Papatya, aracıyla yola çıkalı kırk dakika olmuştu. Şehrin orta yerindeki evini geride bırakmıştı. Otobanda ilerlerken neşeli bir müzik açtı. Çok gergindi. Gerilmesine sebep olan asıllı asılsız tüm düşünceleri bastırmak için müziğin sesini açtı. Şarkı bir çocuk şarkısına dönüştü. Huzursuz oldu. Müziği kapattı. Yola çıktığında kar yağıyordu. Yolda ilerlerken kar fırtınaya dönüşmüştü. Yola devam etti. Sonunda gelmişti. Ev yolun sonunda onu bekliyordu. Çitlerin arasında, iki katlı bir köy eviydi. Evin oldukça geniş olan bahçesi çitlerle çevriliydi. Bakımsızlıktan bahçeyi çalı çırpı sarmıştı. Papatya arabasını bahçe kapısının önüne park etti ve arabadan indi. Etrafa bakındı. Henüz kimse gelmemişti. Telefon etti. Evi satacağı insanları aradı. Bu saatte burada buluşacaklardı. Nerede kalmışlardı? Fırtına sebebiyle yolda kalmışlardı. Evi görmeye gelmelerinin mümkün olmadığını, geri döneceklerini, başka bir gün tekrar geleceklerini söylediler ve telefonu kapattılar. Papatya’nın burada yalnız olduğunu idrak ettiğinde hissettiği şey korkuydu. Gitmek istiyordu ama arabanın kapısı açılmıyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın arabanın kapısını açmayı başaramadı. Arabaya binemeyecekti. Hava çok soğuktu. Eve doğru baktı. İstemiyordu ama başka çaresi yoktu. Yirmi altı yaşında arkasına bile bakmadan kaçıp gittiği anne evine on dört yılın ardından ilk kez giriyordu.
Ev boştu. Kimsesizdi. Eşyalar olması gerektiği gibi, on dört yıl önce bıraktığı yerdeydi. Zamanla eriyen perdeler dışarıdaki ışığın içeri girmesini engelleme görevlerini yerine getirebiliyorlardı. Papatya salonun orta yerinde durdu. Borçları olmasa, satmak için bile olsa, bu evden içeri adımını atmazdı. Eski kocası tarafından dolandırılmamış olsa... Güvenebileceği bir şeyler olsa... Hayat onu bu kadar hırpalamasa... Gelmezdi.
Evdeydi.
Salonun orta yerinde durmuş, fırtınanın biraz olsun dinmesini bekliyordu.
Kapının önünden bir ses duydu. Hırıltı mıydı?
Sonra sesin evi dışarıdan çevrelediğini anladı. Perdeyi araladı. Evin etrafının bir kurt sürüsü tarafından sarıldığını gördü. Sürü, bir kokunun izini sürüyor gibiydi. Takip ettikleri Papatya’nın kokusuydu. Korkuyla pencereden geriye doğru sessizce çekildi. Papatya sessiz olmaya ne kadar özendiyse de evden bir ses duyuldu.
Üst kattan.
Bir şarkı.
Radyoda duyduğu çocuk şarkısı.
Bir kadın mırıldanıyordu.
Ev bu şarkıyı tanıyordu. Papatya bu şarkıyı tanıyordu. Ama bu gerçek olamazdı. Bir kâbusun içinde olduğunu kendine kanıtlamak için sesin geldiği üst kata çıkmalıydı. Üst kat koridorunun ucundaki odadan gelen sese doğru yürüdü. Ses odanın içindeki büyük dolaptan geliyordu. Dolabın önüne gitti. Kapısını açtı. Küçük bir oda büyüklüğündeki dolabın içinde boş bir beşik, beşiğin başucunda anne şefkatiyle şarkısını mırıldanan kadın vardı. Alnından kan damlıyordu. Papatya korkuyla mı, dehşetle mi, yoksa özlemle mi karar veremeyeceği duygularla kadına baktı.
“Anne” dedi, “Ben delirdim mi?”
Annesi sevgiyle Papatya’nın yanaklarını ellerinin arasına aldı.
“Sakın bir daha böyle şeyler söyleme. Tabii ki delirmedin küçük meleğim.”
“O halde ben delirmediysem, sen burada olamazsın anne.”
Annesi bu defa biraz sıkarak, biraz canını acıtarak, biraz sert bir ifadeyle Papatya’nın yanaklarını ellerinin arasına aldı.
“Sakın bir daha böyle şeyler söyleme! Şimdi uyku vakti küçük meleğim.”
Dolabın kapağı bir anda üstlerine kapandı.
Her yer karardı.
Papatya uykuya daldı.
Papatya uyandı.
Dolabın içi, tavandan sarkan ve çeşitli şirin hayvan sembolünden oluşan lambanın ışığıyla aydınlanıyordu. Lamba sakin bir melodi eşliğinde dönüyor, döndükçe şirin hayvanların gölgeleri duvarda büyüyordu. Papatya dışarıda çok üşümüştü. Şimdi sıcaktaydı. Yıllardır uyuyamadıklarını uyuyabilirdi. Ama aldığı koku dalıp gitmesine engel oldu. Tanıdık bir yemeğin kokusuydu. Annesinin yirmi altı yaşına kadar her sabah ona yaptığı bıldırcın yumurtası ve muzdan oluşan, o besleyici ve büyütücü yemeğin kokusunu aldı. Annesi şarkısını mırıldanırken kasedeki yemeği karıştırıyordu. Papatya asla uyuyamayacakmış gibi ayıldı. Buradan gitmesi gerekiyordu.
Denedi.
Yattığı yerden kalkamıyordu. Yattığı yerde kımıldayamıyordu. Annesi tarafından muntazam bir şekilde kundaklanmıştı. Beşiğin içinde yatıyordu. Huzurlu değildi. Sıkışmış hissediyordu. Kundağa dönmek istemiyordu. Kollarını bacaklarını oynatamayınca yılan gibi kıvrılarak kurtulmaya çalıştı. Kurtulmaya çalıştıkça içine sığamadığı beşiğin tahtalarına çarpıyordu. Annesi yemek kasesiyle birlikte yanına geldi.
“Uyandın mı küçük meleğim?”
Yemeği istemiyordu. Annesi iğrenç bıldırcın yumurtalı muzlu besleyici, büyütücü besini kaşıkla boğazından içeri akıtmaya çalıştıkça kusacak gibi oluyordu. Kurtulamıyordu.
“Anne istemiyorum,” dedikçe tren geliyordu, uçak geliyordu, otobüs geliyordu, her kaşık başka bir ulaşım aracı olup Papatya’yı boğmaya geliyordu. Yemeği tükürerek kendini korumaya çalışıyordu.
Annesi çocuk gibi dudaklarını büzüp, “Ama anneyi üzüyorsun,” dedi.
“Yemekten sonra da bıcı bıcı yapacağız.”
Papatya plastik küvette buharı yükselen suya baktı.
Tertemiz olacaktı. Kızaracaktı. Buruşacaktı.
Hayır hayır hayır hayır hayır! Bu onun başına geliyor olamazdı. Yine olamazdı. Tırnaklarını kundağın kumaşına geçirdi. Kumaşı yırtarken tırnakları söküldü. Kundaktan kurtulmuştu. Annesi, “Ama anneyi üzüyorsun,” dedi. Papatya’ya sarılarak onu durdurmaya çalıştı. Papatya plastik küvetteki kaynar suyu annesinin üstüne döktü. Annesi kaynar sudan yanmış derisiyle hala, “Ama anneyi üzüyorsun,” diyordu ve Papatya’yı durdurmaya çalışıyordu. Papatya iterek annesini kendinden uzaklaştırmaya çalışırken annesi suyla ıslanmış zeminde kaydı ve düştü. Başını beşiğin kenarına çarptı. Alnından kan damlıyordu. Artık hiçbir şey söylemiyordu. Sesi çıkmıyordu. Papatya annesini öylece bırakıp dolaptan çıktı ve koşarak alt kata indi.
Kadınlar evin salonunda toplanmıştı. Ağlayanlar vardı. Zavallı kadın, yaşı da çok gençti diyenler vardı. Zavallı kızı, kimsesi de kalmadı diyenler vardı. Annesi kızı için ne fedakarlıklar yaptı diyenler vardı. Annesi kızına çok düşkündü diyenler vardı. Annesi, annesi, annesi diyenler vardı! Papatya az önce annesini öldürmüştü. Kadınların onu geri çeken ellerinden kendini kurtardı ve evden dışarı kaçtı.
Kar fırtınası devam ediyordu. Yerler neredeyse boyu kadar karla kaplanmıştı, arabasını göremiyordu bile. Yürüdü. Yoldan yürümek istedi ama yol neresi kestiremiyordu. Sokak lambalarının ışıklarını takip ederek yolda kalmaya çalışıyordu. Sokak lambalarının ışıkları...
Hayır.
Bu defa gördüğü ışık lambalara ait değildi. Beyaz karın arasında bir çift gözden yansıyan bir çift kırmızı ışıktı. Yürümeye devam etti. Hırıltılar da duymaya başladı. Korktu. Bir çift kırmızı göz daha gördü. Yürümeye devam etti. Korktu. Hırıltıları duymaya devam etti. Sağdan, soldan, arkadan geliyorlardı. Dönüp arkaya baktı. Evin etrafını saran kurt sürüsü peşinden geliyordu. Sağdan, soldan geliyordu. Hemen karşıdan ona doğru geliyordu. Evin etrafını saran kurt sürüsü Papatya’nın etrafını sarmıştı. Kaçacak yeri yoktu. Kaçmanın bir anlamı yoktu. Sert ve korkutucu görünümlerine rağmen tatlı ve uysal canlılar olmalarını umdu. Belki bütün dünyaya karşı acımasız ama ona karşı şefkat dolu olacaklardı. Öyle olmadıklarını içlerinden biri üstüne doğru koşup bacağından kocaman bir ısırık aldığında anladı. Acıyla ağlamaya başladı. Kopan etin altındaki kemik gözler önündeydi. Bacağından karın üstünde kan akıyordu. Kurtlar Papatya’nın ağladığını görmüyorlardı bile. Umursamıyorlardı. Gözyaşı dökmesine sebep olan kurdun, gözyaşı dökmesini umursayacağını düşünmek düpedüz aptallıktı. Kurtların kan kokusuyla iştahları kabardı. Bu defa tek biri değil, sürünün tamamı Papatya’dan birer parça koparmak için üstüne koşuyordu. Kaçmanın anlamı yoktu. Merhamet dilemenin faydası yoktu. Ama Papatya yine de hem kaçtı hem de merhamet diledi. Zaman zaman canı acımıyormuş gibi davranıp savaşmayı da denedi. Elmacık kemiğinden kalça kemiğine kadar bütün vücudunda açıkta kalan kemikleri vardı artık. Bütün vücudundan kan dökülüyordu. Kar taneleri bütün sesleri hapsediyordu.
Yalnızca Papatya’nın çığlıklarına yetmiyorlardı.
Papatya kurtlarla savaşarak, yenilerek, kaçarak evin önüne kadar geldi.
Kapıyı açtı, içeri girdi. Ev olması gerektiği gibi boştu. Kurt sürüsü evin etrafında çember oluşturdu. Üst katta annesi o çocuk şarkısını mırıldanıyordu. Papatya üst kata çıktı. Odaya girdi. Odadaki büyük dolabın kapısını açtı. Annesi şefkatle beşiği sallarken şarkıyı mırıldanıyordu. Alnından kan damlıyordu.
Papatya, “Anneciğim...” dedi, “canım acıyor.”
Ağlamaya başladı. Annesi kollarını açtı.
“Bana gel küçük meleğim.”
Papatya’yı kollarının arasına aldı.
Elbisesinin üst düğmelerini açtı ve damarlarında kan yerine süt dolaşan iri memelerini ortaya çıkardı.
Papatya annesinin sol memesinden süt içerken bütün acıları diniyordu. Savaşı bitmişti.
Dolabın kapısı birden anne kızın üstüne kapandı.
Annesi küçük meleğini sonsuza kadar tüm kötülerden ve kötülüklerden koruyacaktı.
Meryem Demirli
Comments