanı, elini Yelena'nın kalçasına attı aniden. Sokağın ıssızlığından cesaret bulmuş olmalıydı. Soğuk bir ter damlası, Yelena'nın sırtından aşağı doğru aktı. Kaçıp kurtulmak olanaksızdı. Aklını kullanacaktı:

"Turkish lira?"

Bir yerlerden kulağına yer etmiş şu iki sözcük ağzından çıkıverdi. Yalancı bir gülüşle süsledi sözünü.

Erkeklerin gözleri döndü. Heyecanla, aptalca sırıttılar:

"Yok bizde lira. Başka şeyler var, başka şeyler!"

Yelena anlamıyordu. Ancak oyununa devam etti. Zaman kazanmak istiyor, o sırada sokaktan birilerinin geçmesini umuyordu. Sonra işaret diliyle "Kondomsuz olmaz." demeye çalıştı. Karşısındakiler bunu zor da olsa anladı. Ardından aralarında konuştular. Zayıf olan "Arka sokaktan geçerken bir market görmüştüm, abi. Hemen gidip geleyim... Sen hatunu oyala... Hemen geliyorum." dedikten sonra uzaklaştı. Yelena şişmanla yalnız kaldı. Kollarını ona uzatırken mide bulantısını gizlemeye gayret ediyordu. Tacizci, kendinden geçti. İçkiyi fazla kaçırdığından, sağa sola biraz yalpalıyordu. Yelena'nın memelerine dokunmaya başladı.

Kan beynime sıçradı öfkeden beynime saplandı kanlı bıçaklı kılıçlı keskin keskin keskin aletler baltalar ki Dostoyevski'nin kaleminin ucunda değil yalnızca benim de zihnimdeler şimdi tutturuyor zihnim balta diye bir balta lazım bana belki iki balta belki daha fazla balta balta girmemiş orman gibi gür ve ıssız ve safım tam da şu an ormanım bir orman gibi kardeşçesine yaşamak isteyen Nâzım Hikmet gibi özgür hissederken kendimi bu adamlar beni bir köşede kıstırıp öldürebilir mi yoksa yalnızca tecavüz mü ederler fakat tecavüz eden öldürür de ikisi arasında bence pek az fark var biraz daha kötülük sonra biraz daha cesaret ve boğazıma bir anda yapışan iki el sıkar sıkar sıkar boğazımı nefesim tükenene dek acaba kaç dakika sürer çırpınmam ne derler ona can çekişmesi yo hayır ben daha yirmi altı yaşındayım anne sen hep bana cesur kızım derdin anne emin ol cesurum şimdi de fakat bana balta lazım keskin bir alet ya da delici evet delici bir alet de pekâlâ iş görür bu haydutları durdurmak için öyle ya bir şeyler yapmalı kurtulmalıyım onların iki kişi olması bir şey değil ben bir ormanım sayısız ağaç uzar gider içimde görebilir misiniz siz kadınların içinde uzayan ağaçları nasıl uludur ne kadar çoktur şunu bilin ki hiç az değiliz bilakis çok çok fazlayız biz hayatın başlangıcıyız hayatız rahatsız olun görün hakikati de biraz susun dokunmayın kirli ellerinizle bırak göğsümü aşağılık herif sen dur şimdi!

Genç kadın hızlı bir hamleyle eğildi, ayakkabısının tekini çıkarıp eline aldı. Pis herifin gözüne o loşlukta nişan aldı ve tam isabet! On iki santimetrelik ince topuk, adamın gözüne saplandı. İsabetin kusursuzluğuna hayran kaldı Yelena. Bir kahkaha attı. Kıpkırmızıydı ayakkabı. Elleri de kanlıydı. İşte özüne dönmüştü Louboutin: Mezbahadan farksız o caddede kana bulanmıştı.

***

Sıcak duş kendime getirdi beni. Ellerimdeki kanı temizledi. Ayakkabıyı sonra temizleyeceğim. Belki hiç temizlemem. Hatırlatsın bana bu geceyi, hatırlatsın kaçıp kurtuluşumu şu yüksek, çivi gibi delici topukların sayesinde ve aklımın. Aklım ki en güçlü silahım.

Ayakkabıyı temizlemeyeceğim. Öylece kalsın.


Merve Yakut


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commenti


bottom of page