“Kaç oldu Seçkin?”
Cevap vermedim. Pastayı inceler gibi yapıp duymazlıktan gelerek yaptım bunu. Tekrarladı.
“Seçkin!”
Şöyle bir baktım, şaşkın ve yeni fark etmiş gibi yaparak, “Efendim Cevat Bey?” dedim.
“Kaç oldu kaç?”
Pastayı yalandan incelerken gözüme çarpan bir detayı elimle gösterdim ona, sarı yaldızlı kremayla yazılmış büyük bir “44” sayısının etrafında bir daire halinde kırmızı kremayla, “Doğum Gününüz Kutlu Olsun Seçkin Bey…” yazıyordu zira.
Bozuldu ama bozuntuya vermemeye çalıştı, “76’lı mısın, 77’li mi yani oğlum?” dedi.
Ben sadece Galatasaraylı olduğumu bilen çalışma arkadaşlarımın neden futbol hayatımın merkezindeymiş gibi -en son ne zaman maç özeti izlediğimi bile hatırlamıyordum- bu temayı seçtiğini, empatiyle düşünürken bir kahkaha koptu.
Sinirlensem de soruya cevap vermemiştim. Bu sırada Neşe elinde bıçak hafifçe ve daha ziyade anaç şekilde kıvırtarak bana yaklaşıp tam zamanında, “Hadi mumları üfle Seçkin,” deyince elim de kuvvetlenmişti. Ama bu ruh halim uzun sürmedi, çünkü Neşe bana arkasını Cevat Bey’e önünü dönüp, “Pastanın üstündeki yazının şekerini seviyorsunuz değil mi? Seçkin üflesin hemen tabağa koyayım Cevat Bey” demişti.
Pastayı üfledim, kendi kendimi alkışladım ve amigolara yakışır kutlama mesajını işaret parmağımla sıyırıp ağzıma soktum. Ortamda ses kesilmiş, beş yıldızlı otelde tabak yetiştirmeye çalışan bir şef garson rolündeki Neşe’nin ağzı açılmış ve Cevat’ın gözleri ateş topuna dönmüştü. Ama ben eğleniyordum. Tükürüklü işaret parmağımı plaka üzerinde bir kez daha gezdirdim.
Daha sonra Neşe’ye elimi uzattım, dört parmağımla elindeki bıçağı istedim, ellerimiz arasındaki mesafenin dörtte birini o dörtte üçünü ben kapattıktan sonra bıçağı aldım ve pastanın tam yarısına daldırır daldırmaz Cevat’ı cevapladım.
“77’liyim, siz kaçlıydınız?” Cevat’a bir daha siz dememeye de o an karar verdim.
Ellerini cebine sokup gözlerimin içine işlemeye başlamıştı ki, ben tekrar pastaya çevirdim gözlerimi, “Pastaya bakmam lazım, yarısını yemeyeceğim ya,” dedim gülerek ve hakaretimi tamamladım. “Yani tamam, bizim kuşak size göre hormonlu da o kadar da değil…”
Elimde on iki kişilik pastanın dörtte biri ile Cevat’a göz kırpmış, “Arkadaşlar çok teşekkürler…” diye bağırmış, Neşe’ye de cazip bir tavırla iki gözümü birden kısarak “bıçağını” geri vermiş ve pervasızca yerime dönmüştüm ki, her nasılsa Neşe’yi yanımda buldum.
Bej bir kalem etek altına, krem rengi ayakkabılar giymişti. Çorabı yok, Uzakdoğu tarzı yakaları ve kısa kollarıyla slim fit bir gömlek vardı… Beyaz degajesi ve onu okşayan künye kolyesi pürüzsüz bir dokunma hissi veriyordu. Topuz yaptığı kestane rengi saçlarının açtığı boynunun da pek yardımcı olduğu söylenemezdi.
Ela gözlerinde tüm bu tasviri iyi kötü tahmin etmesinden kaynaklandığını tahmin ettiğim bir gülümseme ile, “biraz önce ne oldu,” diyen kaygılı bir ifade kavga ediyordu. Belki ikisinin kavgasından yararlanıp aradan sıyrılmaya çalışan bir dedikodu makinası da oralarda bir yerde saklanıyor olabilirdi.
Kafamı sağa sola titretip göz kırparak sandalyeme oturdum.
“Eee,” dedi.
Ağzıma bir dilim pasta attım ve dudaklarıma bulaşmasına gayret ederek çiğnemeye koyuldum. Pervasızca fantezi kuruyordum ona bakıp. Ama hala bazı normlar vardı,
“Ne?” dedim gülümseyerek. Zaten iki harften uzun bir şey söyleseydim anlaşılmazdı. Ağzımda dilime yer kalmamıştı.
“İyi misin?”
“İyiyim. Neden?”
Masama, bir ayağı zeminde olmak üzere yan oturdu. Ben de döner koltuğumda bacaklarımı açarak ona tamamen döndüm. Koltuğumu geriye almayınca bu sefer ikinci ayağını da yukarı çekip iki eli masamda onları sallamaya başladı. Aslında erotizm o an bitmişti ama bu sefer de şöyle bir sırtını dikleştirdi ve gerindi. Tekrar bana döndüğünde kollarını kıvırdığım beyaz slim fit gömleğimi zorlayan kollarımı kastım. Kemik kadar beyaz ve mavi damarlı kollarım vardır. Yirmi beş senelik fitness etkisini de es geçmemek gerekir.
“Kasların seğiriyor,” dedi.
“Gerildim biraz,” dedim sırıtarak. Ağzıma öyle bir parça daha attım ki Marie Antoinette görse benimle gurur duyardı. Kredi kartı borçlarım da dahil.
“İyi misin?” dedi bir kez daha ve endişeli gözlerle.
Ne kadarı roldü ne kadarı değildi bilmiyordum, yüzüne baktım sadece.
“Eh, görüşürüz o zaman,” dedi önce, sonra gözlerini benden almayarak kalktı ve yine anaç bir kıvırtma ile pasta büfesine döndü.
“Neşe,” diye bağırdım arkasından duygusal bir sesle.
İlgiyle döndü.
“Camı açar mısın lütfen? Çok bunaldım.” Şimdi, bunun ne kadarı roldü ne kadarı değildi, o düşünsündü.
***
Baharın taze kokusunu içime çeker, meltemini sarı tüylerimdeki dikenlerde hissederken duydum Cevat’ı.
“Gel ben bırakayım seni akşam,” dedi, “Solgun görünüyorsun.”
İçimden, Biraz uzan istersen, sever gibi yapma artık daha henüz vakit varken, diye tempo tutarken kafamı eğip nasıl tanımlayabilirim bilmediğim bir mimikle onayladım teklifini. Zaten aksi mümkün değildi.
“Otoparkın çıkışına gel. Oradan alayım seni. Bekletme ha!”
Cevap vermedim. Sadece, öğleden sonra doldurduğum USB’yi bilgisayardan çıkarttım, çekmecemi kilitledim ve bilgisayarımı bile kapatmadan arkamı dönüp asansöre yöneldim. Bir an kaktüsümü ne yapacağımı düşündüm ama bir çöle daha çok yakışacağını düşünerek onu ofiste bırakmaya karar verdim.
Arabaya bindiğimde Cevat, alttan tuttuğu direksiyonu ve etrafa attığı dikkatli bakışları ile sorumluluk sahibi ve uyanık bir insanın tüm özelliklerini gösteriyordu. Kiralık aracı kendi aracıymış gibi kullanıyor, o aracı hak ettiğini hissediyor, hissettiriyordu. Ama sanırım ben onun elemanı değildim.
Ben dışarıyı seyrediyordum ve o bir türlü konuya giremiyordu. İstanbul trafiğinin stresi de eklenince diğer şoförlerle kavgaya başladı. Fiziken ve ego olarak tank süren bir çocuktan farkı olmasa da, aptal değildi. Kendi çöplüğünde olmadığını anlıyordu. Aslında ne olup bittiğini de anlıyordu. Ama işte egosu… O lanet, şişirilmiş egosu durumu kabul etmeye yanaşmıyordu.
Sonunda ufak çaplı kapıştığı bir şahine dönüp galiz bir küfür etti. Gaza basıp tozlarını yutturduğu “varoş orospu çocuklarını” son kez anarken biraz rahatlamış olsa da, benim kadar olamazdı. Bütün olan bitenin sebebi bendim ve bu konuda yapabileceği aslında hiçbir şey yoktu. Ben o çatının altında değildim artık.
Gayet süratle kat edilen yaklaşık on dakikalık yolculuğun sonunda trafik sıkıştığında ama adrenalini kendisine güvene dönüştü ve başladı…
“Seçkin,” dedi sert bir eğitmen edasıyla ve açık camından çenesinin soluna çok sağlam bir yumruk yedi!
Bir iki darbe daha alsa da camını hızla kapatmayı başarmıştı. Zarar gören egosu ve korkusuna rağmen çabuk toparlanmıştı. Telefonuna sarıldığında içimde bir takdir hissettim.
“Cevat Bey,” dedim.
Duymadı.
“Cevat Bey,” dedim, ruhuna...
Döndü.
“Kapıyı aç.”
Anladı, açtı ve böylece 1995 Türkiye Gençler Boks şampiyonunu da ait olduğu yere -arkasından kapıyı hemen kilitlese de- döndürmüş oldu.
Her şey bittiğinde araca döndüm. “Bu,” dedim, “Kırk dört yaşında bir tepki değil. Ama ben buraya aitim. Sen de ofise. Git şimdi!”
Şahinin kaputunun üzerinde, akşam güneşi yüzümde parlarken izledim uzaklaşmasını. Hayatlarımızı karşılaştırdığımda referansın o, uzaklaşanın ben olduğuna karar verdim sonra.
Ve daha sonra… Adamlar tekrar saldırdı.
Murat B. Sarı
留言