Pespaye gökdelenlerin arasında üç beş ağaçlık yeşil alan bulduğuma sevinmeli miyim, ağlamalı mıyım karar veremedim. Yine de bir nimettir diye düşündüm ve yalnızlıktan ağlar gibi duran o banka oturdum. Bedenimin tüm ağırlığını bıraktım oracığa. Bir an için gözlerimi kapattım. Cıvıl cıvıl kuş sesleri, rüzgârın harekete geçirdiği yaprakların hışırtısı ya da içime işleyen temiz havadan müteşekkil değildi içinde bulunduğum atmosfer. Zaten olsa da hissedebilir miydim, emin değilim. Buram buram egzoz kokusu, gökdelenin bilmem kaçıncı katındaki vincin sesi, milim milim ilerleyen trafikteki korna ve siren sesleri, bağrışlar... Hepsi bu.
Bunca kaos bunca hengâmenin içinde yer yarılsa bile içimde hiçbir yaşam emaresi olmayacaktı. Ne öfke ne serzeniş ne umut ne de hayal. Çünkü yaşayan bir ölüye dönüşmemin üzerinden epey zaman geçmişti. Dört duvarlar nefesimi keser gibi olmaya başlamıştı. Ben de her Allah’ın günü kendimi sokaklara atarken bulmuştum. Belki bir gün biri de fark edip, “Hey, buraya bakın buraya, gezinen ölüye bakın,” der diye bekliyorum. Hem terapistim de önerip duruyor. “Bol bol yürüyüş yapın, yeşil manzaraya bakın size iyi gelecektir.” Kabul ediyorum, amacından biraz sapmış olabilirim ama bu öneriye uyma konusunda oldukça gayretliyim.
Adım atmaktan mecalim kalmayınca da bir banka oturup kalıyorum tıpkı şimdi olduğu gibi. Ayaklarımın altında bir hareketlilik var. Bir karınca sürüsü izmaritlerin arasında sırtlarına yüklendikleri çekirdek kabuklarıyla usul usul ilerliyor. Az ileride yuvaları görünüyor. Kış hazırlıkları başlamış demek. Yarından haberiniz yokken bu azminiz nereden geliyor bir anlasam. Ben mi? O defterleri çoktan kapattım. Muhtemelen bundandır garipsemem. Peki ya siz, az sonra üzerinizden bir çift ayakkabının geçeceğini de tahmin edemezsiniz değil mi?
İşte yine, işinde gücünde birilerinin daha kursağında kaldı hayat. En son böyle ölü gibi gezmeden önce ben de işimde gücümdeydim. Ta ki boğazıma dizilene kadar. Anlayacağınız emektar karıncalar, siz de benim gibi bir katil tarafından yaşamdan koparıldınız. Benim katilim bir çift ayakkabı değildi elbette. Ruhsuz bir kalbin mağduruydum ben. Ne fark eder ki, sizin katiliniz atan bir kalp taşıyor olsaydı hunharca ezip geçmeyecekti belki de sizi. Neyse canım, olayı dramatize etmenin bir manası var mı? Hem insanlar ne derler; olmuşa çare yok derler, ölenle ölünmez derler, derler de derler.
Yere yapışıp ince bir tabaka haline gelen karıncaların üzerine bir avuç toprak attım. Etrafını çalı çırpıyla çevirip üzerine şöyle bir not bıraktım. “Ekmeğinin peşinde, yaşamdan koparılan karıncaların anısına…” Tekrar geçip banka oturdum. O an çalı çırpının etrafını, kendi kabilelerinden olduğunu tahmin ettiğim karınca sürüsü sardı. Vefalılarmış da, helal olsun ne diyeyim. İki ayaklı insan canlısı gibi, öyle gamsızca bir yandan helva yiyip bir yandan dedikodu batağına batıp çıkanlardan değillermiş.
Bu kez, dalda bıkmadan usanmadan bana doğru bir şeyler anlatmaya çalışırcasına öten serçenin sesine dikkat kesildim. Beni ölü halimle fark eden ilk canlı olsa gerek. Nihayet. Bravo sana. Belki bir insan canlısı değildi ama ne mahsuru olabilirdi ki. “Teşekkürler çenebaz,” deyip çantamda taşıdığım bir avuç kuş yemini uzatmak için yeltenmiştim ki, kuş lastiğinden süratle harekete geçen bir taş, serçenin tam kafasına isabet etti. Ayakkabılarımın ucuna düştü zavallı çenebaz. Şimdi o da ölü ben de. Sanıyorum, aradaki fark epey aşikâr. Katil yine aynı katil. Neyse, iyi haber onun da vefalı dostları varmış, toplaştılar hemen yanı başına. Vefa denen şey sadece hayvanlara has bir şey olsa gerek.
Belki benim kafama taş atılmamıştı ama arkamdan dönen dolaplardan sonra ben de yüreğime şöyle okkalı bir darbe almıştım. Kendi yolunda ilerleyenlerin barınacağı bir yer değil burası. Çelme takan çok olur ya işte o hesap. Korkulur senden insanoğlu.
Küçük bir çukur açtım oracıkta, sonra üzerini örttüm bir avuç toprakla. Onun da etrafını çevirdim çalı çırpıyla ve üzerine şu notu iliştirdim. “Yaşam hakkı elinden alınan tüm kuşların anısına…”
Biçare döndüm yine o banka. Şöyle bir göz gezdireyim dedim etrafa. Aynı hengâme aynı kaos, kaldığı yerden devam ediyor işte. Daha fazlasına katlanamazdı hassas terazi gibi işleyen yüreğim. Artık ben de son kurşunumu atmalıydım bu umursamazlığa. Tabii, elimde kalan tek atımlık kurşundu kelimeler. Etrafı süzerken kepenkleri indirmek üzere olan kırtasiyeyi gözüme kestirdim. Bir koşu kapısına vardım. Büyükçe bir karton alıp çıktım. Kartona koca koca harflerle, “Yaşayan ölüye dönüştürülen tüm insanların anısına,” yazıp koydum bankın üzerine. Sonrası, yolcu yolunda gerek! Kararlıydım, benden bir hatıra olarak her sokağa ayak izlerimi bırakacaktım, ömrüm yettiğince. Ama ya karınca ve serçeyle akıbetim aynıysa, ya beni bekleyen sona doğru ayaklarım çekiliyorsa yavaş yavaş… Öyleyse, kaç adımlık ömrümün kalmadığını bilmediğim bu anda da bana yakışanı yapmalı mıyım? Neden? Hayatım boyunca kimden en ufak bir iyilik gördüysem gönülden bir teşekkürü hiç ihmal etmedim, edemedim. Aman şimdi sırası mıydı? Ahh, ne uslanmaz bir ölüyüm ben.
Ve işte oldu. Uygun bulduğum bir duvara hayatımın dipnotunu attım.
“Deli unvanını almamda emeği geçen tüm cüretkâr insanoğluna müteşekkirim.”
Merve Yazar
Comentarios