top of page

Öykü- Nalan İncekara- Giz

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Kıymet, keskin, parçalayıcı bir iç sıkıntısıyla uyandı. Kulağına ritmik bir darbenin ağacın gövdesiyle buluşma sesi çalındı. Bahçenin gömülü olduğu karanlığa haykırdı. “Kim var orada?” Dışarıdaki telaş susuverdi. Işığın düğmesine dokunmasıyla odanın ortasında bir şangırtı koptu ardından yataktaki Cemal’in uykulu yüzü kanamaya başladı.

Ağaçtan uzaklaşan gölgenin sahibini ezbere biliyorlardı.  Kıymet kocasının kanayan yüzüne tülbentini bastırdı. Gözyaşlarını dondurmuş mor bir öfkeyle yüzü şişiyordu. “Nefretinde boğul e mi!”

Odanın ışığı bahçedeki ağacı aydınlatıyordu. Üzerinde çiçekleri andıran rengarenk çaputlar, tülbentler, kurdeleler, asma kilitler, balonlar, uçurtmalar asılıydı. Dallar, ne olduğunu sadece sahibinin bildiği daha niceleriyle süslüydü. 

Cemal hırsının da sevgisinin de meftunuydu karısının. Öl dese ölürdü abartısız. Yaşama en çok onunla tutunmuştu. Sözlerindeki müziği duyar, anlattıklarındaki manayı hissederdi. Bal rengi gözlerini anahtara benzetirdi. Karşısındakinin bakışlarına kilitlenir, sözlerine kulak verir, ruhunun derinliklerine nüfuz ederdi.  

İstanbul’un kırsalında Giz köyünde yaşarlardı. Çeşit çeşit şiveler barınırdı burada. Film için oluşturulmuş bir platoyu andırırdı. Köy kahvesinde oturan kasketli amcalar, bakkal, ahır ne ararsan vardı. Sosyal medyalarında sevimli kedicik köpecik paylaşmaktan gına gelen şehir insanı, arabalarına atladı mı hop Giz köyüne gelirlerdi. Çığlıklar içinde inek sağma ritüelleri yaşanırdı. Gelsin videolar, gitsin fotoğraflar. Köy halkının isyan ettiği zamanlar olmuyor değildi hani. Para belasına susuyorlardı ama canlarına tak ediyordu bazen. Bir defasında aklı evvel, şov meraklısı genç kız direkt ineğin memesinden süt emmeye kalkışınca teyzelerden biri kovayı aldığı gibi kovalamıştı kızı. Sahilde olmamasına rağmen köyün her yanına ‘Bikini ile dolaşmak yasaktır’ yazısı asılmıştı. Giz kahvaltısı, Giz’de gizli bahçeler, giz kahvesi… Sandıktan çıkarılıp birer birer satılan el emeği göz nuru çeyizlerle her evin önü pazar yerine dönmüştü. Kendi ninelerini evde yüz vermeyen, huzurevlerinde ziyaret etmeyen ahali, tezgâhın başındaki ninelere ağdalı bir şefkatle yaklaşırlardı.

Cemal, “Sen beni kör kuyulardan çıkardın,” deyip başını minnetle karısının omzuna koyardı. Daha küçücüklerdi, babasından kaçarken ilişmişti kız gözüne. Ağacın önünde aniden belirivermişti, sanki ağaç Kıymet’i doğurmuş gibi gelmişti ona. “Yakaladı mı baban seni?” diye sorunca gururla cevap verdi. “Sıkar o biraz! Kuyuya saklanıyorum.” Kaçmayı başaramadığında eşek sudan gelinceye kadar dayak yediğini dillendirmedi haliyle. “Yağmur yağmadıydı, kuyudan su alıp ağacımın köküne döktüydüm.”  Kız, dayaklık bir mevzu görememişti bu anlatılanda, ağzını büküp defterini açmıştı. “Kuyuya düşersen seni kimse bulamaz, ağaca çıksana,” diye aklını vermişti. Ağızlarını tuta tuta gülüp keyiflenmişlerdi. Sonrasında Cemal, hep ağaca tırmanıp babasının ağzının köpürüşünü canlı yayın izledi. Nasıl oluyorsa ağaca çıktığında sanki görünmez oluyordu. Kış bile olsa karlı bile olsa yaprakları ile sıcacık sarıyordu onu.

Babası bir tır kullanırken bir de oğluna eziyet ederken kendini adam sanırdı. Zorla evlendirdiğinden öz be öz babasına, eşine, mahsulüne nefret duyardı. Babası diktiği için bahçedeki ağaçtan bile nefret eder, odun yapıp cayır cayır yakmak isterdi. Bu çabasını her defasında mahalleli engelliyordu.

Serpildikçe sevdalarına gözcülük etmeye, hayallerine kenar süsü olmaya başladı ağaç. Geleceğe dair güzel planlar kurarlardı. Gölge, şemsiye, umut neye ihtiyaç olursa ağaçları oradaydı.

Köydeki ticaret hayatı her geçen gün gelişiyordu. Para kazanma işini daha gençliğinde akıl eden Kıymet’ti aslında. Herkes onu sever, lafına itibar ederdi. Liseyi başarıyla bitirmiş, hatta üniversiteyi kazanacakken anası hastalanınca imtihana gidemeyip kaderine iyiden iyiye küsmüştü. İnat edip okul işinden elini ayağını çekti. Psikolog olmayı ne çok isterdi halbuki.

Kendiyle, etrafla devamlı küsüp barışırdı Kıymet. Eli dili maharetliydi, mahallenin kadınlarına ufak tefek paralara kahve falı bakmaya, dilbazlığını paraya çevirmeye başladı. Cemal ile evlendikten sonra ne dese çıkmaya başlamıştı. Zaten Cemal çocukluğundan beri namlıydı bu konuda. Babası kafasını vura vura meczup etti diyen de vardı, bu ağacın üstünde geçirdiği gecelerden sonra iyi saatte olsunlara kapıldı diyen de. Bir tek anasına rüyalarını anlatırmış apaçık.  Felaketleri hep önceden sezinlermiş.  

Evlenmelerinin üzerinden çok geçmeden Kıymet gebe kaldı. Bahçelerinde yetişen, birkaç sepet meyve, domates, salatalığı satıp, Kıymet’in üç beş kuruşa fal bakmaları ile geleceğe umutla bakamıyorlardı.

Yetmezmiş gibi rüzgâr tersten esince ortalık karıştı. Kıymet bir gün muhtarın kızı Bahtışen’e kahve falı bakarken, “Kız sana çok güzel bir kısmet var, kaçırma valla hayatın kurtulur,” dedi. Demesiyle beraber sanki kutlama olur gibi korna sesleri köyün içinde yankılanmaya başladı. Sonrası çorap söküğü. Dik dikebilirsen. Cadillac arabayla düğün çekimine gelen doğa konsepti heveslisi bir çiftin, damat tarafından çapkın erkek kardeşi, ahır fantezisinde başrol oynamak için Bahtışen’i seçince, eh kızın gönlü hepten oynak olunca da bela geliyorum dedi.

Muhtar o zamandan aşındırmaya başladı evlerinin kapısını, öfkenin tohumları zihnine o gün ekildi, gün geçtikçe dallanıp budaklandı.  “Kız zaten akılsız, sen de yol yordam gösterdin,” deyip işin diyetini Kıymet’e kesti. Dedikodu rüzgârı bire bin katınca ölü toprağı serpildi işlerine. Muhtarın kızı mecburiyetten evlendi. Aslında damat fena bir adam değildi hani. Ama köylü Kıymet’ten elini eteğini çekti.

Muhtarın tek kızının doktor doktor gezmesine rağmen çocuğu olmayınca maaile kedere boğuldular. Muhtarın Kıymet’e olan nefretinin şiddeti artmıştı. Ne zaman karşısına çıksa gözlerini, yumruklarını kısar, uzun uzun hınçla bakardı.

Çok geçmeden Cemal ile Kıymet’in kızları Azra doğdu, kapının önündeki alçak taş merdivenden tutunarak inmeye, kıkırdayarak tavukların peşinden koşmaya başlamıştı bile. Babasının ışıltılı kara gözlerini almıştı. Güleç ağzı, ipil ipil bakışlarıyla evi, bahçeyi, dört bir yanı aydınlatıyordu.  Birgün Cemal karısına, inanamaz gibi büyümüş gözlerle baktı, “İnsanın aklı almıyor Kıymet,” coşkuyla gelen yaşlarını yanaklarına başıboş bıraktı. “Yüreğim genişledi sanki, öyle bir sevgi doldu ki içim... Dünyaları vermek istiyorum ona,” diye, Kıymet hüzünlü bir gülümsemeyle karşılık verdi sevdiği adama. “Dünya bu köyden ibaret değil.” 

Kopkoyu kasvetli bir taş oturdu Cemal’in içine. Sessizce karısının yanından uzaklaştı, sakin adımlarla ağacına gitti. Sırtını ağaca yasladı, sırtı sıvazlanır gibi rahatlık hissetti. Yan döndü, sevgi dolu bir babanın omzuna kafasını koyarmışçasına boynunu büktü. Çaresizlik elini kolunu düğüm etmişti sanki, avuçlarını yüzüne örttü. Çeşit çeşit düşünceler geçiyordu aklından. Ayağa kalktı kollarını ağaca dolayıp uzun uzun hıçkırarak ağladı. Bu köyden, bu ağaçtan ayrı düşmek istemiyordu. Ağacın yaprakları küçük salınımlarla tatlı bir melodi oluşturdu, bir ninni eşliğinde beşikte sallanan bir bebekmişçesine gözlerini usulca kapadı. Serin bir huzur doldurdu içini. 

Uyku uyanıklık arasında bir masalın içine düştü. Ağacı, bütün köyü sarmalarcasına devleşmiş gökyüzüne kadar uzanmıştı. Envaiçeşit renkte kuşlar, çiçeklerle süslüydü. Köylüler ağacın yamacında toplaşmış saadetle gülümsüyordu. Düğün, bayrammışçasına coşkulu bir neşe kaplamıştı her yanı. Uyandığında öylesine bir ferahlık doluydu ki gitti karısına sarıldı. Ferahlığı ona nüfuz etsin istiyordu. Bir filmi, bir hayali anlatır gibi uykusunda düştüğü cenneti uzun uzun anlattı.  

O sabah bahçede tatlı bir telaş vardı. Azra çömelmiş annesinin pişirdiği gözlemenin ateşinden sıçrayan minik ışıklara neşeleniyordu. Bahçeye nefis kokular yayılıyor, Kıymet gözlemeleri çoğaltıyordu. Birazdan köyün çocukları birer birer dökülür diye aklından geçirirken bir araba durdu yanlarında. Gençten bir kadın arabadan gülümseyerek inip, “Tanrı misafiri kabul eder misiniz?” diyerek bir çırpıda yanlarına gelip kısık bir sesle, “Bizim kızı memnun edelim dedik ama nerde! Son bir şans dedim sizi görünce, gözlemeye bayılır,” dedi.

Sohbet ilerledikçe, siyahlara bürünmüş genç kızın endişeli kararmış yüzünün sebebinin haftaya gireceği sınav olduğunu öğrendiler. Azra, mutsuzluk savar bir neşeyle kızın yanına gidip kucak açtıkça ailesinin söylediğine göre genç kız haftalardır ilk defa biraz gülümsemişti. Baba meraklı gözlerle, evi ağacı bahçeyi inceliyor, “Ne kadar huzurlu bir yermiş,” diye mırıldanıyordu. Soğuk ayran eşliğinde gözlemeler yenmiş, üstüne kahveler içilmişti.

Cemal, genç kıza baktı uzun uzun. Kapalı bir kutunun içine sıkışmış gibi hareketsizdi. Azra kızın elini azimle çekiştiriyor ama onunla oynamasını sağlayamıyordu. Derin derin nefesler alan genç kızla konuşmaya başladı Cemal. “İstediğin olacak merak etme,” dedi. Şaşkın kız anlamaz gözlerle baktı, “Sınavı kazanacaksın,” diye devam etti. Annesi hevesle atıldı, “Konservatuar istiyor,” dedi, sol anahtarı şeklindeki kolyesini işaret ederek. “O kolyeyi bana vermeni istiyorum.” Şaşırdı lakin denileni yaptı kız, kolyesini uzattı. Cemal gözlerini kapattı, avuçlarının içinde kolyeyi onu ısıtmak istercesine bir zaman tuttu. Ağacın gövdesine sarıldı, narince dallarına tırmandı. Yüksekteki bir dalına kolyeyi astı. Yine aynı naif hareketlerle ağaçtan indi, kıza baktı omuzlarını tuttu, “Dileğin olduğunda kolyeni almaya gelirsin.” Cemal abisinin sözleriyle kızın endişeden kaskatı yüreği hafiflemiş, inançla dolmuştu. “Ağaç senin bütün dertlerini tasalarını alacak, dallarından göğe savuracak.”  Kıymet bakakalmıştı kocasının inançla ettiği sözlere. Şüphenin zerresi düşmemişti aklına.

Genç kız aylar sonra tekrar kapılarını çaldığında çözülmüş, genç bedeni bahar dalları gibi çiçeklenmiş, sesi neşelenmişti. “Kolyeyi almaya geldim,” demese anlamak güçtü kim olduğunu.

Fısıltı gazetesi görevini gereğince yapınca Cemal ile Kıymet’in namı dört nala koşmaya başladı. Gözlemenin ateşi, ayranın soğuğu, ağacın gölgesi… Hepsine niyetin güzeli de eklenince iyiden iyiye güzelleşti bahçe. Ağacın dalları dileklerle dualarla dolmaya başladı birer birer.  Köylünün muhtardan sebep çektikleri elleri ayakları kıpırdanmaya, meraklarının ateşi harlanmaya başladı. 

Karı koca memnundu hayatlarından ama Kıymet köylünün yaptıklarını izzetinefsine yediremiyordu bir türlü. Hepsi kendini bilmez, yılan bakışlı o muhtar yüzündendi.

Bu ruh karışıklığı içinde günler geçerken köydeki bir kadının, üçüncü çocuğunun doğumunda vefat etmesi, ardında kalan öksüz bebeğin durmaksızın ağlaması bütün köyün yüreğini sızım sızım sızlattı. O gece Cemal aylar önce gördüğü rüyanın bir benzerini gördü. Ağacın en üstteki dalında beyaz bir çift patik, altında Bahtışen ile kocası duruyordu. Bu rüyayı gören Cemal sabah karısına anlattığında, rüya Kıymet’in nezdinde çoktan dile gelmişti. 

Uzun zamandır evli olan muhtarın kızı Bahtışen ile kocasının dölsüz kalmaları dilden dile dolanıyordu. Kıymet’in yüreği kaynıyordu. Önce Bahtışen’in yanına gitmeyi kafasına koydu. Mevsim sonbahara yönünü çevirmiş ama soğuğu rüzgârı yerleşmemişti daha köye. Tatlı bir güneş ışıl ışıl tepedeydi. Böylesi sevapların her iki cihanda karşılığı olacağına inancı yüreğini yoğururken başına bir ağrı girdi. Ya fikri kabul olmazsa? “Hayırlı bir iş bu iş,” diye fısıldayarak kapıdan çıkarken Cemal, “Güvercin gibi ne fokurduyorsun güzel karım,” diye seslendi.  Yerinden zıpladı Kıymet. “Ay Cemal ıpıssız ne bekliyorsun orada.”

Aklındaki hayırlı fikri bir çırpıda kocasına anlattı.  Cemal sessizce başı önünde dinledi. Karısının niyetinin iyiliğini biliyordu fakat eğrisini doğrusunu düşünmeden edemedi. Ayağa kalktı, “Ver bakalım kızın patiklerinden bir çift,” dedi, beyaz patiği aldı göğsüne bastırdı, kapalı gözlerinin ardından dualar etti, ağacın çıkabildiği kadar yükseğine çıkıp bağladı. “Bizim gibi yavruları olsun inşallah dedi. Şimdi var git ne dersen de ben sana karışmıyorum, dilerim evlat kokusu alırlar.”

Kıymet Bahtışen’in kapısına vardı. Başladı nefessiz anlatmaya. Güya rüyasında bir evliya görmüş. Evliya olduğunu nerden mi anlamış, boyu bahçedeki selvi ağacı kadarmış.  Rüyasında hiç korkmamış. Burnuna mis gibi gül kokusu dolmuş. Masmavi sevecen bakışlı evliya, “Bak kızım demiş, seni kendime elçi belledim, bu çocuğa sahip olanın geleceği çok nurlu, çok umutlu. Öte dünyasında ise cennet bahçeleri emrine amade olacak.  Bunca erkeğin içinde ne etsin, ona Bahtışen’den daha iyi ana olamaz. Sabinin anası da böyle olsun ister. Tek çocuk el üstünde büyür, üvey ana eline gitmesin,” demiş.

Dizlerine vura vura ağlamaya başladı iki kadın, hıçkırıkları tavuğun gıdaklamasına karıştı.

“Bahtışen iyi bir anadır dedi, öyle mi?”

“He kız, he. Kız anaya hasret, ana evlada dedi, inan bu sözüme”

“Valla mı?”

Çarpılma riski karşısında sus pus oldu Kıymet’in sözleri. Öte tarafın melekleri ona ayıplayıp baktılar, görmezden gelip kafasını emme basma tulumba gibi salladı. Ağzından, “Hı hı,” sözleri tavuk yemi gibi etrafa saçıldı, az önceki tavuklardan biri yemi kaptığı gibi kaçtı. 

Bahtışen’in kıvır kıvır saçları kırmızı tülbentinden kenar süsü gibi kıvrılmış, yaşla yıkanmış iri zeytin gözleri yakamoz gibi ışıldıyordu.

“Kıymet, oluru var mıdır bu işin, başka akrabaya vermek isterler belki.”

“Sorarız Bahti, sorarız. Sen he diyor musun onu de hele.”

“Demez miyim kız…”

“Kocan?”

“Demez bir şey,” diye cevaplarken öfke ince bir sızı gibi geçti kadının içinden. Tamam Allah’tandı ama şimdi de bir şey desin de göreyim, diye ikirciklendi. Yıllardır erkekliğine zeval gelmesin diye üstlenmişti artık yeterdi işte.

Kıymet içindeki coşkuyla koştura koştura vardı cenaze evine. Ölüm sessizliği vardı, iki çocuk yan yana oturmuşlardı sedirin üstünde. Büyüğünün bıyıkları terlemiş, küçüğü ilkokul çağındaydı. Konu komşu çocukları sırasıyla bakıyor, kaderine ah vah edip duruyorlardı. Bahtsız, kadersiz, öksüz… Daha nice isimlerle etiketleniyordu küçük Bekir. Baba kapının önüne oturmuş, sırtını duvara yaslamış, sigarayı ucu ucuna ekliyordu. “Anam yaşasaydı, bakardı hepimize,” diye dertleniyordu.

Rahmet, başsağlığı dileklerini art arda sıralayan Kıymet lafa bodoslama atladı. “Mustafa abi, ben bir şey diyeceğim de nasıl diyeceğim bilmiyorum.”

Kasketli kafasını kaldırdı Mustafa, “De gitsin!”

Selvi boylu evliyadan, upuzun sakalından, mavi bakışlarından, sislerden bahsederken eli ayağı titremişti. Bir ayna üzerinden merhumeyi gördüğünü, onaylar baktığını söyleyip senaryoyu iyice zenginleştirmişti.

Mustafa hem şaşırdı hem de heveslendi. Açık etmemeye gayret ediyordu dünden razı olduğunu. Er geç bir analık gelecekti bu eve. Şimdiden aklına düşen tazeler yok değildi köyde. Sevmez değildi karısını ama kadıncağız gelin oldu olalı hastaydı hep. Soluk benizli, ufak tefekti, hemen yorulurdu.  Dikleştirdi omuzlarını iki tane aslan parçası verdi bana, diyerek hakkını sahibine bağışladı.

“Bahtışen ne der?.. Kocası?.. Muhtar?..”

Kıymet’in içi dalgalandı sevincinden. “Bak abi çocuk rahat eder, bilirsin, iyi insandır ikisi de.”

Mustafa hemen he demek olmaz deyip kafasını pencereye çevirdi. Oradan kulağına bir fısıltı gelirse diye dışarı bakıyor gibiydi. Selvi ağacına kafasıyla işaret etti.

“Bak hele, evliya ne dedi tam?”

Kıymet ellerini dizlerine koyup oturduğu yerden zıpladı adamın yanına. Uzaktaki selvi ağacını gösterdi, elini güçlendirmek için olayı tekrar coşkuyla canlandırdı.

“Hanım icazet verdi diyorsun öyle mi?

Duyduklarına inanamamış gibi başını geri itti kadın.

“Abi gözünü seveyim, öyle olmasa kendimi önayak eder miyim ben?”

İçeriden zavallı sabinin gücünün yettiğince bağırması duyuluyordu. İçten içe inanıyordu onun kaderinin güzelleşeceğine. Herkesin dünyası güzelleşecekti böylece. İnanmasa içi rahat etmezdi, sırf namı yürüsün diye dalıvermezdi bu işlere. Hem rüyasını görmemiş miydi Cemal. Bahtışen’in kocasıyla ağacın dalında asılı olan bebek patiğini aldığını görmemiş miydi?

O günün akşamına kıpkırmızı suratıyla kapıya dayandı muhtar. “Düşün benim yakamdan, başka uğraşacak işiniz mi yok sizin?” Yukarıdan aşağı hakarete boğdu evi. Delilendikçe gecenin kör vaktinde hep huzursuzluk hep kötülük saçtı. 

Öksüz Bekir girdiği aileye çok uğurlu geldi. İki ailesi birden oluverdi. Bahtışen ile kocasına bereket getirdi iki kardeşi daha peşi sıra dünyaya geldi. Bir tek muhtar memnun olmadı bu işten. Ölünce mirası boşu boşuna Bekir’e kalacaktı. Can bağından, gönül bağından bihaber olduğundan kan bağının peşine düştü. Ne yapsa içi soğumadı.

İyi niyet ekili ağaca bundan sonra ne ekerse onu biçti ahali. Güzel şeyler dileyenlerin duası hep hayra çıktı.

Nalan İncekara

Commentaires


bottom of page