Atlantik kıyılarının mavi limanı Essaoura’nın iyot ve balık kokan renkli sokaklarından biri. Sarmaşık motifli taş yapıya açılan, birbirine geçme çift kanatlı ahşap bir kapının önündeyiz. Kapı kapalı. Muhammed’le karşılıklı duruyoruz. Adını şehri kuran Fas kralından almış bir berberi Muhammed. Ben öyle olduğunu düşünüyorum. Üzerinde temiz beyaz bir pantolon gömlek. Düğmeleri bağrına kadar açık, boynunda iri tahta boncuklardan uzun kolye, Bob Marley tarzı rastalı saçlarını başının üstünde şöyle bir çevirip toplamış, kuzguni kıvırcık sakalı koyu esmer yüzünü çevreliyor. Zayıf bedeninin rahat duruşunda bir güven, ince, yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin arkasından bakan siyah gözlerinin içinde bu özgüvenden kaynaklı bir ışık pır pır ediyor.
Muhammed tezgâh açmış kapının önüne. Alelade bir satıcıya benzemiyor. O bana bakıyor, ben etrafa, tezgâha ve alelâde olmayan satıcıya geniş açılı göz gezdiriyorum. Kapının eşiğindeki küçük bir tepside nane çayı demliği, iki cam bardak duruyor. Belki iyi müşterilerine belki ara sıra yanına uğrayan arkadaşlarına ikram ediyor. Kapının önüne iki ahşap tabure atıverse, benim için oldukça ilginç olacağını düşündüğüm hikâyesini anlatmaya başlasa, aslında pek de hoşlanmadığım keskin nane çayından yudumlasak, iyi bir hikâye dinlemek için razıyım. Ne için pişmanlık duyar, neye ağlar, neye sevinir? Çok sevmiş midir, gezmiş midir dünya üzerinde, keşfetmiş midir hayatın sırrını?..
Benliğimi saran bu merak duygusunu, bu anlık isteği çabucak defediyorum. Yerde serili çizgili örtünün üzerindekilere dönüyorum. Tanımadığım insanların maceralarını dinleyecek vaktim yok ne yazık ki uzak diyarlarda.
Eskiyi severim ama ilk bakışta bunlar pılı pırtı, çer çöp gibi görünüyor gözüme. Yine de bir eski obje almak istiyorum, hatıra olsun Mogador’dan, belki seveceğim bir yüzük bulurum. Bakır tabaklarda bozuk paralar, anahtarlar, cam boncuklar… Çaydanlık, gülabdan, uzunlu kısalı şamdanlar, renk renk Bob Marley örgü şapkalarını görünce, denk gelseydim Essaouria’nın Hippi festivaline diye hayıflanıyorum bir yandan da. İşte şurada figürlü çatal kaşıklar, pirinç kupalar… Bazılarında Davut yıldızı bile var. Yüzük bulunur mu sizde diye soruyorum. Eski püskü bir örtünün altından çıkardığı küçük, sedef kakmalı sandığın kapağını yavaşça açıyor, renk renk yarı değerli taşlardan yüzükler çıkıyor gün yüzüne. Mercan, kuvars, kehribar, lapis lazuli. Birini bırakıp birini alıyorum. Karar vermek zor. Ayaküstü onlarca hikâye uydurabilirim hepsi için. İçlerinden en iri taşlı olanı alıp kapatıyorum gözlerimi ve avucumu. Kalbime doğan ilk hikâye onun...
Atlantiğin Porto Riko Çukurundan çıkmış bir yüzük... Metali, tuzun etkisiyle matlaşmış, yer yer beyazlaşmış. Belki de yıllarca bir denizcinin cebinde taşındı, sahipsiz kaldı bir sevgili parmağı bulana kadar. Kolay değildi ya o nazenin kadını bulmak. Denizkızlarınınki gibi saçları, lapis lazuli mavisi gözleri olmalıydı.
Lapis lazuli, metalik sarı mineralleri sayesinde titreşerek ışıldıyor. İçinde uyuyan bir zarafet var. Okyanusun derinlerinde, bazen kumlarda kaybolup bazen dipteki dalgalar sayesinde mercanların arasına karışan, sonra bir yayın balığının karnında gün yüzüne çıkan yüzük bu. Yüzüğü parmağıma geçiriyorum bile. İlkbahar yağmurlarının ferahlatıcı kokusu geliyor burnuma, yoğun balık kokusunu bastırıyor. Onca yolu sırf bu yüzüğü almak için geldim belki de. Fakat bir ses fısıldıyor, fısıltılar yükseliyor. Kim bana ne söylemek ister ki, dönüp bakmıyorum bile. Y harfi peş peşe dökülüyor bir ağızdan, tek bir sese dönüşüyor. Sonra n’ler uzuyor. Bir kemanın yayı çekilmiş gibi; Yyyayınnn diyor. Aranıyorum, kimseleri göremiyorum. Yalnız birkaç metre ilerde deri çanta satıcısının yüzünü seçiyorum, afallıyorum. Yayvan kafası, fırlak gözleri, upuzun, ince, siyah bıyıklarıyla tıpkı bir yayın balığına benziyor. Seslenen bu balık adam mı? Olur mu olur. Korkumun bastıramadığı bir merakla ona doğru yürüyorum daha yakından görebilmek için. Göz göze geliyoruz. Garip sesler çıkarıyor. Yayyyınnn diyor yine. Ee ne olmuş yani, o benim balığım, karnındaki benim yüzüğüm,” diyorum omzumu silkerek. Yanlış bir şey mi var bu hikâyede, ters giden ne? Yüzüğüme bakıp düşünüyorum. Belirsiz sözcükleri yavaş yavaş seçiliyor. Benim dilimde konuşuyor, sanki anlıyorum ne dediğini. O balık olmaz, yayın ırmakta yaşar. Gülüyor bana, gülerken geniş ağzı daha da yayılıyor, ip gibi bıyıkları oynuyor. Fakat hikâye benim hikâyem, yayının da Atlantik’i görmeye hakkı var!
Elli dirhem koyuyorum avuçlarına rastalı saçlı hippi satıcının. Parmağımdaki yüzüğe bir öpücük kondurup teşekkür ediyorum. Gülüşüyoruz ikimiz de. Bembeyaz dişleri parlıyor. Yakınlarda bir yerlerde bilmediğim bir kaynaktan bir zamanlar burayı mesken tutan Jimy Hendrix’in şarkısı çalıyor. Well I wish, I was a catfish. Keşke bir yayın balığı olsaydım, diyorum Atlantik’in tuzlu sularında. Karşı köşedeki salyangozcuda, albenili berberi kilimlerinin yanı başında kürdanlarla salyangoz yiyen Faslı genç kızların neşeli seslerine doğru çekiliyorum.
Commentaires