1.
Bu sabahki matematik dersinde canım öyle sıkıldı ki öğretmeni dinlemek yerine pencere kenarına konan güvercini ders boyu izleyip durdum. Orada kıpırtısız, öylece duran güvercin öğretmenin aynı ses tonuyla anlatıp durduğu dersten ve tahtaya çizdiği onlarca şekilden daha ilgi çekiciydi. Benim bu ilgisizliğime daha fazla dayanamamış olmalı ki yanıma kadar gelerek bana kötü sözlerde bulundu. Ne zaman aklım başıma gelecekmiş? Böyle giderse hayatta hiçbir baltaya sap olamayacakmışım. Daha neler neler! Sonunda ben de dayanamayıp cesaretle karşılık verdim öğretmene.
“Dışarıdaki hayat,” dedim, “sizin burada anlattıklarınızdan çok daha anlamlıymış gibi geliyor bana.”
Bu cümleyi kurmamdaki maksat öğretmene karşı sinirlenmiş olmam ya da onunla inatlaşmak istemiş olmak falan değildi. Kurduğum cümleye son zamanlarda samimiyetle inanmaya başlamıştım. Bu sözüm üzerine öğretmenimiz, adeta çıldırmış bir dana gibi etrafımdaki sıraları tekmelemeye ve bana az öncekinden on kat daha sert sözler söylemeye başladı. Sonunda biraz sakinleşerek sözlerini şu şekilde noktaladı.
“Bak şu akıllıya, duydunuz mu gençler şu çocuk ne dedi? Hayat derslerden daha anlamlıymış! Hayatta anlamlı bir şey varsa o da ‘gerçek’ denen şeydir. Pencerenin dışındaki aptal güvercinler değil!” Ardından tahtaya dönüp şekillerini çizmeye devam etti. Ben de kalan sürede boş gözlerle tahtayı izledim.
Öğle arasında çoğu zaman yaptığım gibi bir köşeye çekilip kitap okumaya çalıştım. Bahçede futbol oynayan bir grup iki kez topla suratıma şut çekti. Onlara cevap vermemin işleri iyice karıştıracağını bildiğimden sakin sakin kitabımı okumaya devam ettim. Kitapta Samsa adında bir çocuk sabah uyandığında kendini yatakta bir böcek olarak buluyordu. Öğleden sonra coğrafya dersine girdik. Öğretmen muz bitkisinin nerelerde yetiştiğini anlatıyordu. Ben de böcek haline gelen Samsa’yı -elbette böceğin kendisini- defterime çizmeye çalıştım. Zil çaldığında çizdiğim şeye baktım. Kırktan fazla bacağı olan yamru yumru bir şeydi çizdiğim. Yine de beceriksizlik abidesi olan resmi çöp kutusuna atmak yerine özenle çantama yerleştirdim. Sırtımda çantam öğretmen masasının yanından geçerken evraklarını çantasına yerleştiren coğrafya öğretmeni, “Sanık gözümden kaçtı sanma,” dedi. Duymazlıktan gelmedim. Bu ayıp olurdu. Öğretmenden özür dileyerek yoluma devam ettim.
Okuldan eve sarı renkte bir öğrenci servisiyle dönüyorum. Arabaları ve onların çıkardığı gürültüleri hiç sevmem. On dokuzuncu yüzyıl romanlarında at arabalarına rastladığım günden beri de dünyaya iki asır erken gelmiş olduğuma inanırım. Yolculuk boyunca bana sataşanlar eksik olmuyor. Kimisi arkamdan çantama asılıyor, kimisi birtakım laflarla akran baskısı uygulamaya çalışıyor, fakat ben ısrarla onlara karşılık vermemeye devam ediyorum. Böylece hem onlara boyun eğmemiş hem onlara benzememiş oluyorum hem de böylelikle baskıları günden güne azalıyor. Liseye başlayalı henüz bir ay oldu.
Evde de işler pek iç açıcı değil. Sanki yaşayacak olduğum hayat ona aitmiş gibi, babam, ileride yapacağım mesleğe karar vermiş durumda. Ya doktor olacağım ya dişçi ya da eczacı. Üçünü de sevmiyorum. Ben bir insanın dişini çekmek istemem. Karnını deşip içinde neler var diye bakmak da istemem. İlaç reçetelerini de hayatım boyunca hiç merak etmedim. Haklı değil miyim sizce de? İnsan merak etmediği, istemediği şeyleri niçin yapsın?
Okuldan eve geldiğimde sevgili annem sağlıklı addettiği yemeklerini bana sunar. Bak buna katılıyorum. Çünkü yağlı yiyecekler ve aşırı ekmek tüketimi -annemim ambargo koyduğu şeyler bunlar- size hiçbir fayda sağlamaz, hatta zamanla sizi bir bok tulumuna çevirir.
Geçen akşam ilginç bir şey yaşandı evde. Size anlatmak istiyorum. Babamla inşaat mühendisi olan bir arkadaşı çay içip sohbet ediyorlardı. Laf çoğalan binalara, alışveriş merkezlerine ve çağımızdaki teknolojik imkânlara geldi. Bunların dünyayı daha eğlenceli ve yaşanır kıldığında ikisi de hem fikirdi. Ben karşı çıktım ve bir kitapta şehirlerin gelecekte müzeye dönüşeceğini ve kırsalda yaşayan bizlerin müzeye dönüşen şehirleri ziyaret etmek için oralara yolculuk edeceğimizi okuduğumu belirttim. Adam sırıtarak yüzüme baktı bir süre, sonra babama dönüp, “Dikkat et, bu çocuk büyüyünce komünist falan olabilir,” dedi. Komünist sözcüğünün “ü” sesini “i” şeklinde seslemişti. Düzeltmedim elbette adamı. Ben de kelimenin doğru telaffuzunu altı ay önce öğrenmiştim ve bir gün belki o da öğrenir.
Hayatımda güzel şeyler de olmuyor değil. Mesela çalışma odamın ufacık balkonunda üç saksı çiçeğim var. Biri lavanta, diğeri sardunya, bir diğeri de gazanya. Lavantanın bakımı kolay olsa da soğuktan hiç hoşlanmaz. Bu nedenle dikkatli olmak lazım. Bir de budanması sağlığı açısından önemli. Sardunya bence daha zahmetli. Çünkü zengin toprak istiyor. Bir de güneşe karşı dikkatli olmak gerekiyor sardunya için. Gazanya ise âşık olduğum çiçektir diyebilirim. Çünkü gazanya, görünümüyle aklımızı başımızdan alır. En azından benim aklımı başımdan alıyor diyebilirim. Laf çiçeklerden açılınca aklıma yine yaşadığım kötü bir olay düştü.
Coğrafya öğretmenimiz geçen gün parmağıyla beni işaret ederek, “Sen,” dedi, “gelecek hafta bize madenleri ve bulundukları coğrafi bölgeleri anlatacaksın.”
“Çiçekleri anlatsam olur mu öğretmenim?” dedim.
“Yok, çiçekleri kendin araştır öğren. Madenler önemli.”
“Tamam,” deyip sırama oturdum.
Madenler nasıl olur da çiçeklerden önemli olabilir ki? Madenler elbette önemlidir, çeşitli işlere yararlar ama bu onları çiçeklerden önemli hale getirmez kanımca.
2.
İnsan henüz on dördünde bu dünyada çıldırabilir. Okul, aile ve çevre… Hepsi ayrı ayrı dertler. İnsan henüz on dördünde çıldırabilecekken seksenine varmış akıllı insanlara şaşıyorum çoğu zaman. Yaşamlarını bütün zorluklara rağmen sürdürebilmeleri hatta tüm bu zorluklara rağmen arkalarında bir isim bırakabilmiş olmaları büyüleyici. Biyografi ve otobiyografi okumaya bu duyguyla başladım. Ülkemizde biyografiye kimsenin ilgi duymaması da şaşırtıcı. Bu durum beni, ülkemizde bireyin önemsenmediği yorumuna götürdü. Bu konuya girip de canınızı sıkmak istemem. Üstelik bu konuda ve daha pek çok konuda kafam oldukça karışık. Şimdilik daha az konuşup okumaya devam etmem gerektiğine inanıyorum. Okulda olsun, sokakta veya evde olsun ne zaman ciddi bir konuda konuşmaya başlasam yaşlısından gencine herkes ya burun kıvırıyor ya da beni dalgaya almaya çalışıyor. İyi bir huyum var benim. Kim ne derse desin kimseye sinirlenmem. Aksi halde ne kitap okumaya devam edebilir ne de kendim kalmayı başarabilirdim.
Bugün cumartesi. Babam işi dolayısıyla yurt dışında. Önemli bir görevi var babamın ama beni kitaplar kadar ve hayatın doğal tarafı kadar ilgilendirmiyor. Bir bitkinin kökü, kendisi ve evrene yayılan diğer bütün güzellikler biz insan denen şeyi yapan temel malzemelerdir. Bunun ötesinde kazandığımız her özellik yapay. Buna benzer bir fikri ilk defa bir kitapta okuduğumda hemen benimsedim ve o okumanın ardından kim aksini söylese pek ilgilenmedim.
Hiç mi hiç arkadaşım yok. Bazıları bu halimi sorun olarak görüyor. Oysa içten içe nasıl mutlu olduğumun kimse farkında değil. Yalnızlık, kitaplar ve evrende olup bitenleri izlemek benim mutluluk biçimim. İnsanlar buna neden kendini uzak hissediyor anlamış değilim. Altı yıl iki ay önceydi. Babam ve annem beni bu durumdan dolayı tutup doktora götürdüler. Doktor beni bir süre izledi. Sonra sorular sordu ve sonra bir test uyguladı ve sonunda annemle babama dönüp şöyle dedi.
“Oğlunuz süper zekâ, alışın bu hallerine.”
Annemle babam üzülelim mi yoksa sevinelim mi diye uzun süre düşündüler. Sonunda babam taksiyle eve döndüğümüz sırada bana dönüp, “Vay be,” dedi, “demek bir filozofla aynı evde yaşıyormuşuz.”
Ben hiç sevinmedim süper zekâ falan olmama. Üzülmedim de. Çünkü insan insandır. İnsanı sıraya koymaya sınıflara ayırmaya karşıyım. Karşıyım çünkü bu gereksiz ve çoğu zaman kırıcı.
Hiç mi hiç arkadaşım yok desem de bu konuda bir umut ışığı var. H şubesinde okuyan bir kız var. Uzaktan uzağa beni gözlemlemiş olmalı. Geçen gün yanıma gelip, “Ne kadar tuhaf bir çocuksun sen,” dedi.
“Niye tuhaf buldun beni?” diye sordum.
“Bununla farklı olduğunu, kimseye benzemediğini anlatmak istedim,” dedi.
Sonra yanımdan uzaklaştı. Ertesi günse tıpkı benim yaptığım gibi o da eline bir kitap almış okuyordu okulun bahçesinde. Ara sıra başını kaldırıp bana bakıp durdu. Ben de başımı kaldırıp ona bakmış olmalıyım ki göz göze geldik sık sık. Aslında kızlara karşı da canım sıkılır ama onlar erkeklere göre daha nazik, daha derin olmayı becerebiliyorlar. Mesela annem. Düşüncelerimi tuhaf bulsa da babam gibi onlara burun kıvırmıyor ve onları değiştirmeye çalışmıyor. Bahsettiğim kızı dün hiç görmedim. Belki de hastadır veya bir işi çıktığı için okula gelememiştir.
Sabah kahvaltısının ardından anneme, “Dışarı çıkıyorum,” dedim.
“Nereye?” dedi annem de.
“Ne çabuk unutuyorsun,” dedim, “hani anlaşmıştık ya, o alışkanlığımı cumartesileri dört saat yapabilecektim.”
“Ha,” dedi annem de “peki peki, dört saati aşma lütfen.”
Böylece çıktım evden. Evimizin dört sokak aşağısında tren istasyonu var. Her okul çıkışı istasyona gidip bir banka oturuyor bir taraftan kitap okurken bir taraftan da trenden inen insanları izliyordum. Bu durumu aşırı buldu bizimkiler. Sonunda bir anlaşmaya vardık. Cumartesileri, yukarıda da belirttiğim üzere, istasyona gidip dört saat oyalanabiliyorum. İnsanların bu zenginliğin farkında olmamasına da şaşıyorum. Bence hayatın içinde insan yüzlerini izlemek kadar ilginç bir ikinci şey yok. Bence insanın bir ruhu varsa onu ancak yüzünde görebiliriz.
Anlatımımı bir hayalimi buraya düşerek bitirmek istiyorum.
Belki günün birinde bir trene binerim. Nereye gittiğini bilmediğim bir trene. Kimsenin haberi olmadan. Çok uzaklara giden bir trene. Şimdi ben böyle söyleyince siz benim mutsuz ve umutsuz bir çocuk olduğumu sanabilirsiniz. Hayır. O trene mutlu olduğum için ve daha mutlu olmak için bineceğim.
Trenler hep güzel yerlere giderler ve bir gün trene binip bilmediğim yerlere gidersem sizi yaşadıklarımdan haberdar edeceğim. Söz.
Nihat Kopuz
Comments