Gün, ışığını henüz odaya göndermemiş, yatak odasında kuru bir ayaz dolaşıyordu. Karısının buz gibi ayakları, ayaklarına değince ürperdi. Tek gözünü açıp, yorganı kafasına kadar çekmiş, yoluk yoluk saçları dışarıya taşmış yanındaki kadına baktı.
O dalgalı kahve saçları nerede? Sıcacık bakan bal gözleri. Nerede şimdi? Benim yüzümden mi? Böyle bir hayat mı ummuştu evlenirken. Köyde kendi bağımızla bahçemizle ölene dek yaşayacaktık. Mutlu mesut. Çatısı akmayan bir ev. En az iki çocuk…
Kadın da uyanmış, kısık kısık bakan gözlerini ovuşturup, tiz sesiyle nefes almadan endişeli bir sesle, “Gideceksin yine değil mi? Merak ediyorum seni ya! Yeter artık suların içinde debelendiğin. Balık malık kalmadı bu denizlerde, bunu bütün dünya anladı da bir sen anlamadın,” diye konuşmaya başlayınca düşünmeyi bırakıp yataktan kalktı. Karısı, yeşil saten yüzlü, beyaz patiska kaplı yorganı boğazına kadar çekip, devam etti. “Bu son seferin olsun, ona göre. Bak teyzemgilin Fatma’ya. İstanbul’a gidip, kocasıyla girdiler bir tekstil fabrikasına. Bize de iş ayarlayacaklar, oldu bilin, dediler.”
Ah be kadın. Burada mutlu olamadın, biliyorum. Ben de istemezdim işlerim bozulsun. Tarlalarımızı satmak kolay mı? Baba yadigârı. Ama biz kimiz ki o koca şirketlerle mücadele edelim. Bütün köylü sattı. Hepsi. Beni yaşatırlar mıydı ki orada? Toprak’tan sonra deniz. Kolay mı geldi sanki bana. Bilmediğim sulara açılmak. Sevdim ama. Alıştım. Doğa ile iç içe olduktan sonra. Ha deniz, ha kara. Denizlere açılma isteğini, kendini rüzgâra teslim etmeyi, dalgaların o akıcı maceracı dilini. Anlatamadım sana. Ağlarını sulara atıp, nafakanı beklemenin hazzını, doğayla arandaki karşılıksız aşk…
Karısının çok uzun süredir takılı plak gibi dönen bu söylenmelerine cevap vermeden kalkıp, banyoda yüzünü buz gibi suyla yıkadı. Bir poşete domates, peynir, ekmek koyup, keçi kılı tüylü battaniyesini koltuğunun altına sıkıştırarak, evden çıkıp balıkçı barınağına doğru yürüdü. “Efsane” yazan küçük tekneye atlayıp, ipini çekince pat, pat, pat sesleriyle bir kâğıt misali yırtıldı gece. Motorunu sürdü puslu karanlığa. Deniz bugün hafif çalkantılı, dalgalar, “Hoş geldin,” der gibi usul usul tekneye vuruyorlar, martılar, “Haydi! Balık zamanı şimdi,” diye çatlak sesleriyle bağırıyorlardı.
“Hey çocuklar! Geldim işte, buradayım,” diye bağırdı adam. Sesi denizden gökyüzüne yükseldi, bulutlara çarpıp suya düştü. Attı ağlarını mavi sulara. Kefal sürüleri denizin dedikodularını anlatmaya başladı. İstavrit yavruları minicik bulut gibi öbek öbek dans ederken, bir kılıç yavrusu atladı kayığa.
Bir çocuğumuz olsaydı, değişir miydi her şey? Bir çocuk gittikçe soğuyan odalarımızı ısıtabilir miydi ki? Ne zaman bu hale geldik? Eve de el atmak lazım. Duvarlar çatlak. Boyaları da döküldü iyice rutubetten. Baharda beyaza boyamalı dış sıvayı. Ama gideceğiz diye tutturdu. Offf! Bilmiyorum. Senin için hava hoş, diyor. Haklı. O evde bir başına. Kaç kere, “Gel sende,” dedim. Bir kez bile gelmedin ki. İnatçı kadın! Gelseydin bir kez, belki balıkları, martıları, denizi severdin. Beraber ekmek paramızı kazanmanın tadını paylaşırdık o zaman.
Kadın kocası gittikten sonra yataktan çıkarak sobanın közlenmiş ateşine birkaç çıra, üzerine de iki odun koydu. Bacadan is kokusu yayılınca evin içine, pencereyi açıp havalandırırken, bahçesini yıkayan karşı komşusuna seslendi:
“Zühre abla, gel hadi, kahvaltı hazırlıyorum.”
Kendi yaptığı kırma yeşil zeytini, tulum peynirini koydu dertsiz masa örtüsünün üzerine. Biraz şekerlenmiş bal. Mutfaktan fokurdama sesleri gelince demlenmiş çayı sobanın üzerine getirdi. Çaydanlıktan kurtulan birkaç su damlası düştü sobanın üzerine, cıs cıs sesleriyle. Dilimlediği ekmekleri kızarması için dizerken,
“Bu sobayı sen alırsın, biz taşımalıyım hiç bunu oralara. Hem sonra karyolayı da sana bırakırım,” dedi komşusuna.
“Hıı dedi mi kocan?”
“Konuşmuyor ki. İçim sıkılıyor ablacığım. Neler anlatıyorlar baksana. Daha önce açık denizde kaybolan balıkçılar, adını seslenirlermiş balığa çıkanların. Kandırırlarmış onları. Bir daha geri dönemezlermiş. Bir şeyler basıyor üstüme burada. Korkuyorum. Dayanamayacağım bu balık kokusuna. Bir de tutturmuş, Gel sen de benimle, diyor. Çıkmam ben, o sonu başı belli olmayan denize. Güven mi olur dengesiz sulara. Bir kabardı mı valla.”
“Aman kızım, sen inanma o anlatılanlara. Efsane onlar, efsane…”
Adam hep aynı umutlarla ve hevesle sulara bıraktığı ağlarını yavaş yavaş çekiyor ama yakaladığı hayal kırıklığından başka bir şey olmuyordu. Yine de pes etmiyor, tekrar atıyor, sabırla bekliyordu. Bir taraftan da, anlaşılan eli boş döneceğim eve, diye düşünüyordu. Ağları yavaş yavaş çekmeye başladı. Birkaç istavrit, birkaç gümüşle beraber can çekişirken, bir kırmızı yengeç kıskaçlarıyla sıkıca iplere tutunmuş yan yan bakarak karısının sözlerini hatırlatıyordu.
Biraz daha açılsam. Gitmeye kalkarsak para da lazım olacak. Gider miyiz ki? Off. Gidemeyeceğim sanki. Nasıl söylerim ama ona. Midyecilik işine mi girsek ki? Çok para var, diyorlar. Şuraya bak, iki üç balık. Nasıl geçinecek bu insanlar? Onun da suçu yok ki. İstemiyor buraları. Sen git denir mi. Yok, yok olmaz, onu bırakamam bir başına.
Zaman çabucak geçmişti. Evren bütün yıldızlarını onun için göndermiş yeryüzüne, yıldızlar ışıklarını bir yakıp bir söndürüyorlardı. O kadar yıldızın arasında bir tanesi vardı ki, en görkemlisi, göz kırpıyordu kendisine.
İstanbul! Ne yaparız oralarda. Koca şehir. Bir fabrikanın içinde. Sabah akşam. Akşam sabah. Gökyüzünü görmeden. Yapamam, yapamam. Nefes alamam. Gücüm de kalmadı ki. Yine aynı şeyler. Yeni bir hayatın peşinde. Sanıyorsun ki oraya gidince her şey değişecek. Eskisi gibi olur muyuz ki! Aptal adam. Olur mu hiç! Yok, öyle şeyler. Adın balık kokulu oldu. Eee, sindi tenine bu koku. Geçer mi sanıyorsun. Hamama gitsem, keselensem, derimi söküp atsam.
Derin düşüncelerle boğuşurken, fark etmeyip açık denize çıktığında, usul usul teknesini okşayan dalgalar gitmiş, hırçın dalgalarla denizin yüzü mora çalmaya başlamıştı.
Birisi mi sesleniyor? Duyuyorum, duyuyorum. Yardım istiyor sanırım birisi. Bizim köyden olmasınlar. Hay Allah! Nereden de çıktı bu sis. Göremiyorum ki. Hey, kimse var mı orada? Adımı seslendiğine göre. Duyuyor musun beni?
Sular alçalıp yükselirken, motoru bir ceviz kabuğu gibi sallanmaya başladı. “Hey! Neredesiniz?” diye bağırıp, dürbünü ile kendisine seslenen balıkçıları görmeye çalışırken kocaman bir dalga çarpıp devirdi tekneyi. Koyu lacivert sularla sürüklenip, “Efsane” yazısı ile beraber dalgalar arasında kaybolurken, balıklar hoplaya zıplaya çevresini sardı, keskin çığlıkları kulakları delen martılar gökyüzünde halkalar çizip uçuştu.
Nazan Çinko
Comentários