Karım Vildan, lise mezuniyetinin yirminci yıldönümü toplantısı için çok heyecanlıydı. Sınıf yazışmalarında herkesin ailece gelmesi kararlaştırıldığından sekiz yaşındaki kızımız Ece de bizimle olacaktı.
Otel rezervasyonunu aylar önceden yaptık. Uçak biletlerini erkenden almak istediğimde eşim “Çağlalarla beraber tek araba gidelim. Hem ekonomik hem de daha eğlenceli olur,” dedi. Böylece toplantının yapılacağı şehre iki aile, karımın ortaokul yıllarından beri en yakın arkadaşı Çağla, kocası Ahmet ve kızları Pınar ile, birlikte gittik. Azıcık sıkışsak da yol güle oynaya geçti gerçekten.
Akşamüstü otele vardığımızda resepsiyondaki görevli bize aynı katta iki boş odası olmadığını söyledi. Ama sabah epey müşteri çıkış yapacaktı, dolayısıyla yarın için bunu ayarlayabilirdi. Vildan biraz huysuzlandıysa da nasıl olsa bugün biz bize olacağız diyerek onu yatıştırdık. Asıl organizasyon yarındı; gündüz rehber eşliğinde şehir gezisi, akşam da güzel bir mekânda eğlenceli yemek. Bu yüzden arkadaşlarının çoğu otele sabah gelecekti zaten.
Odalarımıza yerleştik. Ilık birer duş sonrası rahat kıyafetlerimizi giyinip lobide buluştuk. Ahmet işi nedeniyle buraya daha önce de geldiğinden bize önerdiği restorana gittik. Yemek, şarap, ortam gerçekten övgüye değerdi. Keyfimiz yerindeydi. Yani öyle olduğunu düşünüyordum: Birazdan otelimize gider, güzel bir uyku çeker, yol yorgunluğunu atarız.
Ancak Çağla ile Ahmet arasında incir çekirdeğini doldurmayacak bir konudan başlayan tartışma Vildan’ın da arkadaşını desteklemesiyle giderek alevlendi, alevlendi ve sonunda tadımızı kaçırdığında kalkma zamanının geldiğini anladık.
Durakta Ahmet çocuklarla, ben de Vildan ve Çağla ile birer taksiye bindik. Yol boyu erkek milleti üzerine konuşmalarını sesimi çıkarmadan dinledim. Lobiye geldiğimizde üçünün de suratı asıktı. Çocukların ise gözünden uyku akıyordu.
“Hadi ama uzatmayın artık,” dedim, “buraya eğlenmeye geldik.”
Ahmet yüzünü buruşturdu. “Öyleydi ama görüyorsun, içine ettiler.”
“Sayenizde beyefendi,” dedi Çağla. Sesinin tonundan resepsiyondaki kızın duymasını umursamadığı anlaşılıyordu. “Artık sabaha kadar sinir eder durur beni.”
Tekrar araya girmeye niyetlendiysem de vazgeçtim. Bu sahneyi ilk defa yaşamıyorduk. Birbirlerine saydırıp ertesi gün sarmaş dolaş hallerine az şahit olmamıştık. Fakat Ahmet, "Seninle kalmaya meraklı değilim, hem niyetim de yok,” deyince şaşırdım. Çağla kocasının ne demek istediğini anlamak ister gibi baktı. “Nasıl yani?”
“Basbayağı. Vildan senin yanına gelir, biz de Erkut’la kalırız. Siz de sabaha kadar bizi çekiştirirsiniz.”
İki kadın göz göze geldi. Kısa bir bakışma sonrası Çağla alaycıdan çok öfkeli bir gülümsemeyle, sizden ala dedikoducu mu olur, dedi.
Fikrim bile sorulmadan kimle kalacağıma karar verilmesi ağırıma gitmişti. Yemekten beri sabrediyordum zaten. Artık bu kadarı da fazlaydı. Vildan’a döndüm. Karım ağzımı açmama fırsat bırakmadan, idare et, gibilerinden baktı. Bakışları daha çok emir verir gibiydi. Açıkçası bozuldum. Lafa bir de ben girersem işin tadının iyiden iyiye kaçacağının, Vildan’ın da o yüzden beni uyardığının farkındaydım. Fakat bunu öyle değil de sevecen bir ifadeyle yapamaz mıydı?
Odaya yerleştiğimizde Ahmet ayakkabısını bile çıkarmadan kendisini yataklardan birinin üzerine atıp ellerini başının arkasında birleştirdi. “Kadın milletiyle ağız dalaşı yapmaya gelmez. İlla haklı çıkacaklar... Kendilerini ne sanıyorlarsa!” Sesimi çıkarmadığımı görünce, ne o canın mı sıkıldı, dedi.
“Elbette. Şu halimize baksana!”
“Boş versene yahu. Yarın gönüllerini alırız olur biter.”
“Senin için öyle de benim günahım ne?”
Vildan’la karakterlerimiz çok farklıdır. Ben hep uzlaşı yolu ararken, o inadına kolayca yenilir, kafasının yatacağı bir açıklama sunulmazsa da aldığı karardan asla geri dönmez. Dolayısıyla ne zaman aramızda bir sorun çıksa her seferinde ilk adımı atmak bana düşer. Bir kere uzlaşmacı, hayır demeyi beceremeyen birisi olarak bellendiğinizde artık bundan kurtuluşunuz yoktur. Her sorunda anlayışlı olmanız beklenir. Oysa Ahmet hırslı, kendini beğenmiş ve de her şeyi bildiğini sanan ukalanın tekidir. O yüzden kimse ona öyle gözünü dikip, idare et, diye bakmaz. İçimde bütün bunlar titreşirken gözümün önüne karımın bakışları geliyor fakat sadece ona değil Ahmet’e, Çağla’ya ve hatta kendime de öfkeleniyordum.
Ahmet kalkıp yanıma geldi. “Haklısın, seninle hiç alakası yok. Ben bilerek kavga ettim.”
“Ne?!”
Suratına aptal aptal baktığımı görünce sırıttı. “O sayede onları ektik.”
“Aman ne güzel!” Sitemime aldırmadı bile.
“Bu gece çok eğleneceğiz.”
“Haydaa! Aklından neler geçiyor?”
Bak sevgili dostum, dedi. Bileğindeki saati gösterdi. On otuza geliyordu. “Gece yarısı çoktan uyumuş olurlar. Çıkıp kumarhaneye gitsek ruhları bile duymaz.”
Birden irkildim. Kumarhaneler kapatılmadı mı, dedim. Önceki geldiğinde onu götürdükleri bir yer varmış. Güya gizliyse de herkes biliyor, kimse sesini çıkarmıyormuş.
“Bir yere gitmek falan istemiyorum. Çok yorgunum, yatıp uyuyacağım.”
“Hadi ama beni yalnız bırakamazsın.”
Sonraki bir buçuk saat boyunca ağzımdan girdi, burnumdan çıktı. Şunun şurasında bir iki saat eğlenip gelecekmişiz.
Neden hep birlikte gitmiyoruz o halde, dedim.
“Çocuklar ne olacak?”
“İyi de neden karılarımızdan gizli?”
“Onlara sorarsak olacakları düşünsene. Böyle kaçak göçek yerlere gidilir mi? Ya başınıza bir şey gelirse... Kafamızı öyle bir ütülerler ki, söylediğimize pişman ederler.”
Sonunda Ahmet’e hayır diyemediğimden mi, gizli bir şey yapmanın heyecanından mı, Vildan’ın bakışlarına fazla bozulduğumdan mı yoksa hepsinin etkisiyle mi bilmem, onunla gitmeye razı oldum.
Lobide kimse yoktu, resepsiyondaki görevlinin sırtı da bize dönüktü. Olabildiğince sessiz ve hızlı adımlarla dışarı çıkarken yüreğimin atışını duyabiliyordum. Az ilerideki taksiye bindik. Ahmet şoföre adresi söylerken içimde garip bir heyecan vardı. Cüzdanımdan Vildan’ın anlamayacağı kadar bir miktarı alıp -kazanacağımı düşünmüyordum bile- cebime yerleştirdim.
Sokağın loşluğuna nispet yaparcasına aydınlık binanın önünde taksiden indik. Etrafıma bakmaya fırsat bulamadan Ahmet kolumu kavradı, sigara içen insanların arasından geçip merdivenlerden indik. Yoğun müzik sesine doğru ilerleyip bir kapıdan girdiğimizde kendimi kumarhaneyle alakası olmayan bir mekânda buldum: Keyifli kahkahalarla, sohbet edilen kadınlarla, tokuşturulan kadehlerle, kayık bakışlı adamlarla dolu masalar. Ortada ışıklarla renk değiştiren bedenler, bedenlerde dolaşan eller, birbirine yapışan yanaklar, yanaklara uzanan dudaklarla fıkır fıkır kaynayan bir pist... Bütün bunları kucaklayan yoğun sigara dumanının yarattığı fluluk gördüklerime bir düş havası veriyordu; sanki birazdan gözlerimi açıp, neyse rüyaymış, diyeceğim.
“Beni nereye getirdin?”
“Ne olduğunu boş ver dostum, eğlenmene bak.”
Eli hâlâ kolumda ilerliyorduk. Bir garsonun gösterdiği yere oturduk. Şaşkın şaşkın etrafıma baktığımı görünce, doğruyu söylesem gelir miydin, dedi.
İç geçirdim. “Hayır.” Müzikle salınan kadınları gösterdi. “Şu yavrulara baksana! Değmedi mi sence?”
“Altıma sıçmak üzereyim. Sorduğun soruya bak.”
Pişkin pişkin sırıttı. “Hayatında böyle heyecanı bir daha yaşayamazsın.” Ardından beni masada bırakıp pistteki kadınların arasına karıştı. Aklım karışık, yüreğim korkuyla çarpar vaziyette onun dans edişini izlerken yanımda bir garson belirdi. “Ne içersiniz?”
Votka söyledim. Bir an önce sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Gözüm arada korkuyla cep telefonuma gidiyordu. Karım ararsa hemen dışarıya fırlayıp, Ahmet’in canı çok sıkkındı, uyuyamadı, biraz hava almaya çıktık, gibilerinden bir yalan uydurmayı düşünüyordum.
Bardağımı yarıladığımda Ahmet yanında iki kadınla döndü masaya. Bu kadarı da fazlaydı! Kulağına eğildim. “Başımıza iş açacaksın. Bir an önce kalksak iyi olur.”
“Bir şey olmaz, merak etme. Biraz eğlenip döneceğiz.”
O sırada garson yine yanımızda bitip ne içeceklerini sordu. Hepsinin ağzından, “Viski,” sözcüğü çıktı.
Biraz sonra içkilerle birlikte masamıza çeşitli ikramlar, maytaplar -tabii hepsi paralı- geldi. Sonrasında bardaklar boşaldıkça yenileri derken Ahmet, seninkini beğendin mi, diye sorduğunda yanımdakiyle samimiyeti bayağı ilerletmiştik. Gecenin bize kaça mal olacağını hesaplamayı bırakmıştım.
"Güzel kadın," dedim.
“Haydi o zaman,” dedi.
Saate baktım, ikiye geliyordu. Hayatımda ilk defa böyle bir şey yapmanın heyecanı, korkusu, suçluluğu ile bütün duygularım birbirine karışmış halde ayağa kalktım. “Hakikaten çok değişik bir gece oldu.”
Yüzüme baktı. “Dostum gece daha sona ermedi ki!”
“Nasıl yani, otele dönmüyor muyuz?”
“Şu fıstıkları bırakıp gitmek mi? Kabuklarını soyup tatlarına bakalım hele... Değil mi kızlar?” Kadınlar birbirlerine bakıp kıkırdarken benim dişlerim takırdıyordu.
“Saatten haberin var mı?”
Koluna baktı. “Tamam işte, bayağı zamanımız var.”
"Vallahi başımızı yakacaksın," dedim, taksiye binerken. Ağzı dolu dolu güldü. “Yarın bana teşekkür edeceksin.”
Yabancı bir şehirdeydim, karım ve kızım şehrin bir otelinde uyuyordu. Ben ise yanımda bilmediğim bir kadınla şehrin bilmediğim başka bir oteline doğru yol alıyordum. Nihayet vardığımızda, uyuyorlardır, dedim kendi kendime. “İki saat sonra ben de uyuyor olacağım.”
Kapı sabırsızca tıkladığında banyodaydım. Duşta olduğumu öğrenen Ahmet doğruca yanıma geldi. Telaşlıydı. “Çağla aradı, açmadım. Gidiyorum. Sen de oyalanmasan iyi edersin.” Arkasından, “Beni bekle!” diye bağırdım ama aldırmadı bile.
İçimi ansızın kaplayan o dehşet duygusunu, o birdenbire yüreğime saplanan korkuyu tarif edebilmem mümkün değil. Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçerken acele hareketlerle durulanmaya çabalıyordum. Tam o sırada odada sabırsızca öten telefonun sesini duydum. Sakın açma, diye bağırarak küvetten dışarıya adımımı attığım anda ayağım kaydı. Sonra... Sonrasında havalandığımı hatırlıyorum. O öyle bir andı ki, bedenim yavaş yavaş yere paralel hale gelirken, ellerim tutunacak bir yer bulma telaşında havayı tarıyor, dudaklarım ise istemsiz sesler çıkarıyordu. Derken her yer karardı.
Gözlerimi açtığımda yataktaydım. Başım çatlıyordu. Etrafıma baktım. Ahmet ayakucumda dikiliyordu. Hepsi bir rüya mıydı yoksa? Ancak ümidim çabuk söndü. Odanın içi eşlerimizle kaldığımız otelinkine benzemiyordu. Fakat Ahmet, gidiyorum, dememiş miydi? Gitmemişsin, dedim.
Oo, beyimiz uyanmış, dedi. Suratı berbattı. Lafına devam etmeyince sessizlik çok fena geldi. “Telefonum çalınca panikledim. Kadın açmadan koşturayım derken düşmüşüm.”
Bana dik dik baktı. “Telefonun ha!” Cebinden çıkardığı telefonu yatağın üstüne fırlattı.
“Aptal herif!”
Bakışları, aşağılayıcı sözleri içimdeki huzursuzluğu daha da körüklüyordu. Sanki bu geceyi ben istemiştim! “İki dakika beklesen uygun bir cevap verir, durumu idare ederdim. Ama sen ne yaptın? Beni burada bırakıp gittin... Gerçi gitmemişsin.”
“Gittim. Gittim de bir işe yaramadı. Sayende her şeyi öğrendiler.”
Her şeyi öğrendiler derken neyi kastediyordu? En son, Çağla aradı, demişti. Ya sonra? Aklıma gelen soruların dehşeti boğazımı öyle sıkıyordu ki, nefesimin kesildiğini hissettim. Nihayet, ne oldu, gibilerinden bir şeyler mırıldandım.
Meğer o hengâmede telefonumu pavyon kılıklı yerde unutmuşum. Gecenin o vakti sarhoş müşterilerden birisi bulunca son aramayı tuşlamış. Vildan’a sarf ettiği sözler, teklifler. Ahmet otele vardığında onu lobide karşılamışlar. Ne kadar kıvırmaya çalışsa da olmamış. Benim numarayı arayıp barmenle konuşmaları, sonrasında o mekâna gitmeleri derken arkası çorap söküğü gibi gelmiş. Benimki sanmıştım ama o çalan kadının telefonuymuş.
Bizimkiler nerede, dedim duyacaklarından korkarak.
“Çocukları da alıp yola çıktılar.”
Vildan nerede olduğumu merak bile etmemiş. Onların ardından Ahmet otele gelmiş. Resepsiyondaki adam onu görünce hemen yakasına yapışmış. Dediğine göre kadın beni banyoda baygın görünce pılını pırtısını toplayıp kaçmış. Onun kaçarcasına gidişi adamı huylandırınca odaya gelmiş ki, ben yerde yatıyorum. Öldüm zannederek paniklemiş. Yaşadığımı anlayınca bir parça rahatlamış. Ambulans çağırmaya niyetlendiyse de polisin haberi olur, başı belaya girer korkusuyla vazgeçmiş. "Ne yapacağım bu Allah’ın cezasıyla?" diye hayıflanırken Ahmet çıkagelmiş. Başımı derde sokmadan arkadaşını da al git, demiş. Ancak Ahmet onu sakinleştirmiş. Beni yatağa yatırmışlar. O sarhoşlukla sızmışım.
Boğazıma kadar boka batmıştım. Vildan beni asla affetmezdi. “Mahvolduk.”
"Olan oldu artık. Onu sonra düşünürüz. Şimdi hastaneye gidelim," dedi Ahmet, “kafanı fena çarpmışsın. Ne olur ne olmaz bir gösterelim.”
Yabancı bir şehirdeydim. Yanımda Ahmet’le şehrin bir hastanesine doğru sessizce yol alıyordum. Fakat karım ve kızım şehrin bir otelinde değildi artık. Aklıma gelenleri başımdaki ağrının içine gömüyordum. Fakat Vildan’ın emir verir gibi bakışları tekrar tekrar karşıma dikiliyordu. Belki de vicdanımı rahatlatmak için ben öyle olsun istiyordum. Taksiden inerken, "Kendilerini ne sanıyorlarsa," dedim. Laf öylesine çıkıvermişti ağzımdan. Ahmet durdu, inanmaz gözlerle baktı bana. Derken aynı anda kahkahayı koyuverdik. O kadar çok gülüyordum ki, gözlerimden gelen yaşın gerçek sebebini kimse anlayamadı.
Murat Özsan
Yorumlar