top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Muhammed Atakur- Ejderha Değil Ejderya

Hayaletlere inanır mısınız? Hayaletli hikâyelere? Sevimli hayalet Casper’a? Cem Yılmaz’ın oynadığı hayaletli İtalyan filmini izlediniz mi? İrem -Hayalet Sevgilim… Maskesi düşene kadar Scooby ve arkadaşlarının peşinde koşan hayaletler size inandırıcı geliyor muydu? En azından hayaletli bir hikâye dinleyip uyuyamadığınız bir geceniz olmuştur. Tabii yaşınız epey geçkinse ve hayaletlere inanmak çocukça geliyorsa diyecek bir şey yok. Hayatımızı karartan adamın da söylediği gibi, ister inanın ister inanmayın!

Ne zamandır ben de böyle bir etkinlik peşindeydim zaten. Doğada yürüyüş, dağa tırmanış, ormanda koşu, göl kenarında bir gece… Instagram storylerinde her hafta sonu böyle hikâyeler izleyip de çıldırmamak için storyleri ateşe verirken bizim gençlerden hocam hafta sonu sınıfça kamp yapıyoruz siz de gelmek ister misiniz mesajı düşmüştü bildirim çubuğuna. Fırsat bu fırsat. Öğrencilerini yalnız bırakmayan, onlarla arkadaş gibi takılan bir lise öğretmeni imajı çizme şansını kaçırmazdım. Cuma günü 11-B sınıfı ve edebiyat öğretmenleri kamp eşyalarıyla okula geldiğinde bizi kıskanan öteki öğrencilerin bakışlarını, öğrencilerle arkadaş olmayı yersiz bulan müdür yardımcılarının huzursuz söylenmelerini ve bize katılmak istese de hayatının gerekliliklerini bahane eden öğretmenlerin hayıflanmalarını geride bırakıp İstiklal Marşı’nın ardından yola koyulmuştuk. Çantalar elimizde, storyler cebimizde ecelimize doğru neşeyle ilerliyorduk.

Yaşlı adam çıkageldiğinde zar zor yaktığımız cılız ateşin etrafına dizilmiştik. Ateşin etrafında kamp havasına girmiş, böyle bir dönemde bir iki günlüğüne doğaya dönmenin, temiz hava almanın ne kadar faydalı olduğuna dair farklı kollara uzayabilecek bir muhabbet başlangıcı yapmaya çalışıyorken karanlığın içinde belirivermişti. Garip kıyafeti, yağ bağlamış saçı sakalı, elinde sıkıca tuttuğu kalın zincirle ormanın derinliklerinden gelmişti. Elindeki zincir, ormanın karanlığında gizlenmeyi tercih eden ne idüğü belirsiz hayvanının boynuna uzanıyor olmalıydı. Yaşlı adamın bizimle oturma isteği, tedirginliğimizden doğan sessizlikte onay bulmuştu. Bağdaş kurup oturduğunda yaktığımızdan beri pek bir cılız duran ateş, sanki yaşlı adamın aramıza katılışını kutlar gibi harlanmıştı. Hatta ateşin etrafında oluşturduğumuz muhabbet çemberi de bozulmuş, yaşlı adamın oturduğu köşe bir anda başköşeye dönüşmüştü. Üzerimize tazyikle gizem, alabildiğine büyülü sessizlik yağıyor. Karanlığımıza çok uzakta şamdanları yanan ruhsuz şatolar, mağaralardan boşalan yarasalar, suspus olmuş baykuşlar eşlik ediyor. Ormandaki gölgeler kollarını iyice uzatmış, bir yerlerden belli bir ritme bağlı kalmayan çalgılara eşlik eden kahkahalar yükseliyor. Sanki bütün ağaçlar gövdelerine son kez nefes çekmiş olacakları bekliyor.

“Kimlerdensin bey amca? Akşam vakti kayıp mı oldun? İstersen evini bulmana yardım edelim. Çocukların… Torunların merak etmiştir. Evinin yolunu hatırlıyor musun?”

Gölgelerin arasında kalan hayvan, sahibini aşağıladığımı anlamış gibi huysuzlanıp homurdanmıştı. Elindeki zinciri uyarı mahiyetinde çekiştiren yaşlı adam, bakışlarını bana çevirmişti. Gözlerinin siyahı büyümüştü de benimkileri tehdit ediyordu sanki. Ortamızda duran ateş, yaşlı adamın hiddetli bakışlarından aldığı cesaretle daha bir serpilmişti.

“Kimim, kimlerdenim biliyor musun genç adam? Ben en yaşlı olanım. Nehir ile ağaçlar henüz yokken toprağa ayak basardım. İlk yağmur damlasıyla ilk meşe palamudunu hatırlıyorum. Yıldızların altındaki karanlığı, korkunun bilinmediği zamanlar hâlâ hatırımda. Evimin yolunu da biliyorum. Evim buradan çok uzaklarda. Varlığı dilden dile dolaşan bir canlıyı, bir ejderyayı bulabileyim diye düştüm yollara.”

Burada birkaçımız kısık at kişnemesine benzer bir gülüş atmıştık. Bu gülüşün sosyal âlemdeki hali shshshsh gibi bir şeydi.

“Ejderha olmasın o. Hani şu Game of Thrones’ta gördüklerimizden.”

Noktama kahkahamı yetiştirmiştim. Tabii sevdikleri diziye gönderme yapan öğretmenlerini yalnız bırakmayan öğrencilerim de benimleydi.

“Ejderha değil ejderya! Bir ejderhanın peşine düşecek kadar aklımı yitirmedim. Fakat sizin kalbiniz körelmiş. Zihninize, göremediğiniz şeye inanmama hastalığı bulaşmış.”

“Nihayetinde çocukça hikâyeler. Bu devirde kim inanı…”

“O halde müsaade verin de sizlere çocukça bir hikâye anlatayım.”

Hem sözümü kesmiş hem lafını yedirmişti. Otoritemi itin götüne sokmuştu. Bizim çocukların gözleri de fal taşı gibi büyümüş, bir karış açık ağızlarıyla anlatılacak hikâyeyi bekliyorlardı. Bütün olay sakal. Bütün olay gizem. Ulan fantastiğin köpeği olmuşsunuz. Ayıptır be! Yaşlı adam da bizim heveslileri görünce iyice heveslenip anlatmaya başlamıştı.

“Tepenin ardında kalan yakılmış köyün hikâyesini bilir misiniz? Bilmezsiniz tabi. Hah işte o bilmediğiniz köyün çobanı görme yetisini çocukluğu gençliğine evrilirken kaybetmişti. Gençliğinin son demlerine yaklaştığında gözleri neredeyse işlevsizdi. Yani göz çukurlarının dolu ya da boş olması onun için pek bi’ şey ifade etmiyordu. Zaten bebeklikten beri çobanlık yaptığı, her gün önüne kattığı sürüyle beraber aynı yolu gidip geldiği için tabiri caizse bu işi gözü kapalı yapabiliyordu. Hatta köyde kendisinden şüpheye düşen olursa, sen hiç meraklanma ben bunları gözüm kapalı bile otlatırım, diye başkasından önce kendisi dalgaya alıyordu görmeyen gözlerini. Allahı var iyi çobandı. Tabii her gün yanına kattığı, gözleri kapandıkça sayıları artan köpekleri de onun en sadık yardımcılarıydı. Başına gelen hiçbir şeyden şikâyet etmeyen, sesini yükseltmeyen, ahı vahı duyulmayan çoban, yine sürüyü otlatmaya gittiği günlerden bir gün vakitsizce köye dönmüştü. Koşarak. Vardığında, güneş henüz tepelerin arkasına saklanmamış, yaşlılar ikindi için caminin yolunu tutmamış, çocuklar da akşamüstü oyunları için evlerinden çıkmamışlardı. Köye feryat figan dönen çobanın yanında ne sürüden ne de köpeklerden iz vardı. Ezbere bildiği yollarda düşe kalka ilerleyen çobanın ağzında ise tek bir söz yankılanıyordu: Ejderya!

Köylüler, haber vermek için can havliyle meydana koşan, haberini verir vermez de meydanın orta yerine bayılan çobanın etrafına toplanmışlardı. Eller çobanı kaldırmış, omuzlar çobanı taşımıştı. Baygın çoban evine götürülürken de sürünün başına ne geldiğiyle ilgili tartışmalar başlamıştı. Ayıldığında kendini evinde bulan çoban, insanları gördüklerine inandırmaya çalışsa da çabası nafileydi. Ortak fikre göre sürüyü kurt kapmış, çoban ise bu işten sıyrılabilmek için yalana başvurmuştu. Bu böyledir. Gözleriniz görmüyor diye kimse şahit olduklarınıza inanmayabilir. Fakat bir ejderyayla karşılaştığınızı söylerseniz, bunun gözünüzün görüp görmemesiyle bir ilgisi olmaz. Af buyurun lakin o ellerinizdekini neden bana yönelttiğinizi sorabilir miyim?”

Yaşlı adamın bir anda hikâyeyi kesmesi hepimizi afallatmıştı. Anlattıkları benim bile ağzımı bir karış açık bırakmıştı. Önümdeki ateşe öyle dalmışım ki ateşin içinde yaşlı adamın anlattıkları oynuyordu. Sanırsınız Bay Tumnus, Lucy’e Narnia tarihini özet geçiyordu. Hikâye kesilince önce yaşlı adama ardından öğrencilere baktım. Aralarından bazıları kameralarını yaşlı adama çevirmişti. Biri utançla telefonunu indirirken cevap verdi:

“Canlı yayındaydık. Hikâyenizi paylaşmak istedim… Sorun olmazsa? Hatta isterseniz sizi de etiketlerim.”

“Teşekkür ederim. Allah sizden razı olsun. O yaptığınız şeyi yapmaya da devam edebilirsiniz. Ben daha geç olmadan hikâyeyi bitireyim. Nerde kalmıştık…”

“Çoban ömür boyu yaptığı çobanlığından alelacele kovulmuştu. O akşam uyku uyuyamayan çoban, köylülerin kendisine yakıştırdığı yalancı sıfatını kabullenememişti. Bütün bir ömrü köylülerin hayvanlarını otlatmak için geçirmişken kendisine inanılmaması, bir de üstüne yalancı diye yaftalanması kanına dokunmuştu. Çobanlıktan başka iş bilmeyen çoban, bu köyde olmasa başka köyde çobanlık yapabilirdi. Hem zaten kendisini yalancı diye bildikleri bu yerde kalmasının bir anlamı kalmamıştı. Doğup büyüdüğü köyü terk edecekti fakat giderken geride kalanlara da gittiğini haber verecekti. O gece çoban, köyünü terk etmeden hemen önce bütün köyü ateşe vermişti. O geceden de o köyden de sağ çıkan tek kişi gözleri görmeyen çobandı. Gittiği her köyde, çobanlık yaptığı her yerde hikâyesini anlatmıştı. Karşılaştığı herkese ejderyadan bahsetmişti. Ejderya demişti, önce sürümü telef etti, sonra da köyümü. İster inanın ister inanmayın!”

Ortamda bulunan her türlü itibar, her türlü saygınlık onundu artık. Bu saatten sonra sıraya girip elini öpsek kimse bizi yargılamazdı. Önlenemez merakım bana aramızdaki itibar savaşını tümüyle kaybettirmişti.

“Peki bu ejderha yani ejderya… Nedir tam olarak?”

“Onları bilmen için önce ejderhalara inanman gerekir genç adam.”

Bu son sözüyle şahıma şah çekmiş, ortamdaki kartları yeniden dağıtmış, kendisini ak Gandalf beni de Hobbitlerden Pippin ilan etmişti.

“Ben yine de sana onları anlatayım. Belki bir gün inanırsın. Ejderya, ejderhanın kanatsız olanıdır. Yani uçamayanı. Ejderha ataları kadar devasa değilse de gövdesinde beslediği kıvılcımlar en az atalarının ki kadar dehşetlidir. Demirden pençelere, mızrak gibi kuyruğa sahip bir obur sürüngen. Melez bir canavar!”

İçimde yükselen kahkaha isteğine engel olamamıştım. Anlatılan hikâyenin peşine doğan sessizliği yersiz kahkahalarım yırtmıştı. Hikâye on numaraydı fakat benim de kaybettiğim otoritemi geri kazanmam gerekiyordu. Aklıma da yaşlı adamı aşağılamaktan başka bir şey gelmemişti. Güldüm, güldüm, güldüm… Sanki ömrümdeki son kahkahaları attığımı biliyormuş gibi kendimi dizginlemeden güldüm. Sonra kahkahalarıma yeri göğü inleten bir kükreme sesi karıştı. Yaşlı adamın elindeki zincirin ucundaki siluet ayaklandı. Son gördüğümse parlak bir ışıktı.

Tabi o geceden sonra başımızdan çok olaylar gelip geçti. Öğrencilerimle eski hayatımıza dönemedik. Yaşlı adam gittiği her yere bizi de götürdü. Ateşin başında oturan insanlar bulduk. Ormanda yürüyüş yapan, dağa tırmanan, göl kenarında kamp yapan insanları ziyaret ettik birlikte. Aynı hikâyeyi yeniden yeniden dinledik. Başkalarını da aramıza alıp yola devam ettik. Zamanı dolup da yaşlı adam ölünce yolu onsuz yürüdük. Ancak hikâyeci olmayınca yanımıza birilerini almak, kervanımızı genişletmek pek kolay olmadı. Yaşlandık ve huysuzlaştık. Dermansız bacaklarımız yürüyemez oldu. Bir çukurda yorulduk. Burada dinlenelim dedik. Bir daha da ayağa kalkamadık. Kimseyi aramadık, kimse de bizi bulmadı. O çukurda yüzyıllar yedik. Zamanın sonsuzluğuyla beslendik. Uzaklardaki bir çukurda yaşayan efsane bir ejderyanın kemikleri arasında dolaşan hayaletlerdik. Yaşlı adamla karşılaşmadan önce attığımız kamp ateşi storylerimizin kaç izlendiğini bile hiçbir zaman öğrenemedik.

Tabi siz sevimli hayalet Casper’a gülüp geçtiniz hep, Cem Yılmaz’ın oynadığı hayaletli İtalyan filmini izleme listenize eklediniz ama asla izlemediniz, Hayalet Sevgilim de artık eski bir şarkı. Yaşınız epey geçkin ve hayaletlere inanmak çocukça geliyor. Yani hayaletlere inanmayacak kadar gerçek hayatın içerisinde yaşama fırsatına eriştiniz. Bizden daha şanslıydınız. Diyecek bir şey yok. Fakat bu hayaletli hikâyenin bir son sözü var.

Çok sonra, durup dinlendiğimiz çukura kırmızı sular akmaya başladığında bekleyişin bittiğini anlamıştım. Çukurun duvarlarını oluşturan taşları damar bilen kırmızı sular, çürümüş kemiklerden kurduğumuz hayalet şehrimize doğru yola çıktığında orada birini gördüm. Yıllar sonra gördüğüm ilk insandı. Çukurun eşiğine diz çökmüş, dizinin altında kıvranan koyunları kör bıçağıyla boğazlıyor, yırtılan şah damarlardan akan kanları üstümüze akıtıyordu. Ölü koyunların kanları bir bir üzerimize akarken bağıra çağıra uzaklaşan adamın sesi gökyüzünde yankılanıyordu. Çukura dolmaya başlayan kan, ayak uçlarıma dokunduğunda ruhum yeniden ete kemiğe bürünmüştü. Hayalet değildim artık. Etimle, kemiğimle, hatta cebimde varlığını hissettiğim telefonumla yeniden insandım. Hepimiz o ilk günkü gibi canlıydık yeniden. Hatta ejderya bile. Gözlerini açıp karşıma dikilmiş, başını eğerek bütün saygısını korkunç heybetiyle sunmuştu bana. Çünkü ben en yaşlı olandım.

İster inanın ister inanmayın!


Muhammed Atakur

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Kommentare


bottom of page