Paltosunu giyerken portmantonun boy aynasında bir an kendini seyretti acıyan gözlerle. Ellili yaşların bedeninde bıraktığı değişim emareleri, özellikle de saçları ve bıyıklarında iyiden iyiye kendini hissettirmişti. Arkasında bıraktığı yarım asırlık inişli çıkışlı yıllar Ali’yi adeta şapkalı Heron kuşuna döndürmüştü. “Üç günlük dünya işte,” diye cıkcıklayarak evden çıktı.
Kültür-Sanat Lokali’nin kapısını çalmaya sadece adımlar kalmışken sosyal bir mekâna girmekten ve girdiğinde de kalabalıklar içinde tanıdığı yüzler göremeyip yapayalnız kalmaktan dolayı yaşadığı hafakanlar ve kâbuslarla su yüzüne çıkan karanlık ruh hali yine belirmeye, kendini eni konu hissettirmeye başlamıştı. Bunalımlı, heyecanlı ve gergindi. Yılın ayazlı, karlı, tipili ve insanın iliklerine dek işleyen o meşhur Ankara soğuğu Ali’nin yaşadığı sıkıntı ve gerginliği daha da tetiklemiş gibiydi.
Hele bir hafakanlar basmaya görsündü çünkü; göğüslerinden biri ele avuca gelir genç kız memesi gibi aniden şişmeye başlıyordu. Bazen sağdaki bazen soldaki. Hatta bir keresinde aile dostları olan bir doktor şişen memeyi iki eliyle sıka sıka içindeki cerahati boşaltarak küçültmeyi başarmıştı ama yine de meme başında oluşan çatlaklardan irinler ve kanlar günlerce sızıntı yaparak akmaya devam etmişti. Daha da kötüsü Ali tıbbi müdahaleye çok ama çok zor teslim oluyordu. Sanki sirk çadırlarının devasa kubbeli beyaz renkli tavanlarında tek ipli salıncak uçlarından birinde doktor, diğer ucunda Ali akrobatik hareketlerle salınıyorlar; havada zar zor buluşmaya çalışıyorlardı. Sorunsuz yakalayabildiğinde ise doktor, Ali’yi tavana kurulmuş, dört köşesinde pirinç saplar bulunan hasta yatağına zar zor yatırabilmekteydi. Ve ancak o zaman Ali sızılarından bir nebze kurtulup uykuya dalabiliyordu.
Hafakanlar ve kâbuslarla sarılıp sarmalandığında bazen de kendisine deli gibi tutkun olan hayvanları arasında huzursuzluklar ve kıskançlıklar baş gösteriyordu. Mesela çok sevdiği beyaz kıllı ve sürmeli genç erkek koyunu onu deli gibi kıskanıyor, sadece kendisini öpüp kucaklamasına izin veriyordu. Aynı sevgiye mazhar olup öpüp koklanmayı arzulayan ve bekleyen genç dişi koyunu ise yakınına dahi yanaştırmıyor, ısrarlı olması durumunda boynuzlarıyla hem Ali’ye hem dişi koyuna zarar veriyordu. O iri zeytin gözleriyle güzeller güzeli dişi koyun ile Ali ise birbirlerine ancak uzaktan melül melül bakışıyorlardı.
Sonra hafakan yine bir basmaya görsündü olanlar bu kadarla da yetinmiyordu. Tabana ve duvara yaslı duran tüm ev eşyalarını yirmi, yirmi beş santim öne çekerek delikler arıyor, bulduğunda da bu kez onları tıkayabilmek için uygun tahta parçaları, taşlar, çaputlar uygun malzemeler aramaya girişiyordu. Çünkü ona göre toprak hizasından ne kadar yüksekte olursa olsun, apartmanın dış duvarlarından tırmanan fareler bu deliklerden geçerek evin içine girebilirlerdi. Geçen gün arkalarındaki apartmanın dördüncü katında bir kombinin hermetik baca deliğine tırmanmış bir fare ölüsü görmüştü. Oracıkta sıkışıp kalmış farenin upuzun kuyruğu aşağılara doğru yeldir yeldir sallanıp duruyordu. Hem de ne fare, öyle bildiğiniz minik tarla farelerinden filan da değildi. Yaz boyu köyde, bahçede ve tarlalarda gördüğü, kedilerin peşlerinde cirit attığı fındık fareleri onun yanında çok masum ve sevimli kalıyordu. Kocaman bir kemeydi o, kedilerin bile saldırmaya bin kere düşündükleri cinsten iri kıyım bir canavardı sanki. İnsanla karşı karşıya gelseler saldırırlardı maazallah. Komşu apartmanın en az on beş metre yüksekliğine bir şekilde tırmanabildiyse kendi dairelerine de pekâlâ girebilirdi. Yatak odasındaki koskoca koyu kahverengi gardırobu iyice ön tarafa çekip dolabın arkasını ve altını, sonra duvar kenarlarını dikkatle inceliyor, bir delik göremezse tekrar dolabı yerine yerleştiriyordu. Tabi bu kez de biraz temizlik sorunu çıkıyordu. Yıllardır dolapların altında birikmiş ve pamuklanmış tozlar, kıllar ve bildiğiniz türden diğer ev pislikleri evin orta yerine saçılıyordu. Elektrikli süpürgeyi açıyor, bir güzel süpürüyor, sonra da sabunlu suyla paspaslıyordu her bir yeri. Kitaplıkların çekilmesi aynı derecede sıkıntılı olmuyordu ama bu durumda da sorun yumağı bir başka yönden kocamanlaşıyor, altından kalkılması gereken dev bir başka iş çıkıyordu. Yerlerin temizlenmesi sorunu yanında raflardaki tüm kitapların indirilip kitaplıkların boşaltılması, fare deliği arama testinin sorunsuz çıkması durumunda ise teker teker kitapların ve rafların tozları alınarak yerlerine yeniden dizilmesi gibi devasa bir ek iş ortaya çıkıyordu. Hele bir de duvarda kazara küçük bir delik bulduysa bir curcuna da işte tam da o an kopuyordu. Hemen deliği kapatmaya uygun bir parçayı arayıp buluyor, onu deliğe sokup üzerine taş sıkıştırıyordu. Farenin yerleştirilen parçayı geri tepmesi ihtimaline karşı, tahta parçaları yerinden çıkarıyor, önce taş parçalarını deliğe tıkıyor, arkasından tahta parçalarını yeniden yerleştiriyordu. Kalan boşluklara da eski bez ve çaput parçalarını tıkıştırıyordu. Bu işlem için tahta parçalarının biraz daha ufaltılması da gerekebiliyordu bazen. Düşünsenize, koca bir ev için bu nasıl büyük bir dağınıklık ve kaostur, üstesinden gelinmesi ne zor bir iştir, öyle değil mi? Tüm bu işleri sırasıyla yılmadan tek başına yapıyor, koca koca dolapları çekerken bile bana mısın demiyordu. Deli kuvveti dedikleri bu olsa gerekti. Hanımının dırdırını işitmemek için etrafı sanki fazla dağıtmıyor hissi uyandırmak ister gibi işlerini özel bir sessizlik içinde yürütmeye çalışıyordu. Esasında tüm bu işler için kimseden yardım istemiyor olması da hanımının dırdırından çekinmesinden kaynaklanıyordu. Kolay mıydı koca bir dairede, duvara yaslı duran dünya kadar eşyayı öne çekip köşe bucak fare deliği aramak. Bir türlü baş edemediği bu sorun karşısında hanımına kalan tek şey, kocasının hafakanlarının sıklıkla nüksetmemesini dilemek ve dua etmekti. Bir defasında evde yatılı misafirleri varken bu işe başlamıştı da rezil olmuştu çaresiz kadıncağız; konuklara durumu izah etmekte ne de sıkıntı çekmişti zavallı.
*
Lokalden içeri girdiğinde tanıdığı bir iki yüzle karşılaşıp merhabalaşmayı diledi içinden, çünkü bu ona iyi gelirdi. Ortama alışıncaya kadar yalnızlık hissi yaşamamak hafakanlarının biraz olsun yatışmasına ve o ilk anların zorluk ve sıkıntısını atlatmasına katkı sağlardı. İlk adımını bir atabilseydi lokalin eşiğine, gerisi kendiliğinden gelirdi. İlk adım çok ama çok önemliydi onun için. Belki her şey sakin geçecek, korktuğu başına gelmeyecekti ama yine de tedirgin olmadan yapamıyordu işte.
Zile basmadan önce kapının önünde bir miktar vakit geçirdi; yüz ifadelerini ve vücut kalıbını gözden geçirdi. Normal görünmeye, her şeyin kontrol altında olduğu izlenimi vermeye çalıştı kendi kendine. Uygun ve içeri girmeye hazır olduğunu hissettiği an elini hafifçe zile dokundurdu. Kapının açılması uzun sürmemişti. Anlaşılan kapı açma görevini üstlenmiş olan gönüllü kapının hemen arkasındaydı. Koridor aydınlıktı; sarı renkli güçlü ampuller ortamı sıcacık hale getirmişti. Mekânın ambiyansı kapıdan girer girmez insanın moralini düzeltiyor, âdeta yaşama sevinci zerk ediyordu.
“Merhaba,” diyerek içeri adımını attı. Lokal kantininden sımsıcak yemek, pasta, börek ve çay kokuları bir sis bulutu gibi tüm daireye yayılıyordu. Kapıyı açan kişi, uzun zamandır görmediği eğitmenlerden biriydi. Eğitmen, Ali’yi gördüğü için sevinmiş gözüktü. Her zaman sert sayılabilecek yüz ifadesi bu kez çenesine doğru sağdan sola yayılan uzun bir çizgi şeklinde belirmişti ya da Ali’ye öyle görünmüştü. El sıkıştılar. Ali, eğitmenin kendisini görmesinden dolayı sevindiğini düşündü bir an için ve kucaklaşmak için ani ve erken bir hamle yaptı. Eğitmen aslında sadece el sıkışmakla yetinmek istediğini hissettirmişti geçen anlarda. Neyse ki gerginliğinden dolayı bu nüansı fark edemeyen Ali’den gelen anlık kucaklaşma hamlesi sonuçsuz kalmadı; sımsıkı olmasa da kucaklaştılar. Konuşurlarken Ali sergilediği bu kucaklaşma hamlesinden dolayı mahcup olmuş, sıkılmış; hatta yeniden kâbus senaryolarının tetiği çekilir gibi olmuştu. Allah’tan dakikalar boyunca süren, “Eee ne var ne yok, görüşmeyeli nerelerdeydin, neler yaptın?” modundaki basmakalıp sohbet Ali’nin hissettiği ezikliği biraz azaltmıştı. Sonra da eğitmenin yanında duran dönem arkadaşı Emir’le tokalaşıp kucaklaştılar. Koridor zaten dardı, yanlarından ve aralarından çalışma odalarına ulaşabilmek için hamle yapan beyler, hanımlar, genç kızlar, delikanlılar sohbetin daha fazla uzamasına imkân tanımıyordu. Ali de bu kadarlık bir ayaküstü hoşbeşin kendisini hafakanlara gömebilecek gerginliğini yenmesi için yeterli olduğunu düşündü ve “Tekrar görüşürüz hocam,” diyerek kapı ağzından ayrıldı.
Lacivert kaşmir paltosunu çıkararak koridordaki askılıklardan birine taktı, telefonunu yanına alıp kantine doğru yöneldi. Karnı toktu ama hiç olmazsa büyük bardakta sıcak bir çay almanın bu takır takır buz gibi Ankara havasında vücut ve ruh haline iyi geleceğini düşündüğünden kantine geçmekte tereddüt etmedi. Gönüllülerden çayını alıp ücretini tezgâh üstündeki tabağa fazlasıyla bıraktı. Lokal masraflarının biraz da kantinden elde edilen bu tür gelirlerle karşılandığını bildiğinden, her geldikçe kantine uğrayıp bir şeyler yiyip içerek fazlasıyla para bırakmaya dikkat ediyordu.
Kantin oldukça dar ve kalabalıktı, elinde bardağıyla koridora çıkarak salona doğru yürüdü. Salonda fazla kimse yoktu, birkaç kişi ayaküstü sohbet ediyordu. Yaklaşık kırk metrekare genişliğe ve dikdörtgen bir şekle sahip olan salonun koridor ve mutfak kadar aydınlık olmadığını fark etti. Hatta loş bile sayılabilirdi. Işık vermekte zaten hayli cimri olan ampul, bir de aksi gibi beyaz ışık saçıyordu. Aslında saçmak yerine ışığı sadece prostatlı dedeler gibi zayıf, güçsüz ve kesintili sızdırıyordu. Ali’nin içi kararmaya başlamıştı salona adımını atar atmaz. Neyse ki tanıdık bir çehre gördü. Hiç olmazsa ortama alışıncaya kadar yüz yabancısı olmayan birine sığınmanın kıymet ve konforunu bilerek eğitmenlerden biri olan Hasan Hoca’ya doğru yöneldi.
“Merhaba Hasan Hocam nasılsınız?” diyerek elini sıktı. Kıpır kıpır kızlar geçti o sırada yanlarından. Hasan Hoca bir göz ucuyla etrafa yaşam enerjisi yayan enerji dolu kızlara bakarken bir yandan da elini sıktığı Ali’ye, kendisiyle karşılaşıldığında bilgece laflar etmek en doğal hakkı ve göreviymiş gibi, “Huzurluyum,” cevabını verdi. “Siz nasılsınız Ali Bey?” sorusuna ise, “Ben de iyiyim hocam teşekkür ederim,” dedi.
Kafasını şöyle bir aşağıdan yukarıya anlam yükleyerek salladı Hasan Hoca. “Ali Bey her şeyin başı huzurdur, huzurlu insan mutludur ve iyidir,” diyerek yarım kalan tiradına devam etti. Şiirsel konuşmasıyla vermeye niyetlendiği bilgelik dersini bir süre daha sürdürmek niyetinde olduğu eni konu belli oluyordu. Bu iyiye işaretti. Zaten o da bilgelik derslerinden oldum olası sıkılmazdı. Hatta hoşuna bile giderdi böyle konuşmalar. Ayrıca ilk anların zorluğunu başarıyla atlatabileceği için de Hasan Hoca’yla konuşmasını reddi imkânsız bir ganimet bilmişti. Bu arada Hasan Hoca çenesine sağ elinin parmaklarıyla birkaç masaj hareketi yapmış, farklı bir yüz ifadesi takınmıştı. Belli ki sarf edilebilecek ortama uygun bilgece laflar düşünüyordu. Hasan Hoca’nın takındığı beden dili Ali’yi de sohbeti sürdürme konusunda cesaretlendirmişti. “Evet ya hocam,” dedi Ali, “gerçekten de her şeyin başı hazır olmak.”
Hasan Hoca bir an şaşırır gibi oldu tam anlamadığı bu cevaba ve “ne demek şimdi bu?” der gibi limbik dünyasından çıkan bir yüz ifadesine büründü.
“Hocam,” dedi Ali, “huzur kelimesi bildiğiniz gibi hazır olmak, burada olmak manasındaki kökten geliyor. Arapça ha-da-ra fiil kökünden. Hani yoklama yapılırken, burada, diyen öğrenciler veya askerler vardır ya, onun gibi burada olmak, var olmak demektir huzur.”
“Bak ben bunu hiç duymamıştım, çok ilginç,” dedi Hasan Hoca. Bu arada bakışlarından ve yüz çizgilerinden, “Hiç de beklemezdim bu sümsük heriften böyle sözler çıkabileceğini,” diye düşündüğü seziliyordu. “Süper bir bağlantı gerçekten,” demekle yetindi sadece.
Salona ara sıra girip çıkıp sağa sola bakınanlar oluyordu ama uzun süre kalmıyordu kimse. Yalnız arka siluette önüne cam sehpa konmuş kanepede oturup elindeki derginin sayfalarını bir o yana bir bu yana karıştıran orta yaşlı alımlı bir hanımefendi dikkatini çekmişti Ali’nin. Sanki başından beri Hasan Hoca’yla yaptığı tüm konuşmalara kulak misafiri olduğunu fark etmişti. Hasan Hoca’ya sağlam bir göz kontağı kurarak konuşmaya devam etti Ali:
“Doğrusunu söylemek gerekirse hocam ben de siz huzurluyum deyinceye kadar bu bağlantıyı düşünmemiştim. Teşekkür ederim böyle bilgece bir cevapla kendinizi ifade ettiğiniz ve bana da bu kavramsal bağlantıyı kurmam konusunda köprülük ettiğiniz için.”
Bu sözleriyle Hasan Hoca’ya ganimetin büyüğünü bilinçli olarak sunmanın verdiği rahatlığı doyasıya yaşıyor, bundan böyle kelimelerini daha bir vurgulu ve güven dolu şekilde telaffuz ediyordu.
“Hatta Hasan Hocam dahası da var,” diye sürdürdü konuşmasını. “Bilirsiniz, hazır olmak, her şeye hazır ve hazırlıklı olmak, tüm anlara tanıklık etmek demektir. Huzurlu olan insan vardır, buradadır ve her âna tanıktır. Huzuru olmayan insandan zaten ne güvenilir ne âdil bir şahit çıkar. Çünkü kendi derdinden dış dünyadaki anlara ve olaylara bihakkın dikkat kesilemeyeceği için hâliyle şahitlik de edemez, olana bitene hakkını veremez. Kendine hayrı olmayan başkasına nasıl yardım etsin? Başa gelen ne olursa olsun; ister acı ister tatlı, ister afet ister nimet. Huzur hepsinin karşısında dimdik ayaktayım, hazırım, hiçbir şey beni şaşırtamaz, eğemez, bükemez, moralimi bozamaz, huzurumu yok edemez, tanıklığımı zedeleyemez demektir aynı zamanda, değil mi hocam?”
Hasan Hoca’nın Ali’ye odaklanmış şaşkın bakışları sürekli tazeleniyordu. Hatta bir ara kendi kendine “Hasan Hoca, bir de hocayım diye geçiniyorsun, şu pejmürde kılıklı adam bile senden daha bilge ve bilgili,” diye iç geçirdi. Ali ise sanki Hasan Hoca’nın aklından geçenleri bakışlarından okuyormuş ve şaşkınlığını daha da artırmak istiyormuş gibi konuşmasına sakin sakin devam etti:
Aynı kökten gelen “hadar” kelimesi de şehirli manasında kullanılan bir tabirdir mesela. İkamet eden, şehir hükmünde bir yerde yaşayan; yani seferde olmayan veya örneğin çölde yaşamayan kimseyi anlatmak için kullanılır. Şehirde her an her şey olabilir, insan her şeyle karşılaşabilir, her şeye hazır olur yeri gelince değil mi hocam? Çölde ise böyle mi? Haftalar veya aylarca insan yüzü bile göremez bir bedevi. Kimi ve neyi görecek de ona hazır olacak değil mi? Yeknesaktır çöl hayatı. Değişiklik yoktur orada, yani huzuru bozacak bir şey yoktur çölde. Oysa şehir başkadır, öyle değil mi hocam? Huzuru bozacak, içinde bulunduğu vasatı değiştirebilecek ne çok olay, kişi, ifade ve durum vardır bir şehirde.
Hasan Hoca iyiden iyiye afallamıştı. Gerilme sırası bu kez sanki onda gibiydi. “Başta bilgece laflar edeyim derken bir çırpıda kullanıverdiğim bir huzur kelimesinin geldiği yerlere bir bakın hele,” der gibi iç geçiriyordu sanki. Ali ise Hasan Hoca’yı da sohbetin içine dahil etmeye çalıştığı belli olan özentili bir üslûpla konuşmasına devam ediyordu:
Hani hocam dervişe demişler ya “Hey eren biliyor musun bu kış çok sert ve çetin geçecekmiş.” Derviş de, “Ben titremeye hazırım, nasıl olursa olsun bakalım,” diye cevap vermiş ya. İşte huzur tam da budur değil mi hocam? İster varlık olsun ister yokluk, ister yaz olsun ister kış. Suratını ekşitmemek, enseyi karartmamak, dengeyi kaybetmemek, hep aynı heyecan ve yaşam sevinci kertesinde kalmayı başarabilmek; geçiciyiz biz, kalıcı olan daim O diyebilmek değil midir hocam?
Bakışları dergisinin açık kalan bir sayfasına kilitlenmiş olarak konuşmalara zaman zaman onay ve takdir duygularıyla dolu bir sükûnet içinde kafasını aşağı yukarı belli belirsiz sallamakta olan gümüş saçlı hanımefendi çok huzurlu ve maneviyatlı görünüyordu. Hasan Hoca da artık bu bilgece lafları eden muhatabına küçümseyici bakışlarla değil, hayranlık ve saygı dolu bir yüz ifadesiyle bakıyordu. Gözlerinin içi çakmak çakmak parlıyordu hocanın. Ama artık bu linguistik ve semantik sohbete bir son vermenin zamanı geldiğine karar vermişçesine aniden “Benim Bora Bey’i çıkmadan bir görmem lazım Ali Bey, görüşürüz yine,” diyerek ayrıldı.
Hayatı boyunca çok şey görmüş geçirmiş biri olduğu yüzündeki her çizgiden rahatlıkla okunan entelektüel görünümlü ak saçlı hanımefendi ise elinden bırakmadığı o derginin sayfalarını kaldığı yerden karıştırmaya yeniden başlamıştı. Ali de artık ilk adım sendromunu başarıyla atlatmış olmanın verdiği huzurla ince ve uzun koridorun sonundaki Aikido Atölyesi’ne geçebilirdi.
Mustafa Ünver
Comments