top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nihat Altun- Dom Güzeli

-Ötekiler-

Göğün tuvali birkaç gündür alacalı bulacalı iklimin yeknesak ısrarına karşı koymaya çalışıyordu. Kuyruk kuyruğa dolaşan boz bulutlar nerede avuç içi kadar bir açıklık görseler oraya dadanıyorlardı anında. Kuşlar korosundan yoksun kül rengi gündüzler, rüzgâr yorgunu sisli, çivit mavisi geceler, çıplak söğütler… Taze bir alkıma ve güneşin sarı saçlarına hasret bırakan bir mevsimi kim ne yapsın? Artık iyi havalar ve ruh besleyici anlar gelmeliydi. Tam zamanıydı. Yağmur görmek, toprak kokusu çekmek istiyordu cümle tabiat. İyi, beklenendi her zaman. Fakat tın tın ilerliyordu. O, gelesiye dek, fena çoktan sızmış olurdu yaşamın hücrelerine.

Evet, tam da bu şekilde hâsıl olmuştu her şey. Böğüre böğüre, “Cellatlarınız geldi, işte tam da ortanızdayız, maçası yiyen beri gelsin,” diyerek ahaliyi galeyana getiren o üç zavallı kavganın fitilini ateşlemişti. Basit bir sürtüşmeyle başlayan hadisenin neticesi vahimdi.

Zemheri ayazı ha kırıldı ha kırılacak derken kendinden geçmiş dingin şehir, birbirini tetikleyen olaylarla çalkanıp duruyordu. Yaşananlar, bire bin katılarak anlatılıyor, acıklı bir melodinin nakaratı gibi biteviye tekrarlanıyordu kahvehanelerde, mal meydanında, sokakta… Yularından çözülen cümleler dillerde pelesenk olmuştu.

“İnsan olan yapmaz bunu insana. Be hey vicdansızlar! Altmış bıçak vurmak da nedir!? Duydunuz mu komşular, gariban işportacıyı tablasının başında hunharca kıtır kıtır kesmişler, cesedi tanınmayacak haldeymiş. Altmış bıçak yarası. Kim bilir nasıl acı çektirdiler. İki de çocuğu varmış, gencecik karısı dul kaldı. Evi, barkı yıkıldı. Aşiret meclisinden karar çıkmış, bire karşı üç can istiyorlarmış. Karşı taraf da üzgün olduklarını, bu olayın müsebbibi olanların yakalandığını bildirmiş, taziyelerini iletmiş, size karşı boynumuz kıldan incedir, demişler.

Bu iş öyle kolayına çözülmez. Merhumun ailesi bu kanı yerde bıraksa insan içine çıkamazlar, gayrı itibarları beş paralık olur. Pılı pırtı toplayıp memleketi terk etmeleri lazım gelir o vakit. Tablanın tekerlerine sıçrayan kan silinmeden işportacını öcü alınmalı.”

Uzun uzadıya dillendirilen bu elim olay beşikteki bebeden doksanlık ihtiyara değin herkesin kulağına çalınmıştı. Soğuk, sisli ve arada bir kar serpiştiren bir mart; bizimkilere göre dert doğuran sevimsiz, ağlak, şaibeli bir ay… Nicedir kabuklarında pörsümüş, küçülmüş sokakların yüzünde dört parmak buz, çatılarda, damlarda kar vardı hâlâ. Her sokak bir diğerinin muadili, kederdaşı ve akarı, kapısı…

Cinayet mahallindeki kan izleri buzdan sökülüp alınmıştı, ortalık yatışsın, yumuşasın diye. Lakin bir kere bu ağır acı giderayak dolaşmıştı şehri. Kapılardan, bacalardan umarsızca girmişti evlere. Ha deyince unutulur muydu? Aralarında nasıl bir mesele vardı bilinmez. Ortaya çıkar mıydı, hiç sanmam. Zaten, işportacı böylece gaddarca katledildikten sonra sebeplerle uğraşmanın anlamı yoktu. Şehrin ortasında güpegündüz altmış bıçak darbesiyle kanı akıtılmıştı yerin şeffaf yüzüne.

Kasten ve canice cinayet işlemekten yakalanan üç düşkün vardı. Kim olduklarını can arkadaşım Acep‘ten öğrenmiştim. Selamım sabahım hiç olmamıştı onlarla. Lakin birbirimizi sima olarak tanıyorduk. İsmen sadece birini hatırlıyordum, Kımıl.

Ortaokul yıllarımda sokağın belalısı yaşıtım Kuşçu Muto ile muhabbetimiz artınca onların sokağına da peyderpey girip çıkmıştım. Metrekareye düşen çalgıcı ve kuşbaz oranının çok yüksek olduğu derme çatma evlerden müteşekkil bir yerdi. Daima hor görülüp ötekileştirilen bir avuç yoksul insanı yakından tanımaya başladıktan sonra, onlara karşı beslediğim ön yargı kalıplarım yavaş yavaş çatırdamıştı. Güvercin tutkusu beni o tekinsiz mahallenin müdavimi haline getirince haliyle, Allah’ın her günü annemden bir ton azar işitmek de sıradanlaşmıştı bende.

Allah canını almaya, onlarla arkadaşlık edilir mi? Yemin billah babana şikâyet ederim seni. Bir de evlerine girip çıkıyormuşsun Poşaların. Pis onlar oğlum, pis. Bitlenirsin, hastalanırsın Sakın, oralarda bir şeyler yiyip içme. Bak annem demedi, demeyesin. Günün birinde seni öldürüp bir derenin ağzına atarlarsa hiç şaşırmam.”

Annemin bu sözleri hangi maksatla söylediğini anlıyordum. Lakin onun bilmediği o kadar şey vardı ki onlar hakkında. O yüzden anneme alaylı bir sesle “He he, bir tek siz sütten çıkmış ak kaşıksınız,” der ve güler geçerdim.

Bütün bu sitemlere, bu yargılamalara maruz kalmak Muto’yla arkadaşlık kurduktan sonra olmuştu. Hâlbuki benim bu insanlarla hasbihâl edişim çok daha önceden başlıyordu. Ta, çocukluğum ince ayarında ruhum pata küte dökülürken yollara. Güz sancısıyla dönenen tabiat, balzamik ayların renklerini dizerken gepgeniş tezgâhına bir düzine yabancı aile, daha doğrusu eşsiz topluluk köy yolunda görünmüştü. Sıra dışı ve at arabalıydılar. Atları bir deri bir kemik. Yüklerin içindeki küçük, tahta kafeslerde kınalı birkaç keklik vardı. Üç zağar, iki tazı, bir kaniş, üç keçi, çok çocuk ile köy köy gezen, evleri sırtında renkli insanlar…

Ve o çocukların içinde güzel yüzü neşeyle pembeleşen, dili bülbül gibi şakıyan bir körpecik. Onu görür görmez âşık mı olmuştum ona, ne? Kim bilir, çocukluk çağının safdilliği, masumiyeti, merhameti belki de aşktan ötedir.

Çeribaşı'nın babama gelip konaklama yeri için izin istemesini hiç unutmam. Babam, kapımıza çoluk çocuk, ev bark dayanan bu topluluğun isteğine kayıtsız kalamamıştı. Allem kallem etmeden -bilindiği üzre bu topluluğun üzerine karasakız gibi yapışan bazı alışkanlıklarını burada sergilememeleri karşılığında- suyu ve yeşilliği bol çayırımızda geçici bir yer göstermişti onlara. Zira kapısını çalan bu topluluğa aksi bir tavır göstermesi, namına uygun düşmezdi. Hangi topluluktan olmaları mühim değildi. Tanrı misafiriydiler ve kaideyi bozmamışlardı, ocağımıza düşmüşlerdi.

Köylüleri rahatsız etmesinler de diledikleri kadar kalsınlardı. Toprak Allah'ın toprağı, yer ve su onun. Hoş, çayırı toprağıyla birlikte alıp götürecek değillerdi ya! Nasıl olsa kışa az vakit var, kar düşmeden Üçtepeler'in çorak başına, çadırlarını söküp gidecekler sıcak memleketlere. Çadırlarını kurdukları günün ertesinde köyün kuru yaşamına gayritabii bir farklılık katan bu rengârenk ruhlu insanları minnetle anarım daima. O dar vakitte, kıt ufkumun kanatlarını birer ucundan tutup genişlettiler âdeta. Yaptıkları her şeyi pürdikkatle ağzı açık izleyip durdum. Hangi evin bahçesine çullarını serince anında orada bitiverirdim.

Bir düzine ailenin kara kuru insanları çok maharetliydiler. Her birinin on parmağında on marifet. Bilim bilgisini okuyup hatmettikleri bir mektepleri hiç olmamıştı; fakat cerrahlık gerektiren bilgiye de sahiplerdi, büyücülük, falcılık becerilerine de. Bütün bildiklerini sergilemekten imtina etmemeleri çok güzeldi. Amcamın alt damağındaki eksik dişinin yerine altın bir diş takışlarını anı anına izlemiştim. Tuhaf olan; ince bıyıklı, kupkuru yağız adamın diş dizisinden eksikler vardı. Cerrah tipi de yoktu onda. Lakin kim bilir kaç nesil görmüş alet edevatı büyük bir soğukkanlılıkla kullanıyordu. Belli ki amcama yaptığı diş müdahalesi, bilmem onun kaçıncı deneyimiydi. Afili bir altın dişe kavuşan amcam adamı iki kuzu, bir bidon peynirle mükâfatlandırmıştı.

Gene kollarında, alnında, çenesinde; güneş, kırkayak, tarak motifli deqler (dövmeler) olan, perçemleri kınalı, ellerindeki damarlar derinin yüzeyinde belirginleşmiş yaşlı kadının gözlerini devire devire mıknatıs, un eleği ve kemik kullanarak fal bakması, karanlıkta kalmış bir olaya dair fikir beyan etmesi olağanüstüydü. Görünmez büyü ortaklarını etrafına toplamak için kullandığı sözcüklerden, yarattığı atmosferden ilkin ürkmüştüm. Gene de mıknatısın kıvrak hareketlerle bardaktaki demir bilyeye yetişmesinden gözlerimi alamamıştım. Mıknatısla da bu vesileyle tanışmıştım.

O güz yaşananlardan hatırladıklarım o kadar tazeler ki, hafızamda capcanlı olarak yaşadıklarını iddia etsem mübalağa etmemiş olurum. İğneyle, örgü şişiyle kulak delmeler, insanı başka diyarlara götüren nağmeleri, dağı taşı inleten rebap, tef, zurna sesleri ve ilk görüşte yüreğimin sarkacını pır pır ettiren açık kahve saçlı, beyaz tenli, gamzeli körpecik Nazar.

Mademki bütün bunlar çok önceden gerçekten yaşandı, bitti, o zaman bir husustan bahsetmek elzem oldu. Bazı hatıralar insanla birlikte yaşamaya devam ederler fakat hiç büyümezler, olduğu gibidirler her dem. Dere kenarında göz göze geldiğimiz o anı artık nasıl fotoğraflamışsa dimağım, oraya yolum düşünce o günkü duyguyu aynı hasretle mukabilince yaşarım.

Bana bir haller olmuştu o karşılaşmada. Narin bedenini rüzgâra bırakarak salına salına gidişi ve arada bir dönüp bana gülümsemesi; gözlerimin akında, yüreğimin ucunda takılı kalınca onu düşünüp durmuştum geceler boyu. Akşamları kapıdaki sekiye oturur, çadırları aydınlatan gaz lambalarının sigara izmaritinin ucu kadar görünen ölgün ışıklarını ve zifirin ortasında narçiçeği gibi açan saçaklı ateşi izler, gönlüme sükût eden oba kızını düşünürdüm. Sonra bozkırın yalın ve heybetli sessizliğini kemane eşliğinde okşayan içli bir ağıtın tınısını duyardım uzaktan.

(Ne gariptir ki çocukluk aşkı daha bir güçlü tutar insanı her bir yerinden. Soluğu kesilir, mevsimi değişir gönlün. Ki yüzün rengi bir zambağın çiçeği gibi açar ve söner kendi kavlince. Dağlar yankılanır, sular köpürür, zelzele olur; kimse fark etmez…)

Onu bir daha görmek kabil olmasaydı eğer çıldıracaktım belki de uluorta. Talihim yaver gitti ki daha sonraları Nazar ile yan yana, kalp kalbe gelebildik günaşırı.

Hiç umulmayan bir zamandan mütevellit oldu tanışmamız. Bizler köyün karşı yamacındaki koruda iyice olgunlaşmış çakal armudu ve yabani elma toplarken, oba çocukları ansızın peyda oldular dibimizde ve onca ağacın arasında bizimkisine dadandılar. İçlerinde o var diye hır çıkarmadım. Bilakis armut toplamalarına müsaade ettim. Yüksek dalların ucundaki armutların nasıl düşürüleceğini bizatihi ona öğrettim. Nedense obanın diğer çocukları bir arada dururken, benim yakınımda durmayı tercih ediyordu hep o. Göz göze gelince, vücutlarımız hasbelkader yanaşınca birbirine, utanıp sıkılıyor, gene de ondan uzaklaşmak istemiyordum. Güm güm atan kalbimin çığlığı ona ulaşıyor mu diye tedirgin olmuyor değildim. Lebalep armut dolu soğan çuvalını sırtlayıp gittiğinde bana aynı tazelikle gülümsemesi aklımı başımdan almıştı bir kez daha.

Sonraki günlerde ise çeşitli bahanelerle, türlü türlü merakla; büyüklerimin uyarılarını, öğütlerini dinlemeden onların obasına günbegün gidişlerim oldu. Annem, beni alıp götürecekler korkusuyla hafiye gibi adım adım peşimdeydi. Baktı ki hepsi de zararsız, kendi halinde insanlardır, beni kollamayı bıraktı. Sanırım oğlunun derdini anlamıştı. Onlara çeşitli yiyecekler verme hususunda daha cömert davranmaya başladı. Süt, peynir, tereyağı, yoğurt gibi hayvansal ürünleri ve bostandan toplanan kavunları taşıyıp durdum Hatun teyzeye.

O da karınca kararınca ufak tefek armağanlar göndermeyi ihmal etmedi anneme. Bunlar içinde en güzeli gül desenli kemik bir taraktı. O sarı güz benim yaşamımım birçok ilkini barındırıyor terkisinde. Ve hiç kuşkusuz onu gördüğüm günden beri ömrüme neşeyle, sevecenlikle masum gülüşünden aşk nişanesi konduran Nazar da benim güz güzelimdi.

Sonra günlerin soluğu kısalınca yalancı sıcaklar baş göstermişti. Kış hemencecik gelmeyecek diye yüreğimin yuvasında tasalı düşler tutmadım hiç. Meğer dinlememişti, duymamıştı iç gürültümü zalim kış. Bozkırın orta yerinde taşlarını dizmeye başladığında ben kan uykusundaydım.

Çeperleri kapkara bulutlarla tutulan göğün yumuşaklığına kanmıştım meğer. Nazar'ın hayalini başucuma asıp gülüşlerini, saçlarını okşamakla meşgulken Üçtepeler’in büzüşmüş derisi iyicene kar tutmuştu. Oba ahalisi hareketlenmişti binbir gözlü geceden. Şafak vakti oba çadırlarının direkleri sökülmüş, tabak çanak, kilimler telislere doldurulmuştu. Kervan yola düşmüş ama ben sağırmışım, tatlı düşlerin devamındaymışım.

Libas değiştiren bir dünyanın beyaz sabahına uyandığımda obanın yerinde yeller esiyordu. Sukutuhayale uğramıştım. Küçücük dünyamın üç karışlık ufukları kararmıştı. Artık güç olmuştu sevdiceğimi görmek, ona ulaşmak. Gitmişlerdi, karlı yolların kıyısında ayak izleri…

Ben uyurken olan olmuştu lakin yarım kalan sevda bitmeyecekti. Biliyordum. Nazar, kalbinin teveğinde adımı saklayacaktı. Bilmediğim memleketlerin rüzgârı onun okşayıcı sesini taşıyacaktı kulaklarıma. Her şey uzak ve zahmetli… Kış nefesli o gün söz verdim kendime. O nazlı hatıra, çocukluğumun boynunda bir muska gibi asılı duracaktı.

İşte, Muto ile arkadaş olduktan sonra Dom halkından olduklarını öğrendiğim bu güzel insanlarla tanışıklığımın evveliyatı bu şekilde başlamıştı. Nazar, güz güzeli, konargöçer bu topluluğun kızıydı. Yeryüzünde bir parça tapulu toprağı olmayan bu insanlar, kimilerine göre kötücül oldukları için uzak coğrafyalardan sürülmüşlerdi. İnadına ötekileştirilip çemberin dışına itilmeleri yanı sıra zulme uğramışlardı çağlar boyu. Lakin bütün gezegeni ortak yaşam alanı görüp hiçbir gaileleri yokmuş gibi yaşayan bu topluluk, insanlığın kadim kültürünün mirasını taşıyordu.

Pırıl pırıldı sevgileri; hoşgörüleri, neşeleri sonsuzdu. Annemin bu toplulukla bağımı öğrenmesi biraz da benim sır tutmaz dilimden ötürü olmuştu. Muto'dan öğrendiğim; “Qlor, Qışari, pani, menev, mınıs, bınavgev, Qefti...” sözcüklerini olur olmaz yerlerde kullanınca kendimi ele vermiştim. Bu hususta durmadan başımın etini yiyen annem, yaşım gereği artık bana gem vuramayacağını, serseri ruhumu iğdiş edemeyeceğini anlayınca vazgeçmişti arkadaş çevremi didiklemekten.

Muto, benimle yaşıttı. Kıvırcık saçlı, koca gözlü, orta boylu çakırpençe bir çocuktu. Çakmaklı, sabuni, miski, boz cinsi güvercinler besleyip onları yarıştırıyordu. Kuşlarının yavrularından bazılarını satıyordu bazen. İkimizi bir araya getiren de taklacı güvercin tutkusuydu sanırım.

Mahalledeki çocuklar ondan deli gibi korkarlardı. Bazen okulun bahçesine geldiği olurdu. Akasyaların gölgesinde oturur, güvercin muhabbeti ederdik. Okulun karşısındaki bakkaldan tane işi cıgara, kuş lokumu, kabak çekirdeği ve hemen önündeki tezgâhta da halka tatlısı satın alırdık. Birlikte cıgara içer, kuş lokumlarını atıştırırdık. Onun sayesinde okuldaki öğrenciler arasında hatırı sayılır bir itibarım olmuştu. Mahallede pek de iyi bilinmezdi, hırgüre ayarlı kişiliğinden ötürü damgayı yemişti bir kere.

Sınıf arkadaşlarımdan Banu, ondan hiç hazzetmiyordu. Muto gibi eli uzun, kavgacı, delibozuk biriyle arkadaşlığımı sorgulayıp duruyordu. Onun mahallelisiydi, kuşkusuz benden iyi tanıyordu Muto’yu. Kendince sebepleri de vardı, kim bilir… Tabii ki bilmek mümkün değildi, sormadım da hiçbir zaman. Belki de korumak maksadıyla beni uyarıyordu. Bataklığa saplanmamı istememesinin başka nedenleri de yok değildi elbette.

“Gönül senin elinden şaşırdım nere gidem,”

Banu'nun bana sırılsıklam âşık olduğunu kesinkes bilsem de o yönlü bir çabam olmadı hiç. Aslında dünyalar güzeli bir kızdı. Tatlı dilli, güzel yüzlüydü. Simsiyah belikleri sırtına kadar inerdi. Sıkıydı da kimse bulaşamazdı ona kolay kolay. Onunla ne polemiğe girdim ne de gönül işlerine. İstemedim yeni bir sevdaya yelken açmayı, nedeni yok. Ama hiç pes etmedi. Mektep bitene kadar dönüp dolaştı peşimde. Sırama oturmak için kendine yakın bulduğu munis öğretmenlerden izin alıp dururdu. Ben de kırmazdım onu, oturmasına müsaade ederdim. Zaten sıra arkadaşım İbrahim kendisinden ricada bulunma gereği duymadan Banu’ya devrederdi yerini. Böyle tek taraflı bir duygu karmaşası, kafa karışıklığı, gönül düşümü…

Mutoların okul binasının dört sokak arkasında küçük bahçeli derme çatma bir evleri vardı. Bütün akrabaları aynı mahallede ikamet ediyorlardı. Babası, küçük bir tahta sandığa doldurduğu çeşit çeşit esansları çarşı pazar dolaşarak satardı. Amcaları davul, zurna ve kemane çalarlardı. Civarda yapılan bütün düğünleri onlar şenlendirirdi. Muto adı sanı bilinen bir kuşbazdı. Güvercin yetiştirme hususundaki bilgilerimi ona borçluyum: Kuş nasıl uçurulur, nasıl çekilir yere, havada kaç saat dolaşır? Cins güvercinin taklası, paçası, teleği, kuyruğu nasıl durur?

Kentin banliyölerinde tanınan biri olmam da onun etkisi az buz değildi. Çünkü içimizden bir tek o, tehlikeli mahallelerin ağır ağabeylerini tanırdı. Hepi topu üç beş kişiydik. Yolumuza çıkıp bize posta koyacak yiğit ne gezer. Tabiri caizse barut gibiydik, kavruk derilerimize dokunan yanardı. Gene de temkinli ve desturlu gidilmeliydi bazı mahallelere. Her ne olursa olsun o sapa sokaklarda tanıdık birilerine ihtiyaç duyulurdu illaki.

Ben okulda kendi halinde, çalışkan, efendi bir talebeydim; dışarıda tam tersi. Gerçi o dönemde büyük bir kimlik buhranı yaşıyordum, fazlaca avareydim. Dümeni nereye kıracağım belli değildi çok da. Öğretmenlere ve Banu’ya göre ben iyiydim, çevre kötüydü. Kabuldür, Muto ipe sapa gelmezdi. Arkadaşlarını, dostlarını canı pahasına korur kollardı. Kötü alışkanlıklarını kimseye salık vermezdi. Kendisi, ot bulduğu müddetçe tütüne karıştırıp içerdi. Biz de isteriz diye alenen yapmazdı bunu. Bizi bu zehirden uzak tutmaya çalıştığı aşikârdı…

Onunla arkadaşlığım liseye başladığımda son bulmadı. Yine de eskisi gibi bir araya gelip anıları uzun uzadıya canlandırmak nasip olmadı. Ya zaman bulamadık ya da denk getiremedik bir şeyleri. Ve bu defter böylelikle usulen kapanmaya yüz tuttu, güvercinler kaldı mahallenin göğünde.

Ortaokulda sınıflarımız yan yana olduğu halde Muto’nun akrabası Acep'le haşır neşir değildik. Ta ki lisede aynı sınıfa denk gelene kadar ettiğimiz laf üçü beşi geçmemişti. F şubesine vermişlerdi ikimizi de. Bildiğim kadarıyla Domlardan onun dışında kimsenin lise tahsili yoktu.

Muto, ilkokulu bile bitirememişti. Öksüz Tajdin, 6. sınıf terkti. Acep, çok farklıydı hepsinden. Günübirlik yaşam peşinde değildi. Büyük umutları, hayalleri vardı geleceğe dair. Okulda sevilip sayılan, sessiz ve anlayışlı bir civandı. Acayip ağırdı, titizdi, düzenliydi. Hocalar onu çok sevdiklerinden kıllık kıyafetine ses etmezlerdi. Bütün talebeler zorunlu olarak armalı okul kıyafetlerini, koyu lacivert ceket, gri pantolon, giymek ve kravat takmak mecburiyetindeydiler. Acep’in, bildiğim kadarıyla iki takım elbisesi vardı: açık yeşil ve açık lacivert. Jilet gibi giyinirdi. Boyuna posuna her giydiği yakışan Acep ile mektebin koridorlarını arşınlarken herkes bize gıptayla bakardı. Ben, okulun yatılı talebesiydim, o diğer gruptaydı. Köye git gel yapmamak için sınava girmiş pansiyonda kalmaya hak kazanmıştım.

Hafta sonları köye gitmemişsem muhakkak Aceplerin mahallesine uğrardım. Muto’yu görürsem onunla güvercinleri uçurur, Rugus'un kıraathanesinin gizli bölümünde düzenlenen horoz ve keklik dövüşlerini izlerdim. Sonra Acep’in ısrarlı davetine icabet ederek onlara giderdik. Karkaş teyze yaşına başına bakmadan sağa sola koşturur, evde ne varsa önümüze koyardı. Hep birlikte sofraya otururduk. Babası Zurnacı Şefik, mesleğinin piriydi. Nefes çevirmede onun gibisi yoktu mahalledeki çalgıcılar arasında. Düğünlere, yaslara ve cemaatlere gider, zurna çalardı. Dört köşe şapkasının ucunu hafifçe havaya diker, ciğerindeki havayla avurtlarını şişirir, zurna kamışını üfler, ortalığı şenlendirirdi. Halk ezgileri onun nefesinde yeniden göverirdi âdeta. Bizim köyün bütün düğünlerine çağrılan bu saygın zurnacı, babamın onlara çok iyilik ettiğini söyler, beni de oğlu Acep gibi görürdü.

Gene Acep'in boy boy kardeşleri pırıl pırılardı. Onlar da sayı olarak bizim gibi bir düzineye yakınlardı. Çok çocuklu, yoksul ama musmutlu, renkli bir aile… Öyle ki Acep ile ağırdan başlayan arkadaşlığımız zamanla dostluğa, kardeşliğe evrilmişti. Aramızdan su sızmazdı. Sırlarımızı birbirimizle paylaşır, ortak planlar yapardık. Murat Nehri, kan kırmızı rengini tedavülden kaldırır kaldırmaz birlikte nehre koşar, ellerimizle balık tutar, akıntıya aldırmadan korkusuzca yüzerdik ağırbaşlı akan nehirde.

Hayatımın kıyılarında yer almış bu güzel insanlara çok şey borçluyum. Küçük yaşantılardan büyük sevinçler dermek büyük hüner ister. Yaşamın türlü nimetlerine tamah etmemek, bulduklarıyla yetinmek aslolandır. Ve hepsinden gördüğüm, öğrendiğim tam da buydu.

Hikâyenin başında işportacı cinayetinden yargılanan faillerin kim olduklarını Acep'ten öğrendiğimi söylemiştim. Ve bu elim hadiseden ne zaman söz açılsa Acep'in rengi değişir, tedirginliği artardı. Sesinden, tavırlarından içindeki korkuyu anlıyordum. Onun için işkilleniyordum. Zira kan davasına dönüşen bu hadiseden ötürü daha çok kan döküleceği malumdu. İntikam yeminleri edilmiş, buyruklar verilmiş. Birincisi, kısasa kısas uygulanacaktı. İkincisi, bütün Domların şehri terk etmeleri isteniyordu.

Yıllarca dere kenarlarında oba kurup yaşamlarını avcılık, çalgıcılık, dişçilik gibi alanlarda idame ettikten sonra kentin çöplüğüne yakın bir yeri mesken tutmuş, yerleşik hayata geçmiş bir avuç insanın koca bir aşiretle baş etmesi mümkün müydü? İki seçenekleri vardı: Ya evlerinde elleri kolları bağlı bir halde bekleyeceklerdi -artık kendilerinden kimler vurulurdu bilinmez- ya da bütün mahalle bir gece vakti kaçıp gidecekti uzak diyarlara. Kervan yola dizilse şayet, oğulları cinayete kurban ailenin içindeki öç harı zayıflayabilirdi.

Nitekim böyle bir şey olmadı. Takipler, duyumlar, tehditler çoğalınca Acep mektebe gelmemeye başladı. O zor günlerde hâl hatır sormak için evlerine iki defa uğradım. Beni görünce inanılmaz sevindiler. Nihayetinde onlardan olmayan biriydim. İstesem de istemesem de gelenek, kaide böyleydi. Yerine göre yemekleri bile yenilmeyen bu güzel insanlardan istisnai durumlarda kız alınırdı fakat katiyen kız verilmezdi onlara. Öteki olmak, o damgayı taşımak sosyal yaşamın her safhasında tecrit edilmenin birincil nedeniydi. Yıllardır ötekileştirilen, hor görülen bu halkın kanaat önderleri, meseleye bir çözüm bulmaktan aciz kalınca karşı taraf gecikmeden harekete geçmişti

Herhalde suhulet için çaldıkları kapılardan “Dom, poşa,” denilip kovulmuşlardı. Sözün özü Mıtırıplar ne zamandan beri cin olup adam çarpmışlardı, hadlerini fazlasıyla aşmışlardı. Anlatılan, duyulan, söylenen… Bu yaşlı dünyanın bütün kabahatlerini onlar işlemişlerdi sanki. Ne yapsalar yaranamıyorlardı işte. Hâlbuki toplum onlar olmadan eksikti, neşesizdi.

O sıralar, şehir büyük facialar ve hadiseler öncesinde takındığı sessiz tavırlar sergiliyordu gene. Bilmem kaçıncı tanıklığımdı bu öngörülmez, dehşetli haline. Ve ben yatılıda ilk defa hastalandım. Şiddetli baş ağrısıyla geçirdiğim iki günün sonunda yüzümde ve alnımda büyükçe çıbanlar çıktı. Halsizliğime rağmen kalkıp mektebe gittim. Sorumlu müdür muavininden sevk kâğıdı alıp derdime derman aramak için hastaneye koştum. Hekimlerden biri migrenden şüphelendi, diğeri karaciğerden kaynaklı bir durum olabilir dedi.

Velhasıl bir poşeti dolduracak ilaç reçetesi ve on günlük rapor yazıp beni gönderdiler. Yurda gidip dolabımdaki kirli çamaşırlarımı ve uzun müddettir evlerine gidemeyen arkadaşların bir iki parça kirlisini bir bez çuvala üstünkörü doldurdum.

Köyün arızalı otobüsü tam kalkış yapmak üzereyken yetiştirdiler beni garaja koğuş arkadaşlarım. Otobüs tıklım tıkıştı. Arka kapının merdiveninde bir boşluk bulup sıkıştım yolcuların arasına. Kaçak tütün dumanının mazot ve yağ kokusuyla karışarak oluşturduğu ağır havanın etkisiyle öğürmekten kan ter içinde kalmıştım. Havalandırmayı açmak için tavandaki kapağı var gücümle zorladıysam da bozuk mekanizmayı yerinden oynatamadım.

Tıngır mıngır yürüyen otobüs, akşam ezanıyla köye vardığında sızlayan kemiklerimin takati boşalmıştı. Bu zahmetli ve hırgürlü yolculuk kaç gündür bedenimde siğil açan marazı alevlendirmişti. Eve varınca orta yere devrildim desem yeridir. Annem başucuma kuruldu, ateşimi düşürmek için kocakarı yöntemleri denedi. Sırtıma çektiği bardak inat edip saatlerce oynamadı yerinde. Akşam boyunca sırtımda emaye bir bardakla durdum. Doğrusu o nesne hep bir parçam olarak kalacak diye ürkmedim değil. Neyse ki bardak benden sıkıldı, ben ona bol bol veryansın ettim. Nihayetinde kurtulduk birbirimizden.

İlahi annem, boş geçmez hiçbir günü? Şifalı bitkileri mevsiminde toplar, kurutur. Silme dolu zulasını zor günlere saklar her daim. Çocukmuşum gibi dolanıp durdu etrafımda. Bana, türlü türlü baharatlarla tatlandırdığı çorbaları kepçe kepçe içirdi, yazdan hazırladığı kavurma bidonunu yarısını azar azar ısıtıp yedirdi. Kaç ay sonra ilk defa adamakıllı beslenmiş, eski sağlığıma kavuşmuştum neredeyse.

Okula döndüğümde dipçik gibi sağlam durabiliyordum yerimde. Yüzümdeki çıbanlar sönmüştü. Geriye birkaç sevimsiz iz kalmıştı bende. Bu kısa ayrılıkta neler yaşanmıştı neler. Bense bütün yaşananlardan uzak ve bihaber.

Okul çıkışında ilk işim komşu mahalleden arkadaşım Şenol'u bulup ona Acep'i sormak oldu. Şenol, yüzüme mel mel bakıp “Haberin yok mu,” dedi can sıkan bir sesle, “Acep’in bütün sülalesi bir hafta önce şehri topyekün terk etti.”

“Emin misin, nereye gittiler?”

“Orasını bilmiyorum. Keşke vaziyeti ağırdan almayıp iki hafta önce gitselerdi.”

“Niçin, bilmediğim bir durum mu var?”

Gözlerimin içine bakarak lafın yönünü değiştirdi. “Yüzündeki çıbanlar sönmüş, sanki çukurlaşmış yerleri,” dedi ve ekledi, “bu hastalıktan sonra rengin çok soluk görünüyor. Hastaneye tekrardan uğra.”

“Uğrarız uğrarız, benimkisi ehemmiyetsiz bir durum. Bu olmadı işte. Aceplerin gidişine çok üzüldüm. Tüh, şansıma tüküreyim! Vedalaşamadım bile onlarla!”

“Vallahi ne yalan söyleyeyim, ben kız kardeşi dışında hiç kimseye üzülmedim. Uğursuzlukları, fenalıkları, pervasızlıkları ve aldıkları ahlar gelip kızcağızı buldu.”

“Nasıl yani, kız kardeşi ne alaka?”

“Doğru ya, sen köydeyken nereden bileceksin olan biteni?”

Aferin, nihayet hatırladın. Oğlum, kaç gündür buralarda olmadığımı cümle âlem biliyor. Ermiş miyim gaipten sesler gelsin bana ya da kuşlar haber getirsin. Bu meselenin içyüzünü anlat bakalım.”

“Ne bileyim bazen aklı karışıyor insanının. İşin özünde ağır keder olunca anlatamıyor insan bildiklerini, önce lafın kuyruğundan başlıyor veya ortadan. Sana anlatacaklarımı ben de başkalarından duydum. Mahalleye gece baskın yapılmış. İşportacının kardeşleri kanlılarını kovalayınca onlar da can havliyle kendilerini en yakın bahçeye, Aceplerin kapısına atmışlar. Bunlar da çoluk çocuk demeden rastgele taramışlar evi. Kurşunlardan birkaçı Acep'in kız kardeşi Peri'ye denk gelmiş. Kızcağız oracıkta debelenip can vermiş. Bütün hadise bundan ibaret.”

“Ya diğerleri, onlara ne olmuş?”

“Ne olacak, yara almadan kurtulmuşlar arsız puştlar. Kızcağızın yerine o kaçkınlardan birinin yüreğine denk gelseydi kurşunlar, anam avradım olsun zerre kadar üzülmezdim. Gel gör ki bu âlemin cıvıklığından mıdır nedir, kötüler ıskalanıyor böyle durumlarda.”

Şenol'un anlattıkları bir avuç nal çivisi olup yüreğime, beynime, ciğerime teker teker saplandı. Kanım dondu, damarlarım sıkıştı. Ağlayamadım, ne söyleyeceğini bilemedim. Şenol sarsmasa beni omuzlarımdan, orta yerde taşlaşacaktım. Duayı, tıpkı bedduayı yanlış söyleyen atlı düğün alayı gibi. Kim bilir.

Ben, pirüpak insanların bu dünyadan böyle sebepsiz yere gidişlerine hep içlenmişim. Bu körpe ruhların yaşamın bir yerinde muallakta kaldığını öteden beri düşünürüm, fakat içinden çıkamadım henüz: Göz açıp kapayıncaya dek biten yazgılar neden?

Güzeller güzeli Peri’nin meşum bir akşamüstü hayattan koparılması yüreğimi kanatmıştı. Kurşunların bunca mahalleli içinde gelip suçsuz günahsız körpeciği bulmasını zül saydım kendimce. Varsın ölüm kani gelmesin söylediklerime. Çünkü ölüm adil değildi. Ağyarlar utanmalıydı yeniyetmenin nazlı boynuna kanlı ellerini iliştirince.

O günlerde şehirde bulunmayışım mecburiyetten kaynaklansa da affetmedim kendimi. Biçarelik, vicdanıma kara bir ben gibi yapışıp kaldı. Olmalıydım orada, can dostum kardeşini toprağa verirken.

Bir hafta boyunca yemeden içmeden kesildim. Hastalığım tekrar nüks ettiyse de hastaneden rapor alıp köye gitmedim, ilaçlarımın hepsini çöp kutusuna attım. Kabuğunda sessizce yaşayıp giden Acep’in başına gelenleri düşündükçe kan sıçrıyordu beynime. Çoklu defterimi bölüm bölüm yırtıp sınıfın penceresinden savurdum. Dersleri asmaya başladım ilk defa. Sanki güzel olan ne kalıyordu ki geriye. Ömrümüz, talan ikliminde bağrı yanık bir kuş… Keder höt dese içimizin telleri kopacaktı, can verecektik kafeste apansız. Kendimizi küçük umutlarla avutmanın, hilaf sözlerle kandırmanın ne anlamı vardı.

Sonunda gönlü yanmış, harap olmuş, kirpikleri dökülmüş mahalleye gittim; üşengeç, romatizmalı dizlerimi ite kaka, yüreğimi yara yara. Kent şıngılının en küçüğü, en yoksul neşelisi, toz toprak kokan güleç yüzünü hayattan geri çekmişti. Asma kilitli kapılar, paslı korkuluklar, kırık camlı pencereler, sıvasız kerpiç duvarlar, söğütler, kavaklar, küçük ahırlar, telleri yarılmış kümesler, küs avlular... Rugus'un kıraathanesinin camı, çerçevesi indirilmiş, tabelası sola eğilmişti. Muto’nun güvercinleri, Cango'nun keklikleri, Tajdin’in dövüş horozları kayıp iklimlerin hangisinde ötüşüyorlardı. Çinko sacları paslanmış barakalar, buralardan zor eliyle göçertilmiş yılgın sahiplerinin yasını tutuyordu.

Göğü yaralı, yeri yağmalanmış mahalle bir daha kemane sesiyle yırtılır mıydı? Kentin; sesi, neşesi ve rengi olan kemane, tef ve zurna çalgıcıları bir gece ansızın mahalleyi ölülerine, cinlere ve perilere bırakıp gitmişlerdi. Aceplerin sokağından geçerken birkaç dakikalığına durup seyrettim bir zamanlar eşiği şıngır şıngır eden o evi. Sessiz, yalnız, perdesiz ve ruhsuzdu. Kerpiç duvarda ve metal kapıda açılan kurşun delikleri sımsıcaktı halen.

Şehrin ahalisi bilumum suçluydu. Peri'yi kör, yivli bir kurşunla hayattan alanlar, sanki işportacıyı geri getirebilmişler miydi? Bilakis birçok ocağı yıkmış, insanları köklerinden koparıp atmışlardı.

“Kanı kanla yummazlar, kanı suyla yurlar,” derler. Lakin durmamışlardı ant içen zalimler, kanlı dişlerini bir yeniyetmenin ciğerlerine batırıp onu ağır ve mehtapsız bir gecede koparmışlardı dalından. O güzel insanlar, uzun saçlı, bastıbacak çocuklar yoktular artık. Kentteki son Domlar da yerlerinden edilmiş, dönüşsüz bir sürgüne gönderilmişlerdi. Yıllar evvel cümbür cemaat davul zurna çalarak köye gelişlerine tanık olduklarım, sakin bir şafağın alacasında sırra kadem basmışlardı. Şehirdekiler de onlar gibi yitip gitmişlerdi. Mesellerde rüzgâr kavminden bahsedilirdi. Aniden belirip ve bir vakit sonra kaybolurlardı püfür püfür esen yel ile. Ola ki bunlar onlardandı.

(Benim kayıp insan hazinelerim, üzüncümü perçinlemeye ahtınız mı vardı? Terki diyar eylediniz beni. İlki bağ bozumunda gerçekleşmişti, diğeri dağın dikine cemre indiğinde. Tabiat takvimini esas almayı sizden öğrenen ruhum bu ayrılıklarda çoraklaştı heyhat.)

Yüreğimde çiğ kalmış güz sancısı yeniden depreşmişti. Oysa evvel baharı getirecek güneşin, bulutların eli kulağındaydı. Kentin evveli kirli, ahiri ne olurdu bilinmez. Sokakların netameli kirpikleri kederli, umut tersyüz… Mevsimleri karışan ben bir kez daha güz sularına düşmüştüm. Hiç kabul olmayacak bir dua ile bozkırdaki eğri dallı, yaşlı elma ağacının gölgesinde beklediğim zamanların haşarı çocuğu olmak benim yazgımdı sanırım. O obanın hiçbir zaman geri gelmeyeceğini bile bile beklemiştim o dişlek yalnızlıkta.

Günlerin boynuna kement atıp durdurmayı denemiştim zamanı. O güzden bir tek ilmek bana yeterdi. Serin ve uzun yaz gecelerinde; ellerimle, gözlerimle, yüreğimle bozkıra mamur ettiğim obanın ölgün ışıklarını hiç usanmadan beklediğim de çok olmuştu. Ancak tan ağarır ağarmaz kendi gerçeğimde yuvalanmak zorunda kalmak her halükârda canımı acıtsa da vazgeçmemiştim gene de ari düşlerden yaşam dermekten. Hiç kuşkusuz gitmişlerdi.

Benim akıbeti bilinmeyen gururlu insanlarım; feryatları, çalgıları ve çadırlarıyla kırılgan bir düşün vahasına inmişlerdi. Irak yolların kancasındaki oba bütün azametiyle doludizgindi. Kim bilir, bol pınarlı, dımdızlak çayırların voltasında ezgiler mırıldanıyorlardı belki de.

Şimdi ve sonra gam yüklü mahallenin sessizliği üç telli bir kemanenin tınısıyla silinse, gidenler geri dönse bir nebze açılırdı içim. Belki yeniden güz gülleri açardı pencere kenarlarında. Kanlı, paslı kış; eğreti bir bahar doğurmuştu. Saçaklarda şıp şıp damlayan keder…


Nihat Altun

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page