Dayanmış cam korkuluğa. Ayaklar çapraz, kollar göğsün üzerinde birbirini boğazlıyor. Bekle ha bekle. Şimdi burada ne işim var benim, diye öfkeden kudurduğunu sadece hemcinsleri anlıyor. Anlamazlar mı? Kendi gibi kapana kısılmış hepsi. Karısı girmedik mağaza, ellemedik giysi bırakmamış. En son, yapıştığı bikiniyle yarım saat dolandı. “Alsam mı Mehmetcim, sanki oldu gibi...” Vereceği tüm cevaplar yanlış. Tecrübeyle sabit. “Evdekilerle orta hâlli bir dükkân açarız, insaf be kadın,” diye diye attı kendini dışarı. Duyulmayacak kadar uzaklaştıktan sonra söylemişti bunu. Bak, işte yine çağırıyor! Çıkması muhtemel kavgayı göze alıp vitrinin karşısında dikilmeye devam etti. Ne alacaksa alsa da defolup gitseler bir an evvel.
Her tatil dönüşü tövbe etse ne fayda? Temmuz dedi mi tıpış tıpış yola düşüyor. Şu on günlük esaret bitsin, bavulları eve çıkardığı gibi gene yerlere serilecek. Bir çile ki düşman başına. Yok, illâ her şey dahil oteliydi, yok ultra bilmem ne kremiydi, oğlanın kolluklarıydı, can simidiydi... Hele İdil’in ıvır zıvırı! Her güne ayrı elbise, ayakkabı kutuları bagajın yarısını gasp etmiş. Açık büfe tantanasından, akşam animasyonlarından gına gelecek yine. Bunca angaryaya katlandığına değse bari.
Hava cayır cayır. Göz hizasındaki mayoların hepsi griye çalıyor. Tabanı yanmış ayı gibi suya yetişmeye çabalayan herifler kolunu çırpsa, “Annee, babaa bak!” çığlıkları atan veletler aklını almış. “Sanırsın yüzmeyi icat etti eşşoğlueşşek.” Çok değil, seneye oğlu da yapacak aynısını. Odanın serinliği boş boş bekliyor yukarıda. İdil var gücüyle oğlanı kremliyor. “Şemsiyeyi bu tarafa çek Mehmetcim, çocuk güneşte kaldı.” Sanki güneşlenmeye gelmediler buraya! Kuzu kuzu itaat ediyor. “Yok, olmadı. Az daha yaklaştır.” Sonunda vefakâr anne odada uyutmaya karar veriyor yavrusunu. “Sen kal şekerim, uyanınca geliriz biz.” Hay Allah razı olsun!
Onlar gider gitmez havluyu sırtına atıp doğru ilerideki kayalık kumsala. Bu gürültücü tayfa oraya uğramaz. Rahat rahat iki kulaç atma niyetiyle bata çıka sürüklüyor terliklerini. Kayalığı denizin içinden geçecek. Başka akıl edenler de var, tek uyanık kendisi değilmiş baksana. Suya değen çiçekli bir eteğin peşinden yürüyor. Islak kumdaki çöküntü bozuveriyor adımlarının ritmini. Daha kadının eteğine bastığını bile anlamadan zavallının beyaz mayolu kıçı seriliyor ortalığa. Sıcak kumsala yayılmış bohçacı kahkahayı koyvermese bu kadar paniklemezdi. Sonuçta burada herkes çıplak. Fakat işaret parmağını uzatıp güldüğü yetmezmiş gibi bir de, “Kıız, donun gözüküyor donun,” diye bağırmasın mı çingene. Belli ki dayanamadı, bunu demese çatlayacak. Eğilip bükülerek özür dileyeceği sırada beyaz bikinili kalçalar hışımla dönüyor. Kadın ilkin dikkatsiz heriften değil de kendisiyle eğlenenden başlıyor işe.
“Ağzını yırtarım senin, terbiyesiz!”
Fakat bu ses, bu yüz! Mehmet’in özürleri tıkanıyor boğazına. Kadın da saydıracağı diğer cümleleri taş gibi yutmuş, bakıyor suyun içinden. Şimdi ikisi de kıpırtısız, bohçacı şaşkın. Ne olup bittiğini çözmek için bir kadına bakıyor, bir adama. Mehmet bir şey yapmış olmak için havluyu indiriyor, sonra gerisin geri atıyor omzuna. Sanki havlu yardım edebilirmiş gibi. Bunca zamandan sonra karşılaşma sahnesine bak! Çiçek desenleri suyla buluşmuş, ince bileklerin etrafında dans ediyor. Eteğin sahibi gördüğünden emin olmak istercesine kısıyor gözlerini. Attığı ilk adım midye kabuğuna denk gelince basıyor çığlığı. Ayağının acısı eski yaralarına giden yolu aralıyor. Aynı anda karşısındaki, “Gülnur...” diyor sessizce. Çingene artık gülmüyor.
Mehmet’in fakülteden yeni mezun olduğu vakitlerdi. Kurallarıyla hükmeden pederin önüne diplomayı koymuş, başı dik. Gezsin tozsun biraz, delikanlıdır diyen yok. Elindeki üç satır özgeçmişle o kapı senin, bu kapı benim koşturuyor. Bunca varlığın içinde zırnık koklatmıyor herif. Adam olmanın yollarından tek tek geçsin, biraz sürtülsün burnu. Burnunun sürtüldüğü günlerden birinde eve çıkan yokuşta rastlamıştı ona. İlkin uçuşan etekler hedef aldı kalbini. Ardından şıpıdık terlikleri sürükleyen biçimli ayaklar. Başını kaldırınca karnında havalanan kelebekler boğazından taşacak diye ödü koptu. Gülnur durumdan habersizmişçesine çapkın gülüşünü de alıp geçti gitti önünden. Taze aşık durup iki laf edecek cesareti aradı günlerce. Tesadüfen karşılaşmışlar numarası çekti. Gırtlağında biriken kelimeleri yuta yuta mesken tuttu kızın geçtiği yolları. Oysa şıpıdık terlikler yere değmeden hınzır etek bağırıyor. “Daha ne bekliyorsun?” Anlamadı bir türlü enayi. Bu neticesiz takipten yılmış olacak ki peşindekinin yapamadığını yapıp karşısına dikiliverdi kız. Bileklerinde savrulan kumaşa dur deyip açtı ağzını. “Söyle bakalım, daha ne kadar sürecek bu kovalamaca?” Afallayarak verdiği cevaba ikisi de gülmüşlerdi. Ah o güzellik… Ilık, suların içinden geçer gibi tatlı tatlı sürüklüyordu insanı peşinden. Bir ömür beraber yürüyeceği kızı bulmuştu. Her şey ne kadar da mümkün görünüyordu o sıralar gözüne.
Birlikte geçirilen vakitler çoğaldı, aşkları mahallelinin onayını aldı. Pek yakışıyorlardı doğrusu. Sinemada terli avucuna hapsettiği narin elleri asla bırakmayacaktı. İşe de girmişti artık, beklemenin lüzumu yok. Açtı konuyu ailesine. İlk annesi kopardı kıyameti. “Gezdin tozdun, gençlik hevesidir dedik. Evlenmek nereden çıktı a oğlum?” Seviyoruz birbirimizi, başkasını istemem bilesin inadı sökmedi kadına. Babasına bu kadarını da diyemedi. Nasılsa razı gelecekler diye diye birbirini kovalayan aylardan medet umdu. Yok. Yakıştıramadılar oğullarına. Konu komşu araya girdi, Mehmet güya yemeden içmeden kesildi. Ana yüreği ne kadar dayanabilir? Gönülsüz de olsa gidip isteyecek ama Nuh dedi peygamber demedi evin reisi. Kız evi kapının çalınacağı zamanı bekler sabırla, Gülnur gözlerinin içine bakar. Aşk olsun vallahi. Açıp ağzını tek sitem etmedi. Tuttuğu eli bırakmadan omuz verdi sevdiğine. Günler akıp gitti lakin oğlan evinde taş oynamadı yerinden. Baktı ki olmayacak, yaradana sığınıp babasının huzuruna çıktı bir kez daha. Zalim adam cevap olarak kapıyı gösterdi. “Soyumuzu mu bozacaksın hayvan herif? Ne idüğü belirsiz aileden kız almam, işte o kadar!” Geriye işaret edilen o kapıyı çarpıp çıkmak kalmıştı. Fakat çıkamadı Mehmet. Aylardır kenetlendiği eli bırakıp kendisine münasip görülen İdil’in parmağına taktı yüzüğü. Gülnur sessiz sedasız çıkıp gitti hayatından. Karşısında utançla kıvranan hayırsıza gözleri söyledi son sözü.
“Adam değilmişsin!”
Kumsalda karşılaşana dek bir daha ne görmüş ne haber almıştı ondan. Canı yandı yanmasına ama öyle perişan falan da olmamıştı doğrusu. Hem hoş, hem akıllı kadındı İdil, “Mehmetcim,” dedi mi hazır ola geçirmesini biliyordu kocasını. Hele ki nur topu gibi bir de oğlan vermiş kucağına. Torun sevdasıyla pederin kaynakları da akmaya başlamış. Daha ne olsun, belasını mı arayacaktı?
Havluya yapışmayı bırakıp suyun içinde hareketlendi Mehmet. “Gülnur!” dedi bir kez daha. Arkasını dönüp gidecek mi, yoksa öfke mi kusacak belli değil. Seneler sonra bir kez daha ters köşede buldu kendini.
“Yürü, şu tarafın suyu muhteşem.”
Hiç ayrılmamışlar, tatile beraber gelmişler gibi ikiletmeden düştü peşine. Bata çıka giderken içinde hortlayan suçluluğu hafifletecek cümleler biriktirdi. Sıcak kumlarda oturdukları dakikalar boyunca hepsi içinde kaldı. Geçmişe dair tek laf açmıyordu karşısındaki. Tedbiri elden bırakmayıp ailesiyle geldiğini araya sıkıştırdı. Bir zamanlar delice sevdiği kadının hiç evlenmemiş olduğunu öğrendi o arada. Bir de hâlâ aynı şehirde yaşadıklarını. Üç beş gereksiz lakırdının peşinden sessizliğe gömüldüler. İdil’in burnunun dibinde karşılaştıran kaderine lanet okudu. Onca söz dizilmiş bekliyor boğazında. Tam bir araya getirip cümle kuracak, “İdil!” diye dürtüyor iç sesi. Oğlan uyandıysa şemsiyenin altına dönmüştür. Gitmek için sabırsızlandığını huzursuz kıpırdanışları ele veriyor. “Senin suya gireceğin yok, bana müsaade,” deyip işini kolaylaştıran kadına mahcubiyet dolu bir özlemle bakarak ayağa kalktı. Birkaç adım atmıştı ki “Sabahları buradan giriyorum denize...” sözleriyle şaşkına döndü. Berbat bir karşılaşmanın ardından neydi bu şimdi? Ölçüp, tartıp cevap verecek zaman değil. Bir an önce geri dönmeli. Hesabını sonra yapacak. Adımlarına hız vermeden önce dönüp gülümsedi. Kapıyı açık bıraktığını belli etmeden çekip gider mi? Ödlekti ama o kadar da değil.
Sabah türlü vesveselerle kalktı. Olanlardan habersiz uyuyan karısına baktı iç sıkıntısıyla. Geceden beri yaptığı onca hesap şimdi birbirini tutmuyor. Tekrar yatağa dönme kararını bozan ayaklar kapıya sürükledi ikircikli bedenini. Otel derin bir uykunun kollarında, kahvaltı koşturmacasındaki personel dışında ortalıkta kimse görünmüyor. Plaja çabucak indi. Epeyce dikildi kumların üzerinde. Odaya geri dönmesi an meselesi. Bunu ya şimdi yapacak, ya da ömrünce pişmanlığını taşıyacak içinde. Göğsünden yükselen gümbürtüye kulak tıkayıp verdi kararını. Kayalığı geçtiğinde yürek çarpıntısı dinmemişti.
Yaşanmamış vakitleri kısa bir sabah saatine sığdırarak işe başladı aklı sıra. Unutulmamış olmanın gururuyla başı dönüyordu. “Hâlâ seviyor beni, hiç evlenmemiş baksana.” Bir an bile aklımdan çıkmadın diyerek kendince karşılığını verdi. Telefon ve oda numarasını da. İnanmıştır canım, gözlerinin içine içine bakıyor işte. Hem, unutulacak adam mıydı o?
Odaya dönünce dizlerinin bağı çözülmüş. Ya anladıysa? Yok yok, anlasa, “Mehmetcim, kahvaltıya inelim, oğlanı sen gelmeden yedirdim,” der miydi hiç? İç huzuruyla koşup çay getiriyor, pankek sırasına bile giriyor suratını asmadan. “Şekerim, meyve de getir çocuğa.” Elinde tabak, gözleri Gülnur’u arıyor. Şu rezil kalabalığı seveceği aklının köşesinden geçmezdi. Tonla yiyeceğin arasında, aman bitecek telaşıyla mekik dokuyanları siper ediyor kendine. Karısı ondaki bu hâlleri oteli beğenmesine yoruyor. “Seneye de buraya gelelim hayatım.”
Hep de oğlanın uyku saatlerinde yüzeceği geliyor. Bazen de akşamüzeri kırıyor kirişi. İdil ses çıkarmıyor. Aklından bile geçirmez başka türlüsünü. Hem makyaj yapması var, giyinip çıkması var bunun. Rahat rahat hazırlansın. Gülnur ise inadına uzun etekleriyle çıkıyor karşısına. Çiçekleri dans ediyor, desenleri çağırıyor gel diye. Bir şıpıdık terlikleri eksik. Ayağında en pahalısından sandaletler var bu defa. Kırmızı ojeli parmaklara baktıkça geri dönesi gelmiyor Mehmet’in. Sıkıysa dönmesin. “İyi yüzdüm bugün, dura dura paslanmışız,” yalanıyla kendini karısının yanında buluyor. İdil hemen tutuşturuyor eline oğlanı. Gözleri fazla mı gezindi yüzünde, ya anladıysa? Yok canım, nereden bilecek? Islak mayosuyla kendini koltuğa bırakması kâfi. Yorgun düşmüş adamlar böyle yapar. Bir sonraki buluşmanın heyecanıyla gerilmiş kollarından usulca indiriyor çocuğu. Duşa girerken aklında sadece Gülnur’un etekleri.
Kaçamak sohbetler, kayalığın ardındaki tenha suda yüzmeler dindirmiyor açlığını. Düşlerinde renk renk etekler sıraya giriyor. Sevdiği kadının ayak parmakları kırmızı kırmızı çağırıyor gel diye. Bitmemiş bir hesabı kapatma hayalleriyle uyanıyor huzursuz uykularından. Nasıl yapsa da Gülnur’un odasına atsa kendini? Karşısındaki uyanığın teki de olsa nihayetinde kadın. Kadınlar güzel laflara dayanamaz. Aşkın önlerine sürdüğü heyecanı dibine kadar yaşamadan mı gitsin şuralardan? Sayılı gün bitti bitecek, elini çabuk tutma derdinde. Öyle bir cesaretle dolmuş ki önünü, ardını düşündüğü yok. “Senin odada içsek çayımızı,” diye fısıldıyor kadının kulağına. Der demez, karşısına geçip şiirler okumayı iple çekiyormuş gibi dalgın dalgın denize çeviriyor başını. Aldığı cevap kumsalın sıcağından beter. Buz gibi sulara atlasa kesmez. Avuçlarında ortadan kaybolacağı zamanın bahanesi, çıkıyor sevgili karısının huzuruna.
Bitmek bilmez saatlerin ardından doğru Gülnur’un odasının önüne. Hemen çalamıyor kapıyı. Ha gördüler ha görecekler diye koridoru turluyor. Gözünü önce yere dikiyor, sonra tavana. Afili lambalar göz kırpıyor, “Hadisene oğlum!” Tam kapıyı çalacak, davetsiz bir ürperme gelip alt kattaki odayı hatırlatıyor. Orada bekleyenleri düşününce soğuk bir şey doluyor içine. Nihayet vuslata erecekken sırası mı vicdan yapmanın? Aklındakilerle boğuştuğu yetmezmiş gibi bir de yanından yöresinden geçenler yüreğini oynatıyor. Hepsi de farkında sanki ne yapacağının. “Seni gidi seni!” bakışları değil mi o? Aman, boş versene. Gırtlağına kadar dayanmış hisleri bastırmasına engel bir bu kapı kalmış. Kim ne türlü bakarsa baksın. Bulabildiği en hoş ifadeyi telaşla yapıştırıyor yüzüne. Tıkladığı kapı acaba hangi renk eteğin savruluşuyla açılacak?
Fakat evdeki hesap çarşıya uymuyor. Ardına kadar açılan kapının eşiğinde ne çapkın etekler var ne kırmızı ojeler. Öfkeden kıpkırmızı olmuş bir çift göz karşılıyor Mehmet’i. Kucağında kıpırdanan oğlan çocuğuyla dünyanın en korkunç manzarası bu. İçinde kabaran bulantı arttıkça parmak uçlarından saç diplerine kadar ter basıyor zavallıyı. Yapacağı hiçbir açıklama durumu kurtarmaya yetmez. Ne arıyorsun burada, diyecek hâli de yok. Yanlış odaya gelmişim yalanına ise çocuklar bile inanmaz bu saatten sonra. Bir perişanlık ki evlerden uzak. Ne söylemesi gerektiğini bulamayınca boğuluyormuş gibi anlamsız sesler çıkıyor boğazından. Sesler can çekişen bir kelime olup sürünüyor kapıya doğru.
“İdil!”
Şimdi evin ıssızlığı canını acıttıkça, “Ah be İdil!” diye açıyor buzdolabını. Teneke kutunun kapağı pısst ederken iç çekiyor. Bir anlık öfkeye kurban edilecek adam mıydı o? Haklı çıkmanın yollarını arıyor ama insan kendini kandırabilir mi hiç? “Gitmeyecektin kızım, daha yazlık alacaktım,” diyor ikinci kutu başını döndürünce. Bir daha otel mi? Tövbeler tövbesi. Oğlanı uyutmayı da öğrendi nasılsa. Gitsin, güneşlensin karısı. O pahalı tatil köylerinde bunu yapmadıysa ne olmuş? Artık yapıyor ne güzel. Lakin telefonlarına bile çıkmıyor inatçı. Hafta sonları çocuğu kayınvalidesinden alıyor. “Teneşirlere gelesin!” bakışları eşliğinde çekip gidiyor oğluyla. O değil de, bu tuzağa nasıl düştüğünü biri anlatsaydı bari. Gülnur sırra kadem basmasa belki ona sorardı. Şu kadın milleti dünyayı dar eder insana. Arsız eteklerini savururken iyiydi. Zaten o etekler değil miydi sonunu hazırlayan?
Neşe Cengiz
Comments