Çıkarken sözleşmiştik. Güya konuşmadan oturacaktı. Durur mu? Kadın dizlerini döverek, “Gitti fidan boylum,” diye yırtındıkça dirseğiyle belimi dürtüp duvardaki fotoğrafı işaret ediyor. “Sakın ha!” bakışlarıma aldırdığı yok. Usulca kulağıma eğilip fısıldıyor.
“Kız, bunun kocası güdüğün tekiydi. Biz yanlış yere geldik. Kalk gidelim.”
Bizim sülalenin akrabalık bağları zayıftır. Kendi yakınlarının düğününe, cenazesine zor giderler. Biraz bundan biraz da komşu taziyesi diye beni katmışlardı yanına. Gülmemek için şekilden şekile giriyorum. İnadına devam ediyor.
“Kalk kız kalk. Yanlış eve geldik baksana.”
Hep böyledir benim nenem. Şu hayatta gördüğüm en eğlenceli kadındır. Önündeki sehpadan eksik etmediği elma tabağı, sızlayan beline doladığı kuşakla daima aynı yerde oturur. Benden başkasına zırnık koklatmaz. Küçükken, kabuğunu koparmadan tek seferde soymasını hayranlıkla izlerdim. Nerede elma kokusu alsam oradan nenem çıkacak sanırım.
“Bahriye gel,” der ikide bir, “sen falancayı tanır mısın?” Söze böyle başladığı zaman bilirim ki muzip suratını şekilden şekle sokup geçmişten havadisler verecek. Kucağına sığabildiğim zamanlarda ne masallarını dinledim. Şimdilerde yüzünü görmediğim ne kadar akraba varsa bir öyküye kahraman yapıp koyuyor önüme. Artık ne kadarı gerçekse. Çocuklar gibi el çırparak koşarım. Hemen çökerim yamacına. Ya sonuncusuysa diyen iç sesimi kovamıyorum. İçim ürperiyor. Elma soyan ellerinin titremesinden mi?
“Bu baban olacak keçiye dedim, Ziya’yı bul bana.” İştahla devam edecekken annem mutfaktan sesleniyor.
“İkindiyi demiştin, okunalı epey oldu.”
Neredeyse otuz yıllık kaynanası. Bir kez anne lafı çıkmadı ağzından. Ben bile bozuluyorum. Nenem bu, türlü adlar takarak alır intikamını.
“Sen meraklanma takmakafa. Bu dünyada yanmışım zati, Mevla’m üç beş dakikanın hesabını soracak değil ya.”
Hırsla, “Tövbe,” diyor mutfaktan. Tilki kulaklarıyla anında işitiyor kendi yerine söylenen tövbeyi. Cevabı göğsünde taşıdığı para kesesindeki banknotlar gibi hazır. Çıkarıp yapıştırıyor.
“Dırdır etme kız? Koskoca kalem müdürüne karı ettim seni. Bak, bir kravatlı kocam olmadı bu dünyada. Ahiret hesabına sayılır elbet.”
Dedemle bitmemiş bir hesabı var. On altısında kaçırdı diyeymiş. Gerçeği biliyoruz bilmesine de yüzüne vurmaya yürek ister. Aslında çirkin adamlardan nefret ediyor. Şöyle Tarık Akan gibi olacak ki sevsin. Bir de illa takım elbise giyecek. Evlenmiş barklanmışlar. Hâli vakti yerindeymiş dedemin. Küt burunlu, kısa boylu adamcağız el üstünde tutsa da sevdirememiş kendini neneme. Senenin altı ayını bizde geçirir. Babam da düşkündür anacığına. Neyse ki boyunu bosunu, kemersiz burnunu ondan almış. Dedeminse sadece sabırsızlığıyla kıvırcık saçlarını. Dayanamayıp kıkır kıkır gülüyorum. Seksenlik sıkı bir feminist nenem. En çok beni seviyor. İsim ortaklığının bu işte payı yok değil hani.
“Ne diyordum? Hah, Ziya.”
“O kim nene?”
Patlama hınzır dedikten sonra eliyle beklememi işaret ediyor. Dizlerindeki örtüye tutuna tutuna oturduğu yerde ikindiyi kılıp tamam ediyor. Tesbihi bırakınca kıpır kıpır oynuyor dudakları. Hiçbir zaman uzatmaz. İyilik, sağlık. Başka ne istesin Allah’tan? Akıl koymuş kafanın içine, al kullan der hep.
“Sen bilmezsin oraları, kurum yağar gök kubbeden,” diye giriyor söze. “Biri yerin üstünde, öteki altında iki ayrı ömür. Ziya’yı ara ki bulasın. Gün doğmadan ocağa inen garibim yerin üstüne anca gün batınca uyumaya çıkar. Evde dört boğaz. Kendisini de say, beş. Kurumuş kalmış zati. Bir karısı var bunun evlere şenlik. Çöktü mü sofraya beşinin yediğini tek seferde öğütür. Hem yoksulluk hem kömürün karası ciğerinden vurdu oğlanı. Teyze ana yarısı derler ya bakma sen. Eller kadar olamamışız Bahriye’m. Birileri haber etti hastalandığını.”
Sözünün bölünmesine bozulur, iyi bilirim. Soracaklarımı aklımın köşesine yazıp dinliyorum.
“Vaktiyle küsüştük bunun anasıyla. En büyüğümüz. O bekler ayağına gideyim, ben inat eder gitmem derken sen de on yıl, ben diyeyim on beş, yüzünü görmedim.”
Eh yani nene, o kadar derin neye küstünüz sözlerime kaşlarını çattı. Belki lafını kestiğime kızdı, belki söylemek istemedi. Fakat dinledikçe ben de hatırlamaya başladım bir şeyler.
Hızlı hızlı yürüyorduk. Adımlarım kısa, yokuş uzun. Niye arabamız yok sanki? Kızacaklar biliyorum ama elimden daha fazlası gelmez. Altıma kaçırmamak için bacaklarımı sıktıkça geride kalıyorum. Ne yapsaydım yani, apar topar çıkardılar evden. Arkanıza dönüp durmayın. Zaten bitik vaziyetteyim diyesim var. Diyemem. Sinirlenmişler, belli. Konuştukça kaşları inip kalkıyor ikisinin de. Hah, yine anneme çevirdi gözlerini. Aynı cümleyi üçüncü kez savurdu.
“İllallah ettim sizinle bir yere gitmekten!”
Sanırsın lunaparka götürüyor. Keşke nenem de gelseydi. Sıkıysa kızsın onun yanında. Takmış peşine bizi, Ziya’yı arıyoruz. Annem ömründe ne Ziya’yı görmüş ne çoluk çocuğunu. Babam desen ancak ilkokul zamanlarını biliyor kuzeninin. Sorsan akraba işte. Adresi de yok üstelik. Dağın başında bir mahalle, çık çık bitmiyor. Kapı kapı soruyoruz. Yan tarafında eski mezarlık bulunan gecekonduya varınca orta yaşlı bir kadın karşıladı bizi. Hele şükür tanıyan birini bulduk. “Niye arıyorsunuz Ziya’yı?” dedi. “Teyzemin oğludur, duyduk ki hastaymış. Geçmiş olsuna geldik,” diye cevapladı babam. İlkin üçümüzü de tepeden aşağı süzen kadın bir elini beline koyup ötekiyle içeri buyur etti. Bahçe öteberiyle dolu. Pis pis de kokuyor. Zaten bu şehrin ıslak havasından insanlar bile küflü yeşil der nenem. Gelseydi de şu bahçeyi görseydi. Duvarların dibinde paslı tenekeler, lastik parçaları, üç beş kırık sandalye. Ne ararsan var. Hiçbiri de yeşil değil. Kurum örtmüş üstlerini. Umurumda mı? Nihayet işeyecek bir yer bulmuşum kendime. Sevinçten ağlayabilirdim. Fakat nasıl desem derdimi? İlk defa girdiğim evde tuvalete koşulmayacağını bilecek kadar aklım vardı. Hem söz büyüğün sus küçüğün. Eyvahlar olsun. Birbirlerine sorduklarından benimkine sıra gelmiyor. Oysa hepi topu üç kelime. “Tuvalet ne tarafta?”
Meğer aradığım yer o pis bahçenin köşesinde üst üste çakılmış tahtalardan ibaret kutuymuş. Olsun, ona da razıydım. Ancak talihsizlik bırakmıyor yakamı. Yalnız gidemem o korkunç kutuya, korkarım. Annem kendi geleceğine evin pasaklı kızını kattı yanıma. Fırfırlı eteklerimi kıskandığını bal gibi biliyorum. Sinsi suratıyla sırıtıp durması bundan. Hesapta arkadaş arkadaş işemeye gidiyoruz. Tahta kapımsı şeyin çengelini kaldırmamla içeri dalmam bir oldu. Ortada koca bir aralık, iğrenç bir çukur. Öğürtülerimi bastıra bastıra zor çıktım kutudan. Yine sırıtıyor dönüş yolunda. Pis! Geçip annemin kolunun altına sığındım.
Nenemin anlattıklarını aklıma gelen sahnelerle karşılaştırıyorum. Eve eli boş döndüğümüzde babama önce söylenmiş, sonra durup durup gülmüştü. Ziya da hastalığı da yaşadığımız komedinin yanında kaynayıp gitti o gün. Nenem bir elma daha soyup devam etti.
“Ben de gideydim bunlarla böyle kepaze olmazlardı.”
Ufaktım ama o arama serüveninin kepazelik olduğunu ben bile anlamıştım. Öbür çocuklar nerede yenge diye soran babama gözlerini kısarak bakmıştı kadın.
“Hangi çocuklar ağabey? Bir bu kız işte, ellerinizden öper.”
Bizimkiler yüzleri birbirine dönük kaldılar öylece. Sonra bir yanlışlık olmasın telaşıyla yapılan sorgu başladı.
“Yenge, Ziya’nın hanımı değil misin sen? Anam teyzesi olur. Bahriye’nin oğluyum. Bildin mi?”
Kıstığı gözlerini tekrar açtı kadın. Doğruydu. Bu defa annem aldı sözü. Bir an evvel çıkıp gitmek istiyor, belli.
“Çok üzüldük kardeş. Geçmiş olsun. Ziya ağabey hastanede mi?”
Aklı karıştı zavallının. İçinden ne biçim akraba bunlar demiştir kesin. Fakat kurcalamadı.
“Sağ olasın bacım. Hastanelik işi yok şükür. Kalktı ayağa. Neredeyse gelir. Ocağa çavuş oldu da bu sene.”
Bunu derken başını iyice kaldırdı yukarı. Çavuşsa askerlerin lojmanına taşınsın. Niye böyle pis yerde oturuyorlar diye şaştım. Çay koymak için kalkmıştı ki kapı çalındı. Pasaklı kızı fırlayıp açtı. İçeri giren iri adam önce üçümüze sonra karısına baktı ters ters. Kadına fırsat vermeden babam ayağa dikilip söze girdi.
“Ziya! Seneler oldu görüşmeyeli. Hâliyle tanımadın. Teyzen Bahriye’nin oğluyum ben, selamını getirdik. Çok göresim var, gidin bulun dedi.”
Adam bizi tek tek süzdükten sonra oturdu yerine. Nihayet hoş geldiniz diyebildiğinde suratındaki ifade yumuşamıştı.
“Vay! Demesen hayatta çıkaramazdım. Onca zaman geçti görüşmeyeli. Teyzem nasıl, eniştem nasıl?”
Onlar konuşadursun, karısı elindeki tepsiyle içeri girdi. Büyüklere tavşan kanı, pasaklıyla bana paşa çayı. Ardından evimizdekilere hiç benzemeyen bir tabak koydu önümüze. Odaya yayılan kızgın yağın kokusunu bile hatırlıyorum şimdi. Pişi. Gözüyle al diye işaret etti annem. Çatal matal yok. Yağlı parmaklarımızla kalakaldık öylece. Kadın oralı değil. Geçti oturdu kocasının yanına. Bir tuhaflık var konuşmalarda, çocuk aklımla ben bile fark etmiştim. Geçmiş olsun faslından sonrası hepten karışık. Yok abi, yanlışın var. Falancaydı o. Yahu ne falancası, filancaydı gibi laflar gidip geliyor aralarında. İkinci çaylar da gelmişti ki düğümü çözen son cümleyle hepsinin suratı değişti.
“Hasibe teyzem ne yapıyor Ziya? Annemi de memlekete götüremedim çoktandır. Halbuki şuncacık yol.”
“Hasibe mi? Çıkaramadım. Kim ki o?”
Sonrası tam seyirlik. Adam Ziya, teyzesi Bahriye. Fakat hepsi bu. Yanlışlık anlaşılınca herkesin suratı değişti. Kardeş kusura bakmalar, yok canım ne kusuru lafları havada uçarken yağlı ellerimizle apar topar çıktık evden. Bahçe kapısını geçer geçmez bizimkiler kavgaya tutuştu.
“Allah cezanı vermesin adam, ne daldın bilip bilmeden elin evine?”
“Sus be kadın. Sanki çok meraklıydım buralara gelmeye.”
Nenemin anlattıkları benim hafızamdakilerle birleşince katıla katıla güldük. Sana göre hava hoş. Altına işemekten kurtulmuşsun hınzır dedi. Esas Ziya’yı unutmuştuk. Gerçi onun da hastalık haberi doğru çıkmamış. Gerisini anlatmadan kalktı yerinden.
Akranlarına hiç benzemeyen şu dünya tatlısı ihtiyara baktım. Bizim kuşağın şartlarında doğsaydı kesin çok iyi mizahçı olurdu. Ondaki gözlem yeteneği, söz ustalığı değme edebiyatçıyla yarışır. Ne var ki parlak zekâsı da yeteneği de duvarların arasına sıkışıp kalmış. Ne yapsın? Alaya alarak tahammül edebiliyor hayata. Yürürken duraklayıp arkasına bakmadan seslendi.
“Bahriye, sen Kaba Hamdiye’yi tanır mısın?”
Neşe Cengiz
Comments