Sabırsızca bekliyordum camda. Öğlen oldu. Karşı balkondaki kadın sigara içiyordu. Yeni kiracı. Canım çekmedi değil mereti ama söz verdim kendime. Para dayanmıyor. Üç kuruş maaş. Bakkalın önü kalabalık. Mahallenin gençleri toplanmış. Bira içiyorlar. Recep görmesin. Basar kalayı, değneğiyle kovalar hepsini. Hacı bozuntusu. Fatma yine bir yerlere gidiyor. Topuklu rugan ayakkabılarını giymiş. Tık tık tık. Saçlarını savuruyor bakkalın önünden geçerken. Gülüşüp laf atıyorlar. Şemsiyesini sallıyor onlara. Yürüyor.
Saate baktım. Bire geliyor. Vakit geçmek bilmiyordu. Gelemediler derken bir taksi yanaştı evin önüne. Annem indi. Arka kapıyı açtı. Emine kolundan tutarak ablama yardım etti. İki büklüm. Üstünde pembe geceliği. Annemin elinde küçük bir çanta. Zil çaldı. Koştum hemen. Kapının eşiğinde yukarı çıkmalarını bekledim. Annem hızlı adımlarla geldi. Nefes nefese.
“Ne bakıyorsun alsana elimden şu çantayı,” diye çıkıştı. Apar topar tuvalete koştu. Ablam Emine’nin kolunda. Ağır ağır çıkıyorlar. İnliyor. Saçı başı dağınık. Solgun. Bitkin. “Çekil kız,” diye itiyor beni Emine. Ters ters bakıyor. “Tövbe, tövbe.” Eğilip ayakkabılarını çıkarıyorum ablamın. Koluna giriyorum. Adım atacak hali yok. Salona geçiyoruz. Sessiz sedasız.
Çekyatı hazırlamıştım onlar gelmeden. Yavaşça yatırıyorum. “Ah!” diyor fısıltıyla. Canım yanıyor. Başka zaman olsa yıkar ortalığı. Eline diken batsa kıyameti koparır. Ah abla. Nereden gittin buldun o pisliği. Kaç kere söyledim, “Evlenmez o seninle,” diye. Dinlemedin. Çocuğun ondan olduğuna bile inanmadı hayvan. Dizileri gerçek belledin. Zengin koca sana bana kalır mı hiç. Şu haline bak şimdi.
Başının arkasına yastık dayadım.
“Of of! Karnım.”
Yan döndürdüm biraz. Geceliğinde kan. “Değiştirelim,” desem yenisini nerde bulacaksın.
Emine, “Ben kaçayım artık,” dedi, “geçmiş olsun.” Annem yetişti.
“Nereye gidiyorsun geç otur şöyle, yemek yeriz öyle gidersin.”
Baş köşeye kuruldu hemen. Annem mutfağa girdi. Radyoyu açtı. Arabesk bir şarkı. Tam da sevdiklerinden. Yağmur hızlandı. Balkon kapısını açtı.
“Oh be mis gibi koksun şöyle,” dedi. Derin bir nefes aldı.
“Hiç sevmem,” dedim.
“Neyi?”
“Neyi olacak yağmuru da toprak kokusunu da.”
“Hadi oradan kız, yürü git, sinir etme beni,” dedi. Soğanı tencereye attı. Sonra şarkıya devam etti.
Salona geldim. Annem ne yapsa gözüme batıyor. Emine karşımda beni kesiyor. Zilli. Ablam başını duvardan yana çevirmiş. Ağlıyor. Gözleri kapalı. Yalandan. Uyuyormuş gibi. Kenardaki battaniyeyi örttüm üzerine. Baktım ayakları çivi. Yanına oturdum. Ne demem gerektiğini bir türlü kafamda toparlayamadım. Üzülme, desem yavan kaçacaktı. Geçer, desem de öyle. “Unutursun.” Elimi saçlarına uzattım. Çektim. Uzattım. Çektim. Hiç saç okşamamış olduğumu o an fark ettim.
“Ne boktan bir hayatın var kızım Sezen,” dedim. Beceriksizce okşadım sonra başını. Gözlerini hiç açmadı. Yaşlar sicim gibi akıyordu. Yanaklarını kuruladım. Kapı çaldı.
Koştum. Nuri Abi. Heyecanlı. Gözleri ışıl ışıl.
“Geldiler mi?” dedi. Kucağında kara bir poşet. Sımsıkı tutuyor. Alıp kaçacağım sanki. Annem onun sesini duyunca fırladı. Kolundan tuttuğu gibi arka odaya çekti. Emine de koştu. Durur mu. Az değilsin anne, az değilsin. Şeytana bile pabucunu ters giydirirsin.
“Sağ ol kardeşim, Allah razı olsun, sağ ol kardeşim, sen olmasan biz ne yapardık,” deyip sarıldı ona annem. “Geçin şöyle içeri, hep beraber yemek yiyelim.”
“Yok, gidelim biz,” dedi Emine. Kocasının koluna sarılarak. Çıkmadan başını salona uzattı Nuri Abi.
“Geçmiş olsun Sezen,” dedi, “atlattın.” Ablamda ses yok. Yanağımdan bir makas aldı. Yüzünde o pişkin sırıtma. Yılışık. Tam çıkıyorlarken annem Emine’nin cebine para sıkıştırdı. Domuz karı. İnsan, “Ne gerek vardı,” falan der. Kocasının aldığı yetmiyor.
“Haydi geçmiş ola, görüşürüz,” dediler. Çıktılar.
“Allah razı olsun, binbir kere razı olsun sizden. Tuttuğunuz altın olsun.”
Kapıyı kapattı. Mutfağa geçti. Radyonun sesini açtı. Şarkıya eşlik ediyordu yine. “Yağmur. Ne yağdı be mübarek,” dedi arada. Devam etti. Sesi de güzel olsa bari. Karga gibi. Ablam uyuyakalmıştı. Yüzü bembeyaz, kireç gibi. Radyoyu kapattım.
“Ne var yine kız?”
“Ablamın yüzünün rengi iyice gitti,” dedim.
“Gelir birkaç güne. Kolay mı, doğum yaptı.”
Arka odaya geçti. Peşinden gittim. Yatağın altından çıkardığı paraları sayıyordu. Göz göze geldik. Yüzüne tükürmemek için zor tuttum kendimi.
“Bakma bana öyle oyarım gözlerini,” dedi.
“Ne yapsaydım, evde piç mi büyütseydim? İki yakamız bir araya gelmiyor zaten.” Kapıyı çarptım. Hırsla. Arkamdan bağırdı.
“Bebek doğumda öldü, unutma. Keserim dilini yoksa.” Düzenbaz, yalancı.
Çorba hazırdı. Kâseye boşalttım. Salona götürdüm. “Abla, çorba getirdim. Uyan. Senin en sevdiğin.” Dürttüm. Sesi çıkmadı. Dalmış. Yağmur camları dövüyordu. Pencere onarılmadı. İçeri su sızmasa bari. İçim daraldı. Soğuyana kadar uyusun biraz daha.
Kafasını uzattı kapıdan, “Bankaya kadar gidiyorum,” dedi annem. “Kapanmadan koşayım, gelirim on dakikaya.” “Bu yağmurda mı, acelen ne?” “Sana hesap mı vereceğim.” dedi şemsiyesini alıp çıktı.
Gökyüzü kapkara oldu. Evin içi de. Çorba soğudu. Aniden çakan şimşekle ürperdim. “Abla,” dedim, “kalk hadi. Yemek yemen lazım. Yoksa toparlayamazsın.” Şimşeğin peşi sıra gelen gök gürültüsü titretti camları. “Abla, uyan.” Yağmur yolunu bulmuş ince ince sızıyordu. “Bak annem gitti. Emine’yle Nuri de. Dizin başlıyor, gel beraber seyredelim.”
Nilüfer Marım
Comments