Beccah, Chicago'nun ortasında, sessizliğin ve düzenin hüküm sürdüğü, birbirine benzeyen evlerin dizildiği bir mahallede yaşıyordu. Burada çimler hep biçilir, posta kutuları kar beyazı olurdu. Sokaklar daracık, sanki nefes alsan yankılanacak gibi. Kimse yüksek sesle konuşmaz, çocuklar bile şenliklerini bir fısıltı perdesinin arkasında yaşardı. Mahallenin sessizliği, çamaşır iplerinde asılı sabun kokulu çarşaflarla, teneke damların üzerindeki yağmur birikintileriyle konuşurdu. Rüzgâr, çatılardaki kiremitlerin arasına sızar, gece olunca fısıltılar taşırdı. Beccah’ın evi de bu düzenli uyumun bir parçasıydı; dışı beyaza boyalı, verandasında fesleğen kokulu saksılar dizili, içerisi dini ikonlarla doluydu. Her köşesi titizlikle düzenlenmişti. Mutfak masasının üzerinde her zaman bir İncil bulunurdu, sayfaları yıpranmış, kenarları parmak izleriyle kararmıştı. Sanki dualar, kitabın içine kazınmıştı.
Beccah mahallede Hristiyan muhafazakâr bir kadın olarak bilinir, pazar sabahları kiliseye giderdi. Kilisenin tahta sıralarına oturduğunda, ellerini dua eder gibi kavuşturur, gözleri uzaklara dalardı. İnancını bir zırh gibi kuşanır, çevresine bu sert, ama şefkatli kadını sunardı. Bu şefkatin altında, derinlerde saklı bambaşka bir hikâye taşırdı. Onun kocasıyla olan ilişkisi, sessizlikle yoğrulmuş bir tiyatro sahnesini andırırdı. Adamın varlığı, sadece verandada unutulmuş bir şemsiye gibi, çoğu zaman fark edilmezdi. Konuşmazdı, söylemezdi, sadece var olurdu. Beccah, bu sessizliği kabullenmiş gibiydi, ama bazen yalnızlık gecelerinde dualarına gözyaşları karışırdı.
Gri duvarlı çocuk esirgeme yurdu, Beccah’ın günlerini geçirdiği bir diğer sessizlik sahnesiydi. Floresan lambaların altında hayat donmuştu; duvarlardaki soluk renkli resimler, çocukların umutlarını taşımaktan yorulmuş gibiydi. Ancak yurdun koridorlarında yankılanan adımları, Beccah’ın huzur bulduğu yerlerden biriydi. Burada yüzlerce çocuk vardı; kimi gülüşleriyle koca salonları doldurur, kimi sessizce bir köşeye çekilip oyuncaklarıyla oynardı. Ama Beccah’ın çocuklarla olan ilişkisi bambaşkaydı. Çocukların gözlerindeki yaramaz ışıltıyı görür, masallar anlatırdı. Bir zamanlar kendisinin de yitirdiği bir sıcaklığı onlara sunmaya çalışır gibi, eski şarkılar söylerdi. Ancak bu şarkılar, neşe dolu olmaktan ziyade, derin bir özlemi fısıldardı. Beccah gülümserdi, ama bu gülümsemenin altında bir buz dağının sertliği saklıydı. Çocuklar onun sevgisini hissederdi, ama bir türlü içindeki soğukluğu anlamlandıramazlardı.
Bir sabah, Beccah iş yerine büyük bir haberle geldi. Çocuklara ve meslektaşlarına hamile olduğunu söyledi. Bu haber odada bayram havası yarattı. Çocuklar sevinçle ona sarıldılar, şarkılar söylediler, dans ettiler. “Bebeğiniz bizim kardeşimiz olacak,” dediler, onun için resimler yaptılar. Beccah karnındaki hayatı anlatırken gözleri dolardı. “Azarya” adını vereceği bebekten bahsederken sesi yumuşar, gözlerinde bir ateş yanardı. Azarya’nın geleceği üzerine hayaller kurar, onun cesur, bilge ve güçlü bir birey olacağını söylerdi. Ancak Beccah’ın sesi bazen titrerdi; bir anlığına sanki bu hayallerin üstüne bir gölge düşerdi. Her gece, yorganın altına siner, dualarını fısıldardı. Azarya’nın adını sayıklardı bazen; sanki o isimle birlikte doğacak her şey daha gerçek olabilirdi. Geceleri Azarya'nın hayali Beccah'ın odasında dolaşır, rüyalarına girerdi. O bir bebekten çok, umutlarının simgesine dönüşüyordu.
Beccah’ın karnı büyüdükçe çevresindeki herkes daha da heyecanlanıyordu. Ancak bir gün izin alıp doktora gitti. Geri döndüğünde yüzünde derin bir üzüntü taşıyordu. Doktorlar, bebeğin ölümcül bir hastalık nedeniyle yaşama şansının olmadığını söylemişti. Azarya, Beccah’ın karnında bir mezar olacaktı. Bu haber Beccah’ın dünyasını sarstı. Sessiz gecelerde dualarına artık acı ve isyan eşlik ediyordu. Tanrı’ya sorular soruyor, cevap bekliyordu. Ama dış dünyaya karşı güçlü durmaya devam etti. O sırada şehirde kürtaja karşı protestolar düzenleniyordu. Ellerinde pankartlarla yürüyen kalabalık, “Hayat Tanrı’nındır, ona dokunma!” ve “Doğmamış olanlar da bizimle” sloganları atıyordu. Bu kargaşanın ortasında Beccah, “Ölmek pahasına da olsa kürtaja gitmeyeceğim,” dediğinde, muhafazakâr çevreler onu kahraman ilan etti.
Beccah artık kilisenin önde gelen isimlerinden biri olmuştu. Pazar ayinlerinde kadınlar onun etrafını sarar, onun gibi güçlü olmayı hayal ettiklerini söylerlerdi. Ancak bu yüceltilmenin altında Beccah’ın yüreği daha da ağırlaşıyordu. Yuvanın bahçesinde oynayan çocuklar bile Azarya’yı oyunlarına dahil etmişti. Azarya’nın cesur, inatçı ve bilge bir bebek olacağını söylüyorlar, ona hayali bir karakter yüklüyorlardı. Çocuklar şarkılar ve manilerle bu hayali büyütüyordu:
“Azarya geldi, Azarya gitti, Küçük elleriyle dünyayı itti. Azarya bir gün dönecek, bizimle birlikte gülecek.”
Beccah bu oyunları izlerken garip bir huzursuzlukla gülümsüyordu. Karnındaki hayatın son bulacağını bilmek, onu kırıyordu fakat yaşayabilmesi ihtimali ona derinlerde bir yerde teselli veriyordu. Bazen mutfağa gidip Azarya’ya gelecekte yapacaklarını anlatıyor, duvarlara konuşuyor, bu anlattıklarını duvarların saklayıp Azarya’ya anlatacağını hayal ediyordu. Evde onun adını mırıldanırken bile bu hayalin devam edeceğini hissediyordu.
Karnı büyüdükçe evdeki sessizlik daha da ağırlaşıyordu. Kocası, ona yaklaşmaktan kaçınıyor, varlığı sadece mutfakta unutulmuş bir çay fincanından ya da gecenin bir vakti çınlayan bardak seslerinden anlaşılıyordu. Adam bu mucizevi durumu anlamlandıramıyor, bir yabancı gibi Beccah’ı uzaktan izliyordu. İnançsız bir adamdı; bu yüzden Beccah’ın yaşadığı her şey ona yabancıydı. Aralarındaki sessizlik, karanlık bir göl gibi evin içinde dolaşıyordu. Beccah kocasının bu sessizliğini anlamaya çalışırken, onun uzaklaşan adımlarının yankısı bile evde bir iz bırakıyordu. O evin duvarlarına sessizlik işlemişti; Beccah bile bu yalnızlığa teslim olmuş gibiydi.
Doğum yaklaştığında Beccah, hastanede doğum yapmak istemediğini açıkladı. O, bu bebeği Tanrı’nın mucizesi olarak kendi evinde dünyaya getirmek istiyordu. Kutsal kitaplardan dualar okundu, mumlar yakıldı, ev adeta bir tapınağa dönüştü. Komşular, kiliseden dostlar, herkes o günü bekliyordu. Ve nihayet doğum gerçekleştiğinde, Beccah dualar eşliğinde, sessizlik içinde bir ilâhe gibi bebeğini doğurduğunu ilan etti. Kalabalık ona taptı, onu kutsal bir figür gibi gördü. Beccah, “Tanrı, bu canı bana verdi ve ben de ona teslim oldum!” dediğinde, oradaki herkesin gözleri yaşlarla doldu.
Ancak bu mucize, Elizabeth Russell adında ünlü bir oyuncak bebek imalatçısı kadının sözleriyle yıkıldı. “Bu bir oyuncak bebek,” dedi Elizabeth, kalabalıkta buz gibi bir sessizlik yaratarak. Beccah’ın kucağında taşıdığı şeyin gerçek bir bebek değil, özel tasarlanmış bir oyuncak olduğunu açıkladı. Beccah’ın kocası bile bu açıklama karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Muhafazakâr grup bu açıklamayı bir sabotaj olarak nitelendirse de gerçekler artık ortadaydı.
Beccah sonunda gerçeği itiraf etti. Kucağında taşıdığı şeyin bir oyuncak bebek olduğunu, birkaç yıl önce erkek bebeğini kaybettiği andan itibaren psikolojik bir bunalım yaşadığını anlattı. Ancak bazı sorular cevaplanmadı; bebek düşükle mi kaybedildi, yoksa bir kürtaja mı karar verilmişti? Beccah, bu sorulara hiçbir zaman cevap vermedi.
O günden sonraki günlerde kilisede büyük bir sessizlik oldu. Kadınlar önce inanmak istemediler. Sonra, içlerinden biri fısıldadı: "O sadece hasta. Ona yardım etmeliyiz."Bazıları da öfkeli gözlerle bakıyordu. Kilisenin yaşlı papazı başını eğip mırıldandı: "Belki de bu, Tanrı’nın bir sınavıydı." Ancak kasabanın bazı kesimleri onun bir sahtekâr olduğunu düşündü. Birkaç hafta boyunca kilise önünde, "Günahını kabul et!" yazılı pankartlar açan birkaç kişi belirdi.
Günler, haftalar ve hatta aylar geçmişti. Çocuklar, oyunlarına yeni hikâyeler eklediler. Azarya’nın babası tarafından kaçırıldığını, uzak diyarlarda bir yuvaya gönderildiğini anlattılar. Her oyunda, bu hikâyeyi manilerle tekrar ettiler: "Azarya yuvada saklanır, Tanrı’ya dualar fısıldanır. Bir gün geri dönecek, Sessizlikte gülümseyecek.", "Azarya sessizce dönecek, ama onu kimse göremeyecek…"
Beccah, uzaktan bu oyunları izlerken, yüzüne garip bir gülümseme yerleşti. Sonra yavaşça yurdun merdivenlerine oturdu, ellerini kucağında birleştirdi. İçeri girip oyuncak bebeğini almak istedi çantasının içinden ama bir an durdu. Ona bir kez daha sarılmalı mıydı? Yoksa her şeyi olduğu gibi bırakıp gitmeli miydi?
Güneş, bahçeye uzun gölgeler düşürüyordu. Çocukların sesleri rüzgâra karışırken Beccah yerinden kalkmadı. Sadece bu oyunları izlerken yüzünün derinliklerinde garip bir huzursuzlukla gülümsemeye devam etti. Çocukların oyunları, onun gerçeklikle hayal arasındaki ince çizgide dolaşan hayatının bir yankısı gibiydi.
Muraz Arslan
Bir solukta okunacak, sonu beklenmedik bir öykü. Ellerinize sağlık Muraz Arslan👏👏