Endişeli kadın, 22 numaralı otobüse bindiğinde havanın kararmasına saatler vardı. Evden erken çıkmıştı. Öylece durup zamanın geçmesini beklemeye tahammülü yoktu çünkü. Bütün gece gözünü kırpmamış, ay gökyüzünde süzülürken neşeli ve kışkırtıcı bir muhabbetin hayalini kurmuştu. Açık pencereden odasına dolan hafif rüzgâr uykusuz geceyle ilgili endişelerini silip süpürmeye yardım ediyordu. Akıp giden bulutlar, nerdeyse boş olan sokak, tatlı gece havası…
Buluşma yerine birkaç durak kala otobüsten indi. Yüksek binaların, allı pullu dükkânların, rengarenk giysilerin yanından geçerek uzun uzun yürüdü. Kafe-bara geldiğinde kapının bitişiğinde bekledi bir süre. Kim görse tereddüt ettiğini anlardı. Yan gözle camdaki yansımasına bakınca şaşırdı. Eğri, iri burnu sırsız aynada belirmemişti. Onu kuşatan dünyadaki ağırlığı hafifledi, hafifledi… O anda rüzgâr da şiddetli yüzünü gösteriverdi. Havalanmasına ramak kalmıştı. Neyse ki uçuran işbirlikçi, giysilerine çarptı ve hızını kaybetti. Endişeli kadın, olduğu yerde, ayakta, öylece kaldı. Uçuşan eteğini çekiştirdi, saçını yokladı, kapıya doğru hamle yapıp girişte durdu. Güneşin kuvvetli ışığı, yansımalar ve parlamalarla, masaları açık seçik görmesini engelliyordu. Gözlerini kıstı, ürkek ürkek etrafına baktı. Oturanların tümü onu görmeye can atsaydı keşke. “Keşke, keşke, keşke,” dedi. Dudakları bir süre hafifçe kıpırdadı. Adımını attı. Alkol kokusu gizli kıvrımlardan yuvalanacağı yere ulaştığında baş dönmesiyle sendeledi. Tam o sırada duyduğu sesle irkildi. Genç bir adam, “İzin verir misiniz?” diyordu. Onu sandalyesine buyur etmek istiyor olabilir miydi? Kızarmaya başladı. Kırmızının ısısı birkaç saniye içinde kulaklarının dibine kadar yayılmıştı. Bu ısının saçlarındaki kızıllıkla birleştiğini görenler, bir ateş topundan kaçar gibi kaçabilirdi kadından.
Gözleri yerde, pürtelaş içeriye seğirtti. Ahşap zeminde pat pat ayak sesini hafifletecek bir halı yoktu maalesef. Duvar dibine gizlenmiş, dövme demirden, üç ayaklı masaya yöneldi. İyi seçimdi. Oturacakken sol bacağında, kalçasına yakın bir yerde, bir sızı hissetti aniden. Demir ayaklardan birisine çarpmıştı. Annesinin yıllar yılı bıkıp usanmadan söylediği şeyi geldiği yere gönderdi hemen. Sakarlık değildi, sadece bir kazaydı bu, herkesin başına gelebilecek bir kaza. Bir süre elini kolunu koyacak yer bulamadan oturdu. Tuvalete gitmeliydi. Kendisine çeki düzen verir, kuruyunca çatlamış toprağa dönen rujunu tazelerdi. Ayağa kalkmak için sandalyesini hızlıca itti. Çıkan ses kulak tırmalayıcıydı. Anında bütün gözler ona dönmüş, baştan ayağa onu süzüyorlardı sanki. İşte, cam kenarındaki kadın yanındakinin kulağına eğilmiş, gülerek bir şeyler söylüyordu. O da çabucak gülümsedi, yüzünü gözünü kaşıdı, başını eğip yürüdü.
Bakışlardan bir an önce kurtulmalıydı. Hızlandı, karanlık hole süzüldü. Aynanın karşısına geldi, bir süre hareketsiz durdu. Sonra telaşla çantasını karıştırmaya başladı. Dudak boyası eşya kalabalığının arasındaydı. Tam üç kat ruj sürdü. Aynada kendisini süzdü bir süre. Dudağı ışıldıyor, kirpikleri birkaç küme halinde kaşına uzanıyordu. Bir hafta boyunca ne giyeceğini düşünmüştü. Fena sayılmazdı. Bebe yakalı bluzu, küf tutmuş ekmeğe çalan rengi ve deri kaplama bombeli düğmeleriyle göz alıcıydı. Eteği hele… İçinde sarılar, morlar, maviler oynaşıyordu.
Masaya döndüğünde sipariş vakti gelmişti artık. Öyle park bankındaymış gibi oturmak yakışık almazdı. Karnı da zil çalıyordu. Ama yeni tanışacağı birinin yanında ölse bir şey yiyemezdi. Bir şey içmeliydi. Midesini de heyecanını da yatıştırırdı. Bara döndü, barmenle göz göze geleceği anı kollamaya başladı. Genç adam siyah, kahverengi, kızıl şişelerle çevrelenmiş bölümde; çeşit çeşit bardaklar arasında gidip geliyor, birtakım içecekleri ölçüp bardağa dolduruyor, ardından limon suyuyla karıştırıyordu. Zor değildi.
Böyle bir yerde çalışsa ne kadar kazanırdı acaba? Ama ya günde birkaç bardağı şangur şungur yere sererse… Belki buluşacağı adam da barda çalışmasından hoşlanmazdı. Annesi hele, bu işten söz ettiğine bile pişman ederdi. "Zırvalama," derdi, “yine zırvalıyorsun işte. Doğru dürüst bir şey söylediğini duysam, gözüm açık gitmeyecek.” Üzgün gözlerle çenesini aşağı sarkıtırdı ardından. Buna hiç katlanamazdı. Böyle düşünürken geçmişin karanlığından iki kemikli parmak çıkageldi. Kulak memesinde iğne gibi tırnakların acısını duydu. Eli kendiliğinden kulağına gitti. Yağlı, süngersi dokuyu ovaladı.
İçkisini küçük bir kedinin su içmesi gibi yudumlamaya başladığında neredeyse yarım saat geçmişti. Her yanından cazibe akan bir kadının, “İmge, canlandırdığı şeyden daha kalıcıdır. Yanılsamamıza neden olur,” dediğini duydu. Bir anlam veremedi. İmge, dedi; ardından saatine baktı, yanılsamayı unuttu. Heyecanlanmıştı. Beklediği gelmek üzereydi. İlk defa, Facebook sayfasında gördüğü birisini tanıyacaktı. Aslında hayatındaki ilk gerçek randevuydu bu. Mahalle arasındaki kaba saba konuşmalarla bir tutulabilir miydi? Tanıdığı kadınlar buluşmalardan söz edip duruyorlardı. Birbirlerine Messenger’da edepsiz şeyler yazdıklarından, aşk oyunlarından. Öyle şeyler yazmayı beceremezdi ama bir randevunun gerçekleşmesini sağlayacak kadar yazışmaya devam edebilmişti. Adamın kapıdan girişini hayal ettikçe terledi. Şimdi sırasıydı sanki. Koltukaltı, sırtı, elleri bile nemlenmişti. Çantasından üzerinde kış göğündeki kar bulutlarının dolaştığı yelpazesini çıkarıp hızlı hızlı sallamaya başladı.
Gönülsüz adam kapıda göründüğünde içerisinin ışığı yumuşamıştı. Kadını, gölgede kalan yerdeki detayları nasıl seçiyorsa öyle, hemen fark etti. Kadın da gördü onu. İnce, uzun endamıyla karşısındaydı. Kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Adam masaya doğru yürürken yüzünden karanlık bir şey mi geçmişti? Bu düşünceyi aklından hemen savuşturdu. Heyecanla gülümsemeye çalıştı. Adam, “Merhaba,” dediğinde sesinin tınısındaki duygu belirsizdi. Kadınınsa kısa bir an sesi çıkmadı. Kesik kesik öksürerek boğazını temizledi. Sesindeki titremeyi zapt etmeye çalışarak selamladı adamı.
Gönülsüz adam, kadının kurumuş böğürtlen çalısına benzettiği saçlarına baktı önce, ardından farklı açıdan fotoğrafı çekilmiş iki yarım yüzün, yan yana yapıştırılmış hali gibi görünen çehresine. Bir süre ne söyleyeceğini bilemedi. Her zamanki gibi kafası karışıktı. Keşke buluşmadan önce bir yerlerde görseydi kadını. Fotoğrafa güvenmemesi gerektiğini bilmeliydi. Tek bir fotoğraf, o kadar. “Beklenmedik bir işim çıktı, hemen ayrılmam gerekiyor,” deyip kaçıverse ne iyi olurdu. Öyle yapmadı. Kadınla bakışları birbirine değdiği an geç kalmıştı artık. Nezaketen oturdu. Yarım ağızla gülümsedi. Kendisine bira, bir de tek kişilik çerez tabağı söyledi. Kadına bir isteği var mı diye sormadı.
Endişeli kadın, adamın birayı kırk beş derecelik açıyla dikkatli dikkatli bardağa döküşünü izledi. Lavanta, kişniş, biberiye ve portakal çiçeklerinin buluştuğu kokusunu içine çekti. İyi ki bu küçük masadaydılar. Dip dibe, göz göze. Seçimine minnet duydu. Adamın ona yazmasına, onu seçmesine de minnettardı. Duyguları bu çağrıya hemen itaat etmişti. Acaba aşık mı olmuştu? Daha ilk yazışmada içi kıpır kıpırdı zaten.
Gönülsüz adam tuhaf bir huzursuzluk içindeydi. Böğürtlen çalısı saçlı kadın burnunun dibindeyken böyle hissetmese şaşardı. Tahta zemin misali gıcırdayan sesine katlanamaya hiç niyeti yoktu. Sessizlik de iyice canını sıkıyordu. Ama ne yapacağını biliyordu. Buluşmaları sonlandırma, sonra da ortadan yok olma konusunda hayli deneyimliydi. Hemen en iyi bildiği konuyu gündeme getirdi. Birkaç cümleden sonra soluğu memnuniyetle dışarıda alacaktı. Fakat ilk cümlesini söylemesiyle kadının hülyalı bakışının farkına varması bir oldu. Can kulağıyla dinliyordu kadın. Kendi konuşmasının büyüsüne kapılması işten bile değildi artık. Uzun uzun fotoğrafçılıktan söz etti. Fotoğraflar hiç de mekanik kayıtlar değildi. Hiçbir fotoğrafçının çektiği, diğerininkiyle aynı olmazdı, karşısındakiler aynı olsa bile. Kendisinin görme biçimine güveniyordu. Küçük bir fotoğrafçı dükkânı vardı, büyütecekti nasılsa. Bütün zamanını alıyordu ama insanın işi olması önemliydi. Bir yardımcısı olduğunda biraz rahatlardı. Sözcükler adamın ağzından taşıp masayı doldurdu. Kadın, adamın işinden söz edişini hayranlıkla dinlemeye devam etti. Bardağını şerefine kaldırınca sevinçle karşılık verdi.
Konuşma sırası nihayet kendisine geldiğinde bir işi olmadığını söyledi endişeli kadın. Ama yakında bulacağından emindi. O sırada sesi hafifçe titremeye devam ediyordu. Adam nedense ona karşı bir şefkat duydu. Oturduğu yeri ve ailesini sordu. Kadının gözlerinin içi gülmeye başladı. Ne kadar da cana yakındı adam. Annesi onu karşısında gördüğünde nasıl şaşıracaktı. Şaşkınlığı geçince çenesi yukarıya doğru kalkışa geçecek, yüzü gözü parlayacaktı. Başını hafifçe kaldırdı; saçını eliyle yokladı, parmaklarının arasından geçen telleri hizaya soktu. En sevdiği yemeği sordu adama. Ardından yaptığı yemekleri anlatmaya başladı. Asma yapraklarını nasıl kalem gibi sardığını, çorbaları, çeşit çeşit otları…
Endişeli kadın anlattıkça anlattı, gölgeler uzarken hafifledikçe hafifledi, kendinden geçti. O kendinden geçtikçe adam kendine geldi, çıkışa doğru hamleye hazırlandı, aradığı kadının o anda kapıdan çıkıp gittiğini fark etmişçesine çabucak kalkıp peşine düşecekmiş gibi… Endişeli kadın, tüy misali havaya yükseldiğinde adamın sandalyenin hemen ucuna oturduğunu gördü. İçkisini kafasına dikmiş, sanki bir an evvel… Nasıl olurdu? Bedeni yer çekimiyle ağırlaştı birden. Bütün hızıyla düştü, küt diye yerine oturdu. Gözlerinden kapkara yaşlar aktı. Eğri, iri burnu kızardı, iyice şişti. Dudakları çatlamış toprağa döndü. Yine de adamın güzel bir şeyler söylemesini bekledi. Fakat aralarına sonsuz bir mesafe girmişti artık. Adam boş bardağı masaya bırakırken, “Sanırım mutfağa birini arıyorlar,” dedi. Kadın afalladı, ne duyduğunu kavrayamadı birden. Onun şaşkınlıkla sersemlediğini sezdi adam, kısa bir açıklama ekledi, “İçeri girerken kapıdaki ilanı gördüm. İş aradığınızı söylemiştiniz.”
Kadın bir süre hiçbir şey demedi. Hüsrana uğramış başı yana dönüktü. Avuçları, bacaklarının üstünde gidip geliyordu. Herkesin gözünü ona diktiğini derinden duyduğu uğursuz anda adama baktı. Çok da uzun sürmeyen bir tereddüdün ifadesiydi bu bakışlar. O anda bir şey oldu. Parmakları masanın üzerinde tıkırdamaya başladı, yüreğinde geniş bir alan ışıdı, sapsarı yüzü damar damar kızarmaya başladı. Sonra ayağa kalktı. İçinde sarıların, morların, mavilerin oynaştığı eteğini savura savura uçarcasına bara doğru yürüdü.
Nalan Arman
Comments