Hemşire, arkası dönük bir halde ilaçları düzenliyor. Yoğun bakımın soğundan olsa gerek sırtında pelerini var. Ses etsem kanatlanıp uçacak sanki. İçeride kesif bir koku. İlaç ve ölüm kokuyor. Yukarıdaki küçük pencerelerden güneşin doğmak üzere olduğunu anlıyorum. Hemşirenin hareketsizliği ve pelerini beni korkutuyor. Azrail olabilir mi diye düşünüyorum. Kulaklarım uğulduyor. Damarlarım şişiyor. An, hızla yok oluyor. Kıştı, soğuktu. Birkaç gün önce yağan kar, yer yer çamur olmuş yer yer buz tutmuştu. Meyhanedeydik. Keyifler yerinde, kafalar çakırdı. Karın başlaması Kâmil’i tedirgin etti. “Bir an evvel gidelim,” diye tutturdu. Değilse benim yola düşesim yoktu.
“Arabanın farları yanmıyor,” diyor yakın dostum Çakal Kâmil. Arabayı o sürüyor. Eğiliyorum, iki kablo birbirine değince yanacak farlar. Evimizin olduğu ilçeye yetmiş beş kilometre. Kâmil’e, “Lan oğlum eve gitmeyelim,” diyorum. “Ya nereye gideceğiz,” diyor. Ağzım yamuluyor, sulanıyor. Gülüyorum, tıslayarak “Oynayan kızlara,” diyorum. Kâmil gergin, “Dur bi hele varalım, “diyor. Son gördüğüm bir orta refüj.
Yoğun bakım ünitesinin önü ana baba günü. Annem, babam, eşim, erkek kardeşim ve eşi oradalar. Bir sürü tanıdık bildik, çalışanlarım, ilçede duyan herkes gelmiş. Çok uzun zaman geçmemiş olmalı, çünkü ablalarım şehir dışından gelememiş. Ben yanlarındayım ama onlar beni görmezlikten geliyor. Bağırıyorum, duyan yok. Susuyorum. Tepkileri öncekinden farklı değil. Allahım neredeyim? Kayıp mıyım? Umut ile korku arasında bir yerdeyim. Önce babama sokuluyorum. Nefesi aç gibi kokuyor. Şekeri yükselmiş olmalı. Üç numaraya vurulmuş, beyaz saçları diken diken duruyor. Yeşil gözleri ağlamaktan kan çanağı sanki. Kendi içinde sorgusu çok ağır, duyuyorum. “Ne hata yaptım bu oğlanı yetiştirirken,” diyor. Gözlerinden akan yaşları gri kırçıllı kabanın cebinden çıkardığı beyaz mendille siliyor. Hanımı da, aklı başında kadın, uysal, akıllı çocukları var. “Ama delişmen oğlan sığamadı kabına,” diyor. Köz olmuş yüreğine söz dinletemiyor. Acısı, lavdan coşkun ırmaklara dönmüş. “Kurban keseceğim, fakir doyuracağım,” diyor duyuyorum. Sağ çıkmam için adanan adakların büyüklüğü ağır ilerleyen zamanın ağırlığına denkleniyor sanki. Aramızdaki mesafe şahlanıyor, savruluyorum. Bomboş, derin bir yokluğa. Bir kanatlı rüzgâr alıp getiriyor anamın yanına burnunun kenarları kızarmış. Elindeki kâğıt mendil lime lime. Mavi kazağının üzerine giydiği kahverengi yeleğinden gelen sabun kokusu doluyor genzime. Elindeki tesbihin hareketi ile eş zamanlı kıpırdıyor dudakları.Yanına gelenleri, bir baş selamıyla uğurluyor. Onun da içinde ki fırtına aleve dönmüş bağrında. “Sevmedi, bu gelini bu oğlan sevemedi,” diyor. “Halasının torunu Hafize’yi istedi de aman aman bulaştırma halanı, bana dediydi,” diyor. İçi kor alev. “Oğlan çocuğum olsun da ne olursa olsun,” dediği günler bir çıra ile benim yaşadığım anı tutuşturuveriyor. Beyaz, ütülü tülbentinin altında görünen alnına keder yerleşmiş. Seslensem, anne desem duyar mı?
Kardeşim Vahit, çalışanlarla yoğun bakımın yangın çıkışında sigara içiyor. Karmaşık duygular içinde. Patron olma sırasının kendisine geleceğini düşünerek seviniyor. Fakat ölmeme de gönlü razı değil. “Yakışmaz ağabeyime ölüm,” diyor. İşçilere, üzgün bir ifadeyle. Bir taraftan iş bilmezliğine, tembelliğine hiç kondurmadan “Hak yiyen bok yer,” diyor içinden. Sigarayı elinden atıyor. Bir de ardından yere tükürüyor. Esnaf arkadaşlar bir bir dükkânlarını açmaya hastaneden ayrılıyor. Kimi uzaklaşırken “İyi çocuk severim Nahit’I,” diyor. Kimi Kâmil’in küçük sıyrıklarla kazadan kurtulmasını konuşuyor. Kimi “Afyon’dan alemden geliyorlarmış,” diyor. Kimi “Azan köpek yer başını,” diye söyleniyor. Onlar uzaklaşırken yoğun bakıma yeni hastalar getiriliyor. Hortumlar bağlı insanlara, hastane çalışanlarında bir telaş. Ortalıkta uğultu. Eşimin yanında alıyorum bu defa soluğu. Ağlamıyor. Bir tek çocukları düşünüyor. Babasızlıklarına şimdiden kahroluyor. “Ettiğim beddualar mı tuttu acaba,” diye geçiriyor içinden.Yüzü, berrak sular gibi dingin. Eğer öyle ise de “Oh olsun,” diyor. Sevemedik birbirimizi. Soğuk kadın Melike. Esmer, zayıf, çelimsiz. İnatçı kadın. Temiz, titiz evde her şey yerli yerinde ama evdeyken zihnim bedenimin içinde huzursuz. Evime, yanıma yerleşememiş vaziyette. Aklım Hafize’de kaldı yalan yok. Annemin inadı onun da hayatını mahvetti. Sekiz ay sürdü, evliliği beceremedi. Döndü hemen gelin gittiği Erzincan’dan. Gelmemiş daha hastaneye duymadı mı yoksa? Çok sürmedi yeniden alevlendi aşkımız. Öyle bir çırpıda olmadı tabii. Çok uğraştım ikna etmek için. Genç kadın, direnemedi yalnızlığa. Arzu dediğimiz his öyle bir his ki yırtıyor tüm mantığı, gerçekliği. Günahın haz çukuruna ilk düştüğümüz günden itibaren en derin zevklerin koynunda kanatlı rüzgarlarla defalarca birlikte olduk. Sarışındır Hafize. Canlıdır, heyecanlıdır. Kahkahasında kuşlar cıvıldar. Enerji sayacı hiç durmaz, göğsünde hep huzur vardır. Kadındır. Kadınlığı bal gibi. Sonu baldıran da olsa tadılmaya değer. Olamadı yuvamız. Ama şehre otuz beş kilometre ötede bir aşk mabedimiz var. Her fırsatta orada alıyoruz soluğu. Bazen haftada iki, bazen üç gün buluşuyoruz. O, evlenmeden önce zihnimizde provasını yaptığımız her şeyi yaşıyoruz. Şimdi ben, burada bir aralıkta. Umut ile korkunun girdabında, yer ile gök arasında bir yerdeyim. Hastaneye sabah saatlerinde yoğun bakıma getirilen adam ölüyor. Etrafındaki görevlilerin telaşı bitiyor. Ölürken ağzını bir iki defa açıp kapıyor. Ağzından sanki kurum çıkıyor. Zihnim umuttan uzaklaşıyor.
Sonsuz sayıda koridoru olan bir labirentin içindeyim. Uzaklarda bir yerde Günseli oturuyor. Kardeşim Vahit’in eşi. Benim, onu bir ağabey gibi sevmeme rağmen beni hiç sevemedi. İçinden yaptığı mal mülk hesabını neredeyse dillendirecek. İçinden coşkun nehirler akıyor. Sevincini saklayamıyor. Vahit’e doğru, “Duvar yıkılmaz,” diyor. “Hakkını yedi ondan oldu,” diyor. “Annenlerin ağabeyin için ayırdığı eve biz geçeriz,” diyor. “Hiçbir zaman eşit tutmadılar seni ağabeyinle,” diyor.
Neşesini gizlemek için sık sık lavaboya giderek aynada en inandırıcı üzgün ifadesini deniyor. Hüzünlü gözlerle tekrar koridordaki sarı demir banklara oturuyor. Kâmil hastanenin üçüncü katında sağdan ilk odada yatıyor. Kaygısı dağları aşmış. “Ulan Nahit ölme sakın,” diyor. Ömrümce ne biriktirdiysem sana verdim. Bok vardı da geçen hafta aklına uyup senin üstüne malımı mülkümü yaptım. Cartayı çekersen, ben şimdi kime ne anlatırım? Avradı beş parasız boşayacağım derken bütün emeklerin boşa gidecek salak Kâmil diye zihninde sürekli kendini azarlıyor. Düşündüklerini gülmek ile ağlamak arasında bir yerde mütebessim izliyorum. Ya Çakal, “Yengeye yapacağımız yamuk yaramadı oğlum bize,” diyorum. Nihayet Hafize hastaneye geliyor. Yanında iki arkadaşı koluna girmiş. Ağlıyor. Yüreğinden kan damlıyor adeta. Her kıvrımını bildiğim vücudu iki büklüm. “Söyleyemedim,” diyor arkadaşına, “Hamile olduğumu bilmiyordu.”
Öne arkaya sallanıyor. Şaşkınlığım başımı daha çok döndürüyor. Yarım kalmışlığı bir tek onda görüyorum. Evlatlarımı görmek istiyorum. Başımı esneyen bir cama çarpıyorum. Tekrar deniyorum, kuvvetli bir rüzgâr tarafından tekrar karanlığın bağrına itiliyorum. Sert, yoğun bir kahve kokusu etrafı sarıyor. Pelerinli hemşire içiyor olmalı, diye düşünerek oraya bakıyorum. Bana arkası dönük olan hemşire yorgun bir yarasaya dönüşüyor. Kanatlarını açarak beni kanatlarına oturtuyor. İçimde karanlık bir borunun içinden kayıyormuşum gibi bir hisle korkuya kapılıyorum. Ablalarım koşarak hastaneye giriyor. Yoğun bakımın kapısından doktor, heyecan ve panikle içeriye giriyor. Baş ucuma geliyor. Yorgun, yarasa yükseliyor. O yükseldikçe her yaşta kendimi başka bir aynada görüyorum ve hepsi ayrı ayrı parçalanıyor. Her suretim paramparça. Yükseldikçe farklı yaşlarda, kadın, erkek, çocuk, çeşit türlü mahlukât koşuyor. Uçuyor. Yüzüyor. Herkes aynı yöne gidiyor. Arasat’mış gittiğimiz yer.
“Başınız sağ olsun,” dileği ile hastanede bekleyenlerin çığlıkları yükseldiğim katlara erişiyor.
Nagehan Dermancı
Comentários