Öykü- Nalan İncekara- Ruhun Giysisi
- İshakEdebiyat
- 26 May
- 7 dakikada okunur
Gece, ikizi kadar benzer güne.
Sırtım kaplumbağa kabuğuna dönüşmüş, cılız kollarım ve bacaklarım havada çaresizce debeleniyorum. Tepedeki güneş yüzümü lav ateşiyle yalıyor. Eriyip kabuğuma dolacağımı düşünürken gökyüzünde bana eğilmiş bir kadın silueti beliriyor. Uzun saçları yüzümü gıdıklıyor. Havayı tırmalamaktan vazgeçiyorum. Umutla uzanacak şefkatli kolları bekliyorum. Yanılıyorum. Tekmeyle havaya savrulmadan önce gördüğüm son şey kırmızı ayakkabıların parıltısı oluyor. O yakışıklı sarışın küçük prens gibi bir steroidin tepesine yerleşemiyorum üstelik. Uzay boşluğunda takla atıp duruyorum.
Zafer, başı sonu değişmeyen rüyasından uyandı. Ayaklarını sarkıttı yataktan. On iki yaşındayım, bebek gibi ağlamak istemiyorum diye düşünürken, yumruklarıyla gözyaşını silmeye başladı.
*
Belime kadar uzanan saçlarım ağırlaşıyor başımda. Kale duvarları göğe varacakmış kadar yüksek. Gri bulutlarla dolu gökyüzü. Hareketli, karışık, somurtkan. Çok gürültülü. Birer ikişer kara harfler düşüyor kalenin içine. Kelimelere, cümlelere dönüşüyor. Şimşek çaktıkça görünür oluyor yazılar. Asılı kalıyor havada, bir süre sonra sağanak halinde kaleye doluyor. Elbisemin üzerine yapışıyor. Çok zaman almıyor tenime sızması. İçim gökyüzünün dehşetiyle aynılaşıyor. Kapkara, boğuk. Saçlarımın dönüştüğü yılanlar çatallı dilleriyle sokuyorlar yüzümü. Acıyla fırlıyorum yataktan.
Züleyha uyanır uyanmaz bukleli siyah uzun saçlarına götürdü parmaklarını. Ayaklarını sarkıttığı zeminin soğukluğunu hissetti. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Tebelleş kabuslar Zafer ile Züleyha’nın uykusuna ziyaretlerini sıklaştırmıştı.
*
“Zafer, kahvaltı hazır…” diye seslendi Buse.
Akşam yemeğinde bilgisayar oyunlarındaki gibi delik deşik etmiştim annemle babamı. Rahatlamıştım ama canım sıkılıyor şimdi. Pamuk şekerim, “Abi” diye, kollarını uzatıyor. Onun gözünden görmek isterim kendimi. Bazen annem de sarılır, yarım yamalak. Çok hasta olmayı, annemin bana sımsıkı sarılacağı kadar çok hastalanmayı istiyorum. Ya ölsem! Çok ağlar mı? Üzüntüden bayılır mı? Ya ölürse?..
Babam gazetesinin arkasına saklanmış, görünmez oldum sanıyor. Öğretmenlerim ödev yapmadığımı söyleyince babalık taslamaya çalıştı. Başardığını sanmasına izin verdim, sakin sakin dinledim önce. “Derslerimde başarılıyım. Evde genetik bilimini araştırmak benim için çok daha mantıklı. Sizden benim gibi bir çocuğun çıkması… Şaşırtıcı! Hem başarısız olursam ne olur ki? Senin yaptığın gibi ben de babadan kalan işe devam ederim, bunu herkes yapabilir,” deyince sarardı yüzü. Sustu. Annemin ‘yakışıklı esmerim’, diye seslendiği suratı asıldı. Pazıları birer birer söndü. İkisi de sakinleşmek için güzel kızlarına çevirdiler başlarını. Annem, telefonunun yanan mavi ışığına koştu.
Kollarım bacaklarım trampet sopası gibi. Hatta sınıftaki Başak “Karikatüre benziyor ama hiç komik değil,” diye alay etti. “Kedi miyavlaması gibi konuşuyorsun, ne dediğin anlaşılmıyor, zaten o koca kafan da ancak onlar kadar çalışıyor!” dedim. Hatta saçma sapan güldüm suratına. O zırlarken ben de tuvalete kaçtım. İyice çirkinleşiyorum ağlayınca.
Annemi babama söylenirken duydum “Sülalede kimseye benzemiyor. Geniş alnı, küçük kulakları, ayrık gözleri. Hele o içeri kaçan düğme ağzı. Ergenlikte toparlar mı ki! Sanmam. Estetikle bakarız icabına!”
*
Yaşım otuzlara gelince, “Züleyha, evlenmeyip de ne yapacaksın,” minvalindeki soruları çoğalmıştı annemin. Kapımızı aşındıran mahallenin çöpçatanıyla iş birliğine başlamıştı. Halbuki insana hele erkeğe hiç güven olmaz diyerek fikirlerini iğne oyası gibi işlerdi zihnime. Babama nefretle bakar, “Annem yüzüme kara çalar öyle sokağa salardı aç kurtlar peşime düşmesin diye. Kaçamadım iştahından,” derdi. Yılların suçluluğu üzerine yapışmış, köşe minderinden farksız babamın sessiz sakin haline bakar, üstüne biçilen elbiseyi yakıştıramazdım. Belki o da yakıştıramadı, belki yoruldu, köşesinde sakince veda etti yaşama.
Güzel olduğumu bilirdim. Bakanların tıynetine göre farklı hallere bürünürdüm. Nesnelleştiren de olurdu, ilahlaştıran da. Kimine göre çok hızlı giden son model bir araba ya da dört nala koşan kara bir kısrakken, kimine göre gökten inen bir melek, varlığı şüphe götürmez doğaüstü bir varlığa bürünürdüm.
Annemin nasihatlerinin gölgesinde, güzel sanatlarda resim okudum. Ateş böceği misali etrafımı saranlar, kirpi mesafemi topla tüfekle geçmeye çalışırlardı, başaramayınca ağır hakaretlerle arkalarını dönüp giderlerdi.
Okul biter bitmez, atölyeye çevirdiğim odamda yağlıboya resimlerimi galeri vasıtasıyla satışa sunmaya başladım. Kolay alıcı bulan, rengarenk, doğa, çiçek resimleri yerine fırça darbeleri ve ıspatula ile yaptığım portreleri yaparken mutlu olurdum. Siyah, beyaz, kırmızı boyaları kullanırdım sadece. Annem ilk zamanlarda bu portrelere bakar, “Örülüp sökülmüş yumak yığınına benziyor,” derdi. Biraz daha uzun bakmasını söyleyince, resme yakınlaşır, uzaklaşır, sağdan soldan bakar ve bulmacayı çözünce yüzü aydınlanırdı. “Bu Nihal Teyzen, bu mahallemizin delisi Kaymak. Bu kim bilmem. Ama öfkeden delirmiş sanki.”
Annemin siyahı, beyazı kırmızısı vefatından sonra buldu tuvalde yerini. Sabaha kadar nefessiz resim yaptığım bir gün bayılmışım. Buz kesmiştim ayıldığımda. Öldüm sandım. Hiç fena bir fikir gibi görünmedi üstelik.
Mahallenin çöpçatan işlerinden sorumlu Huriye ablaya evlenmek istediğimi söyleyince açık kalan ağzını zorlukla toparladı. “Kız, cama çerçeveye Züleyha evlilik istemiyor yazacaktım neredeyse, illallah ettiydim. Ne ricalar ne hediyeler…”
Dul bürokrat Melih Bey’le kesişti yollarımız. Terbiyesi, evli yetişkin çocuklarının oluşu, biçilmiş bir kaftana çevirdi onu gözümde. El üstünde tutar sağ olsun. Yalnızlığıma bekçi bulmuştum nihayetinde. Bazen aynaya bakar, evli insan yüzü böyle oluyor demek derdim. Bazen daha genç olduğumu, ya da karşımdaki adamın daha genç olduğunu hayal ederdim. O zamanlar biçilmiş kaftan ayaklarıma dolanır, işlemelerinin abartısı gözümü yorar, ağırlığı yüzünden rahat hareket edemez olurdum. Özlerdim bir başınalığımı. Atölyeye döndürdüğüm bir oda, bahçeye çevirdiğim bir balkonda çoğu zaman bir başınaydım. Limon ağacından, sardunyaya, menekşeden akşam sefasına kadar çeşitli çiçekler ve resimlerimle doldurduğum sığınağıma sahiptim.
Hayal kırıklığından korkmadan, bir ödevmişçesine, yavaş yavaş sızdım hayatın içine. Yemek kursuna gitmeye başladım. Hayatı çekinmeden deneyimlemek istiyordum. İnsanlarla omuz omuza olmak, onları dünya dışına göndermek ya da diri diri gömmek hisleri arasında geziniyordum.
Kocam da mavi sakal çıkmamıştı neticede, gitgide alışıyordum, sıcaklığını, şefkatini benimsiyordum. Beni önemseyişine ruhum dalgalanıyordu. Keşke bu kadar beklemeseydim evlenmek için. Anne olmak... Çok mu geç artık?
*
Zafer, huzursuz bir gecenin daha sabahına uyanmıştı. Evin dışından gelen ninniye benzer keyifli bir mırıltıya doğru çekildi. Sandalyeyi camın kenarına dayadı, dizlerinin üstüne çıkıp camı açtı. Sesin kaynağını göremedi. Güneşin elinden tutmuş derinlerden usul usul gelen ses sanki geceki rüya terörünü silmeye çabalıyordu. Mırıltı iyiden iyiye yakınlaşınca hafifçe aşağıya eğildi, ismini bilmediği belki de hiç görmediği rengarenk çiçeklerin içinde beyaz elbiseli, bir elinde fıskiyeli su kabıyla çiçekleri sulayan bir kadın gördü. Dudaklarından dökülen notalar Zafer’e doğru yükselirken ses aniden sustu ve başını yukarı kaldırdı. Çocuk gözetliyor olmanın korkusuyla geriye manevra yaparken, sandalye gıcırtılı bir çığlık atarak düşüşüne eşlik etti.
Züleyha çiçeklerini sularken, “Penceremin perdesini havalandıran rüzgâr, denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgâr,” şarkısını söylüyordu ki yukarıda bir gürültü koptu. “İyi misiniz?”
Kemik yığını gibi etrafa saçıldıysa da çarçabuk toparlanan çocuk, kafasını pencereden çıkardı “İyiyim… İyiyim… İyi günler!” deyip içeri kaçtı, ama kadının yanaklarında beliren iki sevimli çukuru görecek kadar vakti olmuştu.
Züleyha önceden de denk gelmişti Zafer’e. Sokakta, apartman girişinde ihtiyar bir adam gibi ağır yürüyordu. Az önceki çekingen yüzündeki tatlılık, merhametli bir sıcaklık hissettirdi kadına. Seslendi. “Dikkat et delikanlı, düşersen seni tutmakta zorlanabilirim.”
Çocuğun kulağına neşeli bir kuş gibi ulaşmıştı kadının sesi. Kendi kendine, “Tamam,” diye fısıldadı. Zafer, banyodaki aynayla karşılaştığında yüzündeki gülümsemeye bakakaldı.
Çok vakit geçmeden rastlaştılar.
“Merhaba genç! Yüreğimi ağzıma getiren komşumsun değil mi? Burcu’nun oğlu?”
Zafer sakar görünmüş olmanın rahatsızlığını belli etmemeye çalıştıysa da ciddi duruşu kumdan bir kale gibi dağıldı, “Şey, sandalye kaydı da.”
“Aman dikkat delikanlı,” dedi, saatine baktı, “Hoşça kal.” Duraksadı, “Siz ne tarafa?”
“Satranç kulübüne, sahildeki eğitim merkezinde,” dedi.
“A ne tesadüf! Ben de oraya. Taksiye binecektim.” İçeri eğilip şoföre selam verdi. “Size katılabilir miyim?”
Zafer atıldı, “Olur.”
Siyah dalgalı saçlarını at kuyruğu yapmıştı. “Yeni başladım ben de. Yemek kursu.” Elini havada salladı. “Oldum olası beceremem.” Aniden hatırlamışçasına gözlerini irice açtı, “Artık tanışmanın vakti gelmedi mi, ben Züleyha.” İncecik parmaklarını uzattı, afallayan çocuk avucunun terini pantolonuna sildi. “Zafer”
“Nasıl gidiyor satranç kursu?”
“Kimse yenemiyor beni,” dedikten sonra utandı.
“Harika!”
“Sizin de bahçeniz çok güzel,” sesi çatallı çıkmıştı Zafer’in.
“Bahçe mi? Ah! Çok tatlısın, beğenmene sevindim.”
Tatlı! Afallamıştı. Alaycı, hain bir gülüş aradı kadının yüzünde, bulamadı.
Akşam yemeğinde suratını ekşitmişti Burcu, gözlerini Zafer’e dikmişti. “Züleyha Hanım ile muhabbet ilerlemiş. Birlikte gidelim sanat merkezine diyor.” Çocuğun içindeki neşeli kıpırtı öfkesiyle çarpıştı, kendini frenledi. “Aynı kursa gidiyormuşuz. Sen ne cevap verdin?” Oğlunun istekli olduğunu fark etmesi kadının canını sıktı ama bahane üretemedi. İtiraz ederse oğlunun can yakıcı sözlerini şimdiden ağzında öğüttüğüne emindi. “Olur,” dedim.
Zafer, Züleyha’ya belediyenin ekip biçmek için verdiği bostanlardan buldu. Kadın sevinç çığlıkları içinde, “Bu benim için düşünülmüş en muhteşem hediye,” deyip Zafer’i kucakladı.
Bazen çıkışta pizza, dondurma yiyorlardı. Bir gün Zafer satranç masasının başındayken Züleyha göründü.
“Zaferciğim bugün iki kişilik gruplar halinde çalışacağız. Ben tek kaldım, eşlik eder misin?”
“Ben anlamam ki! Yemeği berbat ederim.”
Muzipçe fısıldadı. “Berbat etme işi bende.”
Elmalı turta yapacaklardı. Züleyha elmaları doğrarken, Zafer gerekli olan ölçümleri yapıp derin kaba koyuyordu. Küçük elleri ile turtanın üstündeki şeritleri muntazam şekilde kesip yerleştiriyor, küçük gözlerinde neşeli ışıltılar yanıp sönüyordu. Hansel ve Gratel için muhteşem bir ev yapıyorlardı sanki. Kıpkırmızı elmalar, sihirli pudra şekerleri… Harika kokular eşliğinde pişen turtaları iştahla mideye indiren Zafer, hayatında daha güzel bir şey yemediğini düşündü. Sıklıkla satranç kursundan kaçıp yemek kursuna gitti. Kalpli kurabiyelerden Başak’a götürdü. Kızın utangaç bakışları, Zafer’in içinde uçurtmalar uçurdu.
Burcu, komşusu Züleyha’yı dikkatle dinliyordu. Zafer’in arada yemek kursuna gittiğini biliyordu. “Satranç eğitimini ihmal etmeye başlamış,” diyerek sitemkâr konuşmak istedi. Züleyha kardeşiyle ilgileniyormuş gibi yapan Zafer’e göz kırparak, “Arkadaşları mat olmaktan yorulmuştur zaten,” diyerek şakaya vurdu. Derin bir nefes aldı, gururla, “Yemek kursunda öyle harikalar yarattı, o kadar temiz düzenli çalıştı ki, herkesi kendine hayran bıraktı, eli çok yatkın. Hem de lezzetli,” dedi.
“Hiç bilmiyordum.”
“Şef yarışmaya hazırlanın diyor.”
Burcu onaylar gibi fakat tedirgin başını sallıyordu. “Tatlı şeylerle arası da pek yoktur…”
“Kocaman dilimleri mideye indiriyor ama,” diye gülümsedi, “sonraki seviyeye de bizimle devam etmesinde sakınca var mı?”
Ağzı açık kalan Burcu, Zafer’e döndü, oğlu umutlu gözlerle ona bakıyordu, kadın üstünü başını gergince düzelttikten sonra hevessiz cevapladı. “O da istiyorsa…”
Zafer ile Züleyha kaybettikleri sevinci bulmuşlardı. Çocuğun zırh gibi koruduğuna inandığı çatık kaşları gevşemeye başlamıştı. O gülümsedikçe Züleyha mutlu oluyor, bir çocuğun hayatını güzelleştirmenin huzuruna doyamıyordu. Çok ortak noktaları vardı. Kendi küçüklüğünü görüyordu onda. Zafer başka hayatları merak ediyordu. Uzaylılar var mıydı, keşke olsaydı. Birbirinin aynısı olan uzaylılarla yaşamayı ne çok isterdi. Ya da hayvanların insanlardan çok olduğu kocaman bir çiftlikte. Belki de kendi bir hayvan olsa daha iyiydi, daldan dalga çığlık atarak atlayan bir maymun mesela. Gülmekten nefesleri kesiliyordu bazen.
Burcu’nun Züleyha’ya olan tedirgin tavrı son bulmuştu. Evde ve derslerinde uyumlu hale gelen oğluyla aksi olsa bile ilgilenecek ruh halinde değildi aslında, yaşadığı konforlu hayatın sona ereceği fikri delirtiyordu kadını. İsteklerine yetişemeyen kocası borsada dibe vurmuştu. Daha mütevazi bir yere taşınmak zorunda kalacaklardı.
Zafer durumun vahametinin farkına vardığında ağlama krizlerine girdi. Eşyaları döküp saçmaya başladı. “Bırak bu şımarıklığı,” diye bağıran annesine ağzına ne gelirse söyledi. “Saçından başından gezmenden başka neyi umursarsın sen, asıl şımarık aç gözlü sensin. Tomar tomar parayı parıltılı şeylere harcadın durdun!” Kardeşi ağlamaya başlayınca gitti onu öptü, sonra da kapıyı çarpıp odasına geçti. Hıncını alamayan annesi avazı çıktığı kadar bağırdı. “O zaman sen kal. Sensiz çok daha rahat oluruz” Konuşma, kumardaki talihsizliğine gelecek diye korkan baba sessizliğini korudu.
Bütün gece ağladı Zafer. Gün aydınlanır aydınlanmaz aşağıya koştu. Kapıyı açan karı koca şaşkınlıkla salona aldılar çocuğu. Ağlamaktan konuşamadı. Kucağında durmadan kıpırdayan parmaklarına baktı uzun uzun. “Ne olacak şimdi?” Elleri yetişemiyordu yaşlarını silmeye. Sevdiğini bildiğinden kakaolu süt getirdi Züleyha, yanına ilişti, saçını sevdi. “Hal çaresi vardır muhakkak, hadi anlat.”
“Biz gidiyoruz.” Hıçkırıklar içinde anlattı. Züleyha’nın gözlerinin kıpkırmızı olmasına hem sevindi hem çok üzüldü. Kadının arkasındaki bir resim oltaya takılmış gibi kendine çekti Zafer’i. Ayağa kalktı. Diğer resimlere hem çok benziyor hem de hiç benzemiyordu. Hepsinden çok büyüktü. Siyah, beyaz, kırmızı renkler…. Karmakarışık bir resim. “Kim ki bu?” dedi. Züleyha’nın gözleri hala ağlamaklıydı ama gamzeleri belli belirsiz çıkmıştı ortaya. “Çok sevdiğim, çok tatlı bir çocuk.” İçinde huzursuz bir kıpırdanma oldu Zafer’in? “Hangi çocuk, adı ne?” Evet bir çocuktu bu. Küçük gözleri, geniş alnı… Züleyha ve resim arası mekik dokudu bir süre bakışları. İçine ışık doldu.
“Benim bu, değil mi?”
“Sensin Zafer.”
“Ama çok güzel bir çocuğa benziyor.”
“Doğru, tam tamına senin gibi.”
Zafer sığındı Züleyha’nın kucağına.
Yüreklerinde, dertlerin çözüleceğini fısıldayan serin ırmağın sesini duydular.
Nalan İncekara
Comentários