Yeni bir alışkanlık geliştirmişti dedem. Ölen arkadaşlarının isimlerini saman kâğıtlarına yazıp alt kısımda da onlar hakkında hikâyeler anlatıyordu. Az sonra anlatacak olduğum felaket de bununla başladı. Doksan iki yaşında ve en az sekiz yıl daha yaşayıp yüz yaşında olmanın nasıl bir şey olduğunu görmek istiyor. Bana sorarsanız yaşayacak da. Çünkü ne zaman çalışacaklarına kendileri karar veren böbrekleri dışında bütün organları tıkır tıkır işliyor. Zaten, "Böbreklerini fazla dert etme, onlar seni en az on yıl daha idare eder," demiş ona doktoru, geçenlerde.
Askerdi. En fazla yüzbaşılığa çıkmış olmasına rağmen yeni insanlarla tanıştığında onlara generalliğe kadar nasıl yükseldiğini anlatıyor. Kimisi yiyor anlattıklarını bazı uyanıklarsa ona içten içe gülüyor. Yalnız kimse onu eleştirmeye cesaret edemiyor. Sanırım eski bir asker olduğu her halinden belli.
"Ne yapıyorsun dede," dedim, "o kağıtlarla?"
"Bütün asker arkadaşlarım öldü," dedi, "hepsi iyi keratalardı, onlar için en güçlü kanundum, serttim ama severlerdi beni. Elbette yalan diyenleri de oldu. Ne hatırlarsam yazıyorum buraya."
Benden cevap beklemeden kâğıtlara dönecek sandım ama o, kâğıtları eliyle iterek sandalyesini bana döndürdü.
"Yahu," dedi, "bak şimdi aklıma düşürdün. Ben bunları yayımlatayım. Hem arkamda bir şeyler bırakmış olurum. Ne dersin?"
“Elbette dede,” dedim, “neden olmasın ki?”
“Tabii, neden olmasın ki,” dedi o da. Düşünceli düşünceli bir süre etrafa baktı. Heyecanla yeniden kağıtlara yöneleceğini sandım. Ama o tekrar konuşmaya başladı.
“Hem,” dedi, “bunları yayımlatmasam kabahat olur. Yazmak kabahat değil ya!”
“Olur mu öyle şey,” dedim.
“Hikâyesi olmayan adamlar bile arkasında yazı bırakıyor. Neler yaşadım ben. General olmak kolay mı? İsmet’le bile ne anılarımız var bizim. Hepsini yazacağım.”
“Hangi İsmet?” dedim.
“Paşa olan tabii. Bizim İsmet olacak değil ya!”
İsmet babamın adıydı. Dedemin yaş itibariyle İsmet Paşa’yı tanımasına imkân vardı ama bir yüz başının İsmet Paşa ile derin anılarının olmasına imkân yoktu. Hafiften güldüm mü ne, dedem sinirlenerek şöyle dedi.
“Ne o, yoksa inanmıyor musun İsmet’le olan dostluğuma? Yani bana bir paşayı çok mu görüyorsun? Unutma koskoca generaldim ben!”
“Bilmez miyim dede? Hem yazacaklarını çok merak ediyorum. İlk okuyan ben olacağım.”
“Senin okurluğuna ihtiyacım yok. Bunları bütün Türkiye okuyacak merak etme. Babaannen de aynı senin gibiydi. Öyle pis pis gülerdi. Seksen yıl güldü. Sonra ne oldu? Toprakta şimdi.”
Cevap vermeyip koltukların birine oturdum. Dedemin odası benim gibiydi. Orada oyalanmamdan hoşlanırdı ve ben de ona karşı teklifsizdim. Yüzümün düştüğünü görünce alttan aldı.
“Zaten imlâ kurallarında yardımını alacağım. Çok hızlı değişiyor bu kurallar. Kafalarına göre kural belirliyorlar. Elli yıl önce de böyleydi. Bir adam diğer bir adama inat kural belirlerdi. Ben bu dil işleri ile uğraştım bir zamanlar biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum dede,” dedim, oturduğum yerde canım sıkılarak. Gençliğinde subayken köy okullarında öğretmenlik yaptığı yıllar vardı. Bunu babamın anlatımından hatırlıyorum. Ama dedem bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Ona kalırsa TDK’de bazı önemli kararlara imza atmıştı. İlk zaman bu söylediğine inanıp bir dizi araştırma yapmış ama hiçbir şey bulamamıştım.
***
Dedem bir hafta harıl harıl çalıştı bu kağıtlarda. Sadece yemek vakitleri yüzünü görüyordum.
“Bitti sonunda,” dedi. Mutfakta balıkların karnını yarmış onları tepsiye diziyordum. Sese dönüp, “Harika bir haber bu dede,” dedim.
“Zahmetliydi ama değdi,” dedi. “Şimdi senden bütün bu çalışmamı daktilo etmeni istiyorum. Sakın bir kelimesine dahi dokunma. Türkiye için önem arz ediyor bütün yazılanlar. Her kelimesi.”
“Elbette dede,” dedim, “ne yazılıysa aynen aktaracağım.”
“Aferin,” dedi, “pişir bakalım şu balıkları.” Yanımdan ayrılıp hole geçtiğinde de kendi kendine söylendi. “Ah be, fazla değil, on yaş genç olsaydım şu balığın yanına 70’lik bir rakı açardım.”
***
Ertesi gün yazıyı temize çektim. Dedem bilgisayarın başına geçip üşenmeden saatlerce yazdıklarımı inceledi. “Tamam,” dedi sonunda. “Her bir şey yerinde. Ne eksik var ne fazla, aferin sana.”
“Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” dedim.
“Ne mi yapmayı? Yayımlatacağım ya.”
“Tamam da,” dedim, “nasıl bir yol izleyeceksin?”
“Üsküdar tarafında bir tanıdığım var, o halleder. Sen karışma,” dedi.
İtiraz etmedim. Yapma etme demem bir işe yaramazdı. Üstelik tatsızlık çıkardı.
“Beraber gideriz,” dedim, “senin şu arkadaşa.”
“Yok yok,” dedi. “Senle bir ilgisi yok ki bu işin. İyi bir adamdır. Tutup yan çizmez korkma.”
“Ondan değil de beraber çıkardık dışarı.”
“Dışarıya her zaman çıkarız beraber,” dedi. “Turp gibiyim görmüyor musun? Şüphen mi var yoksa?”
“Yok, dede. Biraz uzak. Beraber olsak iyi olurdu.”
“Uzatma işte,” dedi.
Derdim yalnız başına Üsküdar’a kadar gitmesi değildi. Gerçekten de turp gibiydi. Amacım bu yayıncı adamı tanımak, dedeme birkaç kopya hazırlayıp gerisi için adamı vazgeçirmekti. İki gün boyu dedemi gözetledim. Bir türlü evden çıkmıyor, bana kendini takip etme fırsatı tanımıyordu. Sonunda yanıma gelip, “Ben şöyle bir hava alacağım,” dedi. Ben de peşine takılıp binbir güçlükle de olsa onu takip etmeyi başardım. Girdiği dükkânı tespit ettikten sonra aceleyle geri dönüp ondan önce eve vardım.
Ertesi gün yayınevine vardığımda orta yaş bir adam karşıladı beni. Durumu ona izah edip kitabın iptalini istedim ama kısa bir sürede bunun o kadar kolay olmayacağını anladım. “Anlamıyorsunuz sanırım, “dedim. “Adamın anlattıklarının tamama yakını uydurma.”
“Bakın,” dedi orta yaş adam, “anlatılanların sorumluluğu yazarın kendisine aittir, siz buraya gelip ne anlaşmanın iptalini isteyebilirsiniz ne de anlatılanların yalan olduğuna dair atıp tutabilirsiniz. İspat sunmanız lazım. En azından dedenizin akıl sağlığının yerinde olmadığına dair bir rapor getirmeniz lazım. Bu hallerin dışında size yardımcı olamam ve doksanına gelmiş bir ihtiyarın kitabını basım işini kabul ettiğim için de suçlanamam. Üstelik suçlu konumunda olan sizsiniz. Hem dedenize hem de benim kurumuma karşı suçlusunuz. Az önce söylediğinizi bir daha duymak istemem. Ben namuslu bir yayıncıyım. Lütfen bir daha basmayacağım kitaplar için para teklifinde bulunmayın.”
“Anlamıyorsunuz siz beni,” dedim. Ağzımın içinde sözleri gevelemiş olmalıyım ki adam bana cevap bile vermeyip işine döndü. Kapının önüne çıkıp çaresizce sokağa bakarken genççe bir adam peşimden geldi.
“Gelin şöyle az beri de patron bizi duymasın,” dedi. Şüpheli şüpheli gittim adamın peşinden. Bir köşe başında durup yüzünü bana döndü.
“Size bir çare sunayım,” dedi.
“Bir çaresi varsa bu işin çok sevinirim. Arkasında yalanlarla dolu bir kitap bıraksın istemem dedem,” dedim.
“Var ama çok da zahmetli bir iş,” dedi.
“Nedir,” dedim, “söyleyin hele.”
“Şimdi bu kitabın baskısı öyle çok değil. Bin adet. Bunun yüz tanesi zaten eser sahibine verilecek. Üç yüzü falan sanal ortamlarda bulunacak. Bunları toplamanız kolay. Yalnız geriye kalanı biraz zahmetli. Çevredeki kitabevlerini gezmeniz gerekecek.”
“Bütün kitapları satın almamı mı teklif ediyorsunuz?”
“Başka çareniz mi var?” dedi. “Siz elinizden geldiği kadarını toplayın. Geriye kalanı da ötede beride kaybolup gider. Hem tarihe kalacağını da nereden çıkarıyorsunuz?”
“Peki,” dedim, “size numaramı vereyim de beni gelişmelerden haberdar edin. Sanal mağazalara verdik, şuraya buraya dağıtım yaptık gibi. Olur mu?”
“Elbette,” dedi adam, “sizin derdinizi anlıyorum. Yardımcı olacağım.
***
Bir ay boyu dedem kitabın hayalini kurdu. Yayınevi sahibi birkaç sefer dedemle telefonda uzun uzun konuştu. Kapak resmi nasıl olsun, arka kapakta neler yazsın, ithaf etmek istediği birileri var mı? Bunların hepsini dedem benimle de paylaştı. Geceleri uyumaz olmuştu ki sonunda kapı zili çaldı. Kapının önüne bir kargo görevlisi iki kocaman koli koymuştu. Dedemi çağırdım, kolileri teslim aldı. Aynı gün telefonum çaldı. Arayan anlaştığım adamdı. Bana gerekli bütün bilgileri verdi. Çeşitli hesaplar oluşturup kısa sürede sanal mağazadaki bütün kitapları toplamaya çalıştım. Kiralık bir ev tutup bütün siparişleri o adrese vermiştim. Üç yüze yakın kitap toplamayı başarmıştım. Ardından kitapçıları gezmeye başladım. Gerçekten de çok zorlu bir işti. Sabah evden çıkıyor akşam ezanına kadar gezmediğim, sormadığım mağaza kalmıyordu. Epey bir kitap topladıktan sonra -zannederim yirmi gün kitapların peşinde dolanmıştım- artık kitabın izine rastlamamaya başladım. Sonunda ne kadar kitap topladığımı oturup saydım. 739! Yüzde dedemde var, eder 839. Demek 161 kitap başkaları tarafından satın alınmıştı. Birkaç gün sonra ise hayatımın en büyük şoklarından birini yaşadım. Yayınevi sahibi dedemi aramış, kitabın inanılmaz bir ilgiyle karşılandığını ikinci baskıya hazırlandıklarını haber vermiş. Bu acı haberi de bana dedem büyük bir sevinçle vermişti. O acemi çırağın aklına uymakla ne büyük bir hata işlediğimi anladım. Onu telefonla arayıp demediğim lafı bırakmadım. Ama o bana başka şeyler anlattı. İlginin benimle bir alakası yokmuş. Sanal mağazalarda kitap yok satınca başka müşteriler kitabı sorar olmuş. Yani benim toplayamadığım 161 kitabın okurları buna neden olmuş. Anlayacağım kitap bir çok satar olma ihtimali taşıyormuş. Okuyan diğerine öneriyormuş falan. Benimse ne düşünmeye aklım ne de yürümeye bacaklarım kalmıştı. Gerisini oluruna bıraktım. Dedemi tutup öldüremezdim ya!
İkinci baskı üçüncüyü, üçüncü ise dördüncüyü getirdi. İpin ucu iyice kaçmıştı. Bir gün odamdan çıktığımda alımlı bir hanımı mini etekle dedemin karşısında oturur gördüm. “Bak,” dedi, “Hilmi, bak kim gelmiş. Gazeteci bir hanım. Gel gel sen de otur yanımıza Hilmi. Sor güzel kızım.”
“Önce İsmet Paşa ile olan dostluğunuzdan başlamak isterim,” dedi gazeteci kadın.
“İsmet Paşa bir gün bana şöyle dedi,” dedi dedem. ‘Kadir, keşke otuz yıl daha erken doğsaydın. O zaman Kurtuluş Savaşı’nda beraber çarpışır büyük ihtimal Çin sınırına dayanırdık.’ Evet, yalanım yok. Dün gibi hatırlıyorum. Dediği tam buydu. İsmet Paşa büyük adamdı, az mı anımız var İsmet’le!”
“Ya Elizabeth Taylor’la olan birlikteliğiniz efendim, o da tamamen doğru mu?”
“Elbette tabii. Ben gemiden İngiltere’de indiğimde hemen karşıda film setindeydi. ‘Şu uzaktaki adam da kim?’ demiş yanındakilere ve eklemiş, ‘Lütfen onu bana getirin.’ Sonra yemektir falan derken…”
Benim homurdanmam, yüzümün kızarması kadın gazetecinin umurunda bile değildi. Devam etti.
“Ya kocaman bir ayıyı tokatlamanız?”
“Ne olmuş ayıyı tokatladıysam? Hem de ne tokatladım. O zaman otuzumdaydım. Şimdi bile tokatlarım. Öyle tokatladım ki ağaca çıktı.”
“Ağaca mı çıktı efendim? Bunu kitapta anlatmamıştınız.”
“Boş ver şimdi kitabı. Kitap dediğin de sonunda bir yazı. Her şeyi yazamayız oraya. Olay şöyle oldu. Ben kasabadan köye, evin bahçesine dönmüştüm ki ne göreyim iki metrelik yarım tonluk kocaman bir ayı bütün ev halkını sıraya dizmiş korkutuyor. Karşısına geçtim. Bana da bir iki pençe gösterdi. Biraz daha yaklaşıp bir sağdan bir soldan iki tane yapıştırınca hafif bir inilti duyuldu. Sonra arkasını dönüp hızla beş on metre ötedeki ağaca koştu. Biz uykuya dalana kadar da inmedi oradan o gece.”
Daha fazla dayanamayıp gazeteci kadından izin isteyerek ayrıldım yanlarından. Odama geçmiştim ama sesleri bana kadar geliyordu. Yarım saat daha konuştular. Kadın oldukça memnun ayrılmış olmalıydı evden, çünkü akşam yemeğinde dedem şöyle dedi.
“Senin moralin biraz bozuk gibi, kıskanmadın ya?”
“Ne münasebet dedecim,” dedim.
“İyi o halde,” dedi. “Sevin o zaman, haftaya ikinci bölümü konuşacağız.”
***
Gazeteci kadınla ikinci bölümü yapmaya kalmadan ulusal kanallardan biri arayıp televizyona çıkma teklifi sundu dedeme. Bu sabah da hesabına yayın geliri olarak yarım milyona yakın para yatırıldı. Akşam yemeğindeyse -bu yazıya başlamadan bir süre önce- şöyle dedi dedem.
“Ne bu surat yahu. Kıskanmıyorsun ya beni?”
“Ne münasebet dede,” dedim, “olur mu hiç öyle şey.”
Nihat Kopuz
Comentários