top of page

Öykü- Nesrin Erek- Can Sıkıntısı

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Askıdaki montu sırtına geçiriyor, beresini takıp kül kovasını alıyor. Lojmanın koyu gri ahşap dış kapısı buz tutmuş yine, güçlükle açıyor. Keskin soğuk yüzüne vuruyor. Yere bastıkça çıtırdıyor donmuş kar. Çöpler için kazdıkları çukurun yanına gidiyor. Dün akşam attıklarından sadece soğan, patates kabukları orada, konserve kutusuyla soda şişeleri yok. Külü döküyor. Çukurun etrafındaki karda aynı öncekiler gibi taze ayak izleri.

Salondaki soba şimdi gürül gürül yanıyor, üşüyen ellerini uzatıp ovuşturuyor. Kızarttığı ekmeklerle yapıyor kahvaltısını. Bir çay daha alıyor, çaydanlığı sobaya koyuyor. Hala kalkmadı Lale, odasına çeviriyor başını, kıpırtısız yattığını görüyor. Elindeki portakal kabuklarını sobanın üstüne atıyor, kabuklardan yayılan kokuyu içine çekiyor. Sigarasını yakıyor, masadan kalkıp tülü açıyor, cama doğru üflüyor dumanı. Kar başlamış yine. Gökyüzünden inen küçük taneler, sislerin arasından yüzünü gösteren güneşin ışıklarıyla altın tozu gibi. Donmuş derenin arkasında uzanan tepedeki meşe ağaçlarının dalları, rüzgârla sallanıyor. Dallar kar yükünü altındaki minibüsün üstüne bırakıyor. Köyün tek aracı eski minibüs, yolun kenarında günden güne kara gömülüyor. Derin bir nefes çekiyor sigaradan. Ilıklaşmış cama değen kar taneleri, yavaşça suya dönüşüyor, geçmek bilmeyen zamana uyar gibi aheste akıyor. Yıllardır bu pencerenin önünde sanki. İçinden taşan sıkıntının sesine sobadaki çaydanlığın fokurtusu karışıyor. İzmariti sobaya atıyor.

Tülü örtüyor. Denizliğe dizdiği dosyalardan birini alıyor eline. Pazartesi kurstaki kızlarla çalışacakları nakış desenlerini şeffaf zarflarından çıkarıp seçmeye koyuluyor. Henüz yapamayacakları örnekleri hızlıca geçiyor, belirlediği birkaç deseni karbon kâğıtlarıyla çoğaltıyor. Dosyayı yerine bırakıyor. Saat on biri geçmiş, ne zaman kalkacak bu kız? Canı kahve istiyor, mutfağa gidiyor. Cezveyi, fincanları, kahve kavanozunu bir tepsiye alıyor. Salona döndüğünde kapı aralığından Lale’nin yatağında oturduğunu, esnediğini görüyor.

“Saat kaç?”

Masaya bırakıyor elindeki tepsiyi.

“Nihayet. Öğlen oldu kalk artık.”

Odadan çıkıyor Lale, şişmiş gözlerini ovuşturuyor.

“Bütün gece gözüme uyku girmedi, kafam çok karışık.”

Cezvenin içine kahveyle suyu koyup sobanın üstüne bırakıyor.

“Belli, kalkmadın bir türlü, takma diyorum ama…” Cezvedeki kahveyi karıştırıyor.

Yüzünü yıkayıp geliyor Lale. Sobadaki çaydanlığı masaya alıyor, sandalyeyi çekip oturuyor. Kahvaltılıklarda gezen bakışları isteksiz, çayını önüne çekip arkasına yaslanıyor.

Gözleriyle takip ediyor Lale’yi, durgun.

“Bir şeyler ye, hadi.”

Köpürüyor kahve, taşıyor, sobaya düşen damlaların cızırtısını duyunca cezvenin sapına yapışıyor, yanıyor eli. Hemen bırakıyor, yeleğinin ucuyla tutarak alıyor cezveyi. Kahveyi fincana döküyor, kokusu sarıyor odayı. Masaya geçiyor. Çay bardağından yükselen buharı izliyor Lale.

“Canım hiçbir şey istemiyor.”

Bir sigara yakıyor. Lale de uzanıyor pakete, kalkıyor masadan, pencerenin önüne dikiliyor.

“Ben böyle hayal etmemiştim, inanamıyorum buradaki hayata. Daha önce sıradan gelen şeyler bile nasıl da lüksmüş meğer, suçluluk duygusu ne zor.”

Fincanı eline alıyor.

“Yapma lütfen, sorumlusu biz değiliz ki çözmek de elimizde olsa keşke, bırak duyması gerekenler duysun o suçluluğu.”

Kıvırcık saçlarını bir lastikle topluyor Lale, kanepeye oturuyor.

“Sorumlu olduğumuzdan değil o his, kabullenememekten belki, ne bileyim öyle işte.”

Kalkıyor masadan, kovadan bir odun alıyor, borudaki çamaşır askısında takılı kancayla kapağı açıp onu sobaya atıyor. Çıkan sesin ardından dumanla karışık küçük kıvılcımlar yükseliyor, hemen kapıyor demir kapağı.

“Koşulların böyle olduğunu bilemezdin tabii, istediğin yerde yaşamakta özgürsün sonuçta, istifanı bas git o zaman.”

“Aklımdan geçmiyor değil ama bu kez de buzdan oklar batıyor sanki içime, yüreğim üşüyor.”

Bir gümbürtü kopuyor, başlarını pencereye çeviriyorlar, karşı evin bacasının yanındaki kar kütlesi yere inmiş.

“İçim acıyor biliyor musun, ağır geliyor bir şey yapamamak. Dışına çıkamadığım bir çembere tıkılmış gibiyim.”

Pencereden bakıyor, lapa lapa yağıyor kar. Yamaç boyu dizili taş evlerin bacalarından simsiyah dumanlar yükseliyor.

“Dışından görmeye çalış çemberi, o zaman nasıl hissederdin bunu anlamaya çalış.”

Kanepedeki örtüyü üzerine alıyor Lale, kıvrılıyor oraya, gözlerini tavana dikiyor.

“Zaman hiç geçmiyor sanki burada, kendimi bazen çok uzak hayallerin içinde buluyorum. Düşünsene yıllar sonra buluşmuş, buradaki günlerimizi konuşuyoruz, bitmiş yani her şey.”

Yanına gidiyor, ayakucuna oturuyor.

“Buradan geleceğe bir yolculuk yani. Senin sorunun burada yüzleştiğin gerçekliğin önceki yaşamına çok yabancı olması bence. Bana o kadar da garip gelmiyor gördüklerim, buralarda büyümüş olmakla ilgili belki de ne bileyim.”

Masaya uzanıp bir parça ekmek alıyor Lale, küçük bir lokma ısırıyor.

“Alıştığım hayatı özlediğim için utanmalı mıyım, söylesene. Hevesimi kaybettim ben.”

Pakete uzanıyor, bir sigara yakıyor, Lale’ye de veriyor.

“Biz geçiciyiz sonuçta, ya buradakiler? Dışından gör derken onu demek istedim, kadınlarla çocukları bir düşün, farklı bir şey yaşama olasılığı bile çok uzak onlara.”

Ağzındaki dumanı sıkıntıyla üflüyor Lale.

“Tam da öyle işte, bazen ürküyorum bu hayatı kaçırma hissinden.”

Onu nasıl avutacağını bilemiyor, içini boşaltıyor verdiği nefes.

“Bırakıp gideceksin öyleyse. Değiştirmeye gücünün yetmediği şeylere takılmanın ne sana ne de buradakilere hiçbir yararı yok!”

Yüzü kızarıyor Lale’nin.

Pişman oluyor böyle çıkıştığına, konu değişsin istiyor.

“Çöp çukuru hiç dolmayacak galiba, yok olmuş akşamkiler de.”

Şaşkın bakıyor Lale. “Yine mi, kim alıyor bunları?”

Omuzlarını silkiyor.

Kapı çalıyor, açtığında Zeliha’nın kardeşi Ali karşısında. Titriyor, bir su bardağı uzatıyor ona, çekinerek bakıyor.

“Babam zeytinyağı istiyor da.”

Bir terlik geçirmiş ayağına, ıslanmış çorabındaki yırtıktan görülen parmakları kıpkırmızı, eski bir eşofman üstü var sırtında. Kolundan yakalayıp içeriye çekiyor çocuğu, elindeki bardağı alıyor.

“Burada dur sen, hemen koyacağım şimdi.”

Bardağı doldururken şişeyi olduğu gibi vermek geçiyor içinden, bardakla birlikte onu da uzatıyor.

“Bu kadar yetermiş,” diyor Ali, “inek hasta da, ona içirecekmiş babam.” Şişeyi almıyor.

“Ablan neden gelmiyor kursa?”

“Gözleri kapalı yatıyordu ama bugün araladı biraz.”

Doktor da gelememiş. Yol ne zaman açılır kim bilir.

“Bekle, bir şey vereceğim sana,” diyor çocuğa. Dolabından giyilmemiş bir çorap getiriyor. İstemiyor Ali, zorla tutuşturuyor eline.

“Terlikle geldiğin için ıslanmış onlar bak, eve gidince değiştir hemen tamam mı?”

Yüzünde gülücükle uzaklaşıyor çocuk. Salona geçiyor, Ali’yi anlatıyor Lale’ye.

“Onlara gidelim bugün, elimiz boş olmaz ama kurabiye yapıp götürelim.” Lale atıyor örtüyü üstünden. “Hadi,” diyor. Mutfağa gidiyorlar.

Sıcak tepsiyi fırından çıkarıyor. Lale odadan büyük bir kâğıt getiriyor. Birer tane yiyorlar kurabiyelerden, diğerlerini kâğıda sarıyorlar, terlemesinler poşette. Sıkıca giyinip evden çıkıyorlar. Çöp çukuruna bakıyorlar geçerken, kar kaplamış üzerini. Zelihalara doğru birbirlerine tutunarak karlara bata çıka ilerliyorlar. Yanından geçtikleri evin tandır odasındaki açıklıktan onları gören kadın, hamurlu elini kaldırıp, vereyim mi der gibi ekmekleri işaret ediyor. Lale dönüşte alırız anlamında elini çeviriyor. Başka bir evin önündeki iki kadının çeneleri titriyor, uzun, yamalı, basma etekleri uçuşuyor, dizlerine kadar uzanan yün çorapları görülüyor, ayaklarında kara lastikler. Kule gibi dikili yığından aldıkları otları tahtalardan yapılmış sedye benzeri bir şeyin üzerine koyuyorlar, birlikte ahıra taşıyorlar sonra. Dirseğiyle dürtüyor Lale’yi, kadınları işaret ediyor gözleriyle. Dudaklarını sıkıyor Lale. Köy meydanındaki kahve hınca hınç dolu. Ayrı bir telaş var içeride, çaylar, okey taşları, oyun kâğıtları... Başlarını çeviriyorlar oradan geçerken.

Kapıyı Ali açıyor, yeni çoraplar ayağında, annesine seslenerek sol taraftaki odaya koşuyor. Annesi geliyor, içeriye giriyorlar. Sobanın yanındaki yer yatağında yatıyor Zeliha, geldiklerini görünce gülümsüyor, kalkmaya davranıyor. Elini uzatarak durduruyor onu.  Boncuk boncuk ter içinde alnı. Bir peçete çıkarıyor çantasından, çömelip terini siliyor.

“Geçmiş olsun, merak ettik seni.” Bir şeyler söylemek istiyor kız, boğazı şişmiş herhalde, olmuyor, acıyla buruşuyor yüzü.

“Zorlama kendini,” diyor, “iyileşince gelirsin kursa da.”

Sessiz bir tamam çıkıyor Zeliha’nın ağzından. Sobadaki çaydanlık tıslıyor, ahşap beşik ritmik gıcırtılarla sallanıyor. Lale duvara dayalı siniyi yere yatırıyor, çocuklar merakla ona bakıyorlar, kurabiyeleri çıkarıyor. Hemen oturuyorlar başına, kapış kapış yemeye başlıyorlar. Zeliha’nın annesi yatağın yanındaki minderleri gösteriyor.

“Buyurun şöyle,” diyor, “ayakta kaldınız, çay bardaklarını getireyim.” Odadan çıkıyor.

Oturuyorlar. Tam karşılarındaki duvarın önünde şişeler, konserve, süt, salça kutuları. Bir an donakalıyorlar, birbirlerine bakıyorlar, gözleri dolmuş Lale’nin. Beşikteki bebek ağlıyor, küçük kız koşup onu sallıyor. Hepsi bitmiş kurabiyelerin, sinide sadece kırıntılar kalmış. Kutularla oynuyor çocuklar, bir iple birbirine bağlamışlar onları. Ali ilk kutunun ipini çekiyor, küçük oğlan öne doğru uzatıyor dudaklarını. “Çuf çuf çuf…”

Kulağına eğiliyor Lale, fısıldıyor.

“Oyuncak yapmayı da öğretelim kızlara, evde de uğraşırım hem, sıkılmam artık.”


Nesrin Erek

Comments


bottom of page