Kereviz yapraklarını kokusunu iyice salsın diye yemeğin üzerine serpiştirdi. Ocağın altını tencerenin de kapağını kapatıp demlenmeye bıraktı. Portakallı kerevizini öve öve bitirememişti Hatice Abla. Ne zamandır hatırlatıp duruyordu, eli boş gitmek olmazdı. İyi bir zeytinyağlının püf noktası yemeği kendi halinde ılımaya bırakmaktır, o esnada çamaşırları katlar saçına başına da çekidüzen verebilirdi. Kendi haline bırakınca ılıyan her şey zeytinyağlılar kadar güzel olmuyordu tabii, içe düşen kurt mesela. Yüreğini bir çırpıda kömüre çevirmiş sonra öyle kaskatı bırakıp hiçbir yere de gitmemişti.
Hatice ablaya meseleyi nasıl açacağını düşünmekten yaptığı işe odaklanamıyordu bir türlü. Tişörtleri buzdolabına, yastık kılıflarını da banyo dolabına koymaya kalktığında tadı iyiden iyiye kaçtı. Yola çıkıncaya kadar hiçbir şey düşünmemeye karar verip radyoyu açtı. Hareketli bir şarkıyı sonundan yakalayıp iki üç kez kalça bile salladı. Maşayı ısıtıp saçını kıvırmaya başladığında şarkı değişti. İç sıkıcı başka bir şarkıya geçti.
Seni sevdim gönülden anlamadın dilimden
Aşkımı gam telinden çaldığın da yalan mı
Sevdim sevdim sevilmedim, yine sevdim yalan mı
Baharımı kış eden öpüşlerin yalan mı
Harap olan bu gönlüm senin için saray mı
Viran olan bu gönlüm senin oyuncağın mı
Bir ayrılık şarkısı. Daha önce dinlememişti, ses tanıdıktı ama sözlerinden emin olamadı. Kadıncağıza bu güfteyi yazdıran adama kuruldu da kuruldu. “O… çocukları! Kıymet bilmez hovardalar!”
İki kadın bir adam, aşk çekilir aradan
İkimiz de severken ya ondan geç ya benden
Hep sabrettim hep affettim beni aldat diye mi
Sevenlerin kaderi ihanet mi çile mi
Harap olan bu gönlüm senin için saray mı
Viran olan bu gönlüm senin oyuncağın mı
Şarkının ikinci kısmı çok daha fenaydı. Göğsüne katran karası çarpıntılar yürüdü. Saçını maşanın sıcağından çekip kurtardı. Hınçla mutfağa koştu radyoyu kapadı. “Güya kafa dağıtacaktım. Sizin denk gelişinize tüküreyim.”
İdare eder bir makyaj ve yarım yamalak şekillendirilmiş saçlarıyla yetindi. Yemeği borcama aktarıp giyindi. Gül kurusu mantosuna gitti eli ilkin, içinden gelmedi. Yıldönümü hediyesi. Hem o kadar da soğuk değildi hava, gri yağmurluğuyla pekâlâ akşamı edebilirdi.
Mis gibi kokular sarmıştı apartmanı. Daha o dakikadan anladı Hatice ablanın yine döktürdüğünü. O kadar demişti “Zahmet etmesin,” diye ama Hatice abla bu, on parmağında on marifet. Bir de eline çabuktu ki sormayın. Başkaları bir çorba yapıncaya dek o, üç çeşit yemek çıkarırdı.
Uzun zamandır görüşmemiş gibi sıkı sıkı sarıldılar. Daha üç hafta önce buluşmuşlardı halbuki. Beraberce mutfağa koştular, fırının kapanması gerekiyordu. Güllü gecikecekti biraz, onu beklerken böreği yakmak istemediler. Hoş beşi geçtiler. Meramını anlatmak için fırsat kolladı.
“Ayşe kuzum sen şu kurabiyeyi pudra şekerine batırıver de ben de marulları sirkeli suya koyayım. Güllü geldiği gibi sofraya otururuz.”
“Abla ya, Güllü gelmeden ben bir şey demek istiyorum sana.”
“Buyur gülüm.”
Duraksadı. Duruşunda ciddi bir konuşmayı başlatmadan önce ciğerini genişletenlerin kararlılığı vardı. Hatice abla elindekileri tezgâha bırakıp yüzünü ondan tarafa döndü.
“Deyiver gülüm, canını sıkan bir şey olmuş belli ki.”
“Hani Ayla vardı ya, geçen gün bize geldiydi.”
“Hı, yine bir şey mi yaptı yoksa o, mendebur kızcağıza?”
“Yok yok, epeydir karıştığı ettiği yok, kendine yeni birini bulmuş diyorlar.”
Dilini dişlerinin arasında ısırır gibi oluyor, sonra göğsünü tırmalayan engereğe söz geçiremeyip tekrar yerine konduruyordu.
“Of nasıl denir böyle şeyler vallahi hiç bilmem ki! Ama birine söylemezsem de çatlayacağım kendi kendime konuşmaktan delirmeye başladım.”
“Selamun gavlen!”
Hatice abla karşısındaki sandalyeyi çekip oturdu.
“Anlat kızım, derdini söylemeyen derman bulamaz. Anlat bakalım neymiş seni bu hallere düşüren.”
Daha fazla eğip bükmeden pat diye bıraktı can ağrısını.
“Ayla geldikten sonra Kerim’e bir haller oldu.”
“O ne söz ayol? Ne demek bir haller oldu?”
“İşte bilmiyorum, nasıl anlatacağımı kestiremiyorum. Bir farklı baktı sanki ona, içi kaldı gibi.”
“Tövbe estağfurullah, ağzın ne söylüyor senin gülüm? Bizim Kerim?”
“Ya biliyorum böyle söyleyince çok fena duyuluyor ama vallahi kendi kafamda kurduğum bir şey değil.”
“Ne oldu peki ne işkillendirdi böyle seni?”
“Biliyorsun Aylayla ta başından beri ben yakınlık kurdum. Kerim’in kuzenleri kardeşleri bile kıza yükleniyorlardı. Harun yapmaz öyle şey, iftira ediyor, suizan ediyor gibisinden söyleniyorlardı. Halbuki kızcağız mağdurdu, biliyorsun işte Harun parayı batırdı, kızı kaç kere aldattı filan. Kerim de pek sevmez zaten, amcamların hayırsızı bu oğlan deyip durur, akranlar da güya ama pek yakın değiller, amcasının hatırına selamı sabahı kesmedi.”
“Bildiğim şeyleri anlatıp durmasana yavrum, bunlarla ne ilgisi var dediğinin?”
Lafı eveleyip geveliyordu, elindeki kurabiyeyi de pudra şekerine bulayıp kenarı bıraktı. Yeni kurabiye almadı. Diliyle dudaklarını ıslattı. Ağzı kurumaya başlamıştı.
“Ta başından beri Ayla’yı pek arayıp sordukları yoktu. Nafakası bağlandı, e Harun’a uzaklaştırma kararı çıkıp kıza musallat olmayı bırakınca da kafaları rahatladı. Pek ilgilenmediler, ben aradım sordum hep. Ankara’ya işi düşünce de ben ısrar ettim iki gün erken gel illa bizde kal, diye. Üç gün boyunca beraberce yedik içtik gezdik güldük eğlendik iyiydi hoştu ama Kerim… Nasıl desem pek alakadar oldu.”
“E fena mı kızım? Ne güzel ilgilenmiş işte senin misafirinle, hem kuzenin ayıbını da kapamak istemiştir belki.”
“Yok abla ya sanki o değil sadece. Ne zaman yanımızda olmasa, bir yere gitti diyelim ya da gece yattık filan varsa yoksa Ayla’yı konuşuyor. Vay efendim, gül gibi kızmış da Harun öküzün tekiymiş, bir içim suymuş da onu bırakıp nasıl başka kadınlara gitmiş, kendi erkeklik egosunu tatmin edecek diye bulduğu kıza bakmış, yazık değil miymiş, okumuş etmiş kıza bu yapılır mıymış, bir dolu şey işte.”
Hatice ablanın yanaklarına anaç bir tebessüm oturdu. Bir anlığına gerilen yüz kasları gevşer gibi oldu.
“Başka bir kadına güzel hoş dedi diye mi kıskandın kız sen kocanı?”
“Hayır ya güzele güzel denir, Allah için hoş kız. Ondan değil, böyle yakışık almayacak şeyler de oldu, ne bileyim parfümün çok güzelmiş markası ne, Harun’dan sonra birileri oldu mu, sen akıllı ve güzel bir kadınsın boş bırakmazlar falan hani sanki kırk yıllık kankası yani ne alaka aptal saptal sorular.”
“Hımm, burası biraz lakayt olmuş sahiden.”
“Tamam Kerim çok rahat adamdır başka arkadaşlarla falan da böyle şakalaşıp güldüğümüz olmuştur ama ortamına uygundur, etrafta herkes zaten çifttir o başka. Bu başkaydı işte, fazladan bir ihtimam bir memnun etme gayreti. Kız evliyken de bize gelmişti kaç kez bu kadar ilgili değildi. Ne yapıyor ne ediyor ne okuyor ne izliyor sormamıştı, çok meraklıydı bu defa. Üstelik dili de açıldı, pek konuşmaz biliyorsun ta çocukluk ergenlik anılarına varana kadar anlattı da anlattı. Hiçbirinde Harun’dan bahsetmedi ama ne hikmetse. Mayınlı bölge sanki orası.”
Hatice abla sessizliğini korudu. Hayret seviyesi kaşlarındaki Meksika dalgasından okunuyordu.
“Daha fenası…”
“Ay dahası da mı var Ayşe!”
Günlerdir kafasının içinde geviş getiren kuruntular şekle şemale girip dışarı döküldükçe içindeki kemirgen yerini volkandan bir eminliğe bırakıyordu. Çala fırça sürdüğü allıkların gücü tükeniyor yanaklarındaki şeftaliler sararıp soluyordu.
“Ayla üşüyünce ben ona hırkamı vermiştim. Neyse yolcu ettik gitti derken o akşam bir şeyler izleyelim diye oturduk, benim içim titredi. Üşüdüm dedim. Kerim, ben de üstüme sweat alacaktım zaten, deyip odaya gitti. Bana Ayla’ya verdiğim hırkayı getirmiş üzerime giyeyim diye. Normalde benim ev içinde giydiğim bir şey değil.”
“E çıkar yerdedir, kolayına gelmiştir belki.”
“Belki… Yine de nevresimdir, havludur hepsini yattığı odada koltuğun üzerine bırakmış gitmiş kız. Bunu da yanlarına koymuş, belli ki yıkanacak. Ne diye giyilmiş şeyi getiriyorsun. Hadi neyse getirdi, bir şey demedim giydim. Sonra üç gündür yanaşmayan elleşmeyen adam bir yamacıma sokulmalar bir ayartma çabaları.”
“Üç gündür misafiriniz vardı kızım sen de… Başkasının yanında ne yapsın?”
“Ya ben misafirin yanında mı yanaşsın diyorum abla ama sanki askerlik arkadaşımdı o sıra. Ne bir yanak alma ne bir el tutma, öyle üç ayrı ahretlik gibi takıldık. Sonra kız gitti, ben o hırkayı giyince bir şeyler oldu adama!”
“Haşa minel huzur… Öyle şey mi olur kız! Denk gelmiştir işte.”
“Bilmiyorum, içim öyle demiyor. Bir şey kırıldı, onarılmıyor.”
“Ah be yavrum, ne diyeyim ben şimdi? Kerim’i ta şu kadarlıktan bilirim, bebeden beri yanıktı sana. Bu dediklerini almıyor aklım.”
İçini çekti. Kenara bıraktığı kurabiyeyi tekrar eline alıp pudra şekerine buladı. Aklanıp tatlandı, bütün çatlakları kapandı. Günün şanslısı tarçınlı kurabiyeydi, Ayşe değil.
“Bir de şey var… Birkaç kere aynı şarkıyı dinlerken yakaladım.”
“Gizli gizli şarkı dinliyor hem de!”
“Yok gizli değil de hani özellikle başa sarıp sarıp.”
“Ne diyor şarkı?”
“Yabancı. İşte başka bir yerde ve hayatta, önce benle tanışsaydın farklı olur muydu falan filan…”
“Estağfurullah el azim… Anlıyor mu ki kız?”
“İngilizce öğretmeni ya Ayla, ondan mı şe’aptı bilmem ki…”
“Aman sen de Ayşe! Her şeyi de didikleme dedektif gibi. Şeytan vesvese veriyor belli ki. Kaptırma kendini bu girdaba.”
Zil çaldı. Güllü’nün yanında konuşmak olmazdı. Ne de olsa Ayla’nın eski görümcesi. Hatice abla, eliyle sonra konuşuruz gibisinden bir işaret yapıp kalktı. Az evvel göğüs kafesini boydan boya kaplayan simsiyah balonu şişirip ciğerlerini küçültmemişler gibi şen şakrak selamlaşmaları kucakladılar. El birliğiyle sofrayı hazır ettiler. Portakallı kereviz, tarçınlı kurabiye, mercimek köftesi, üzümlü kek, peynirli börek. Şüpheye yer yoktu bir tek. Onu tezgâha bıraktı, borcamın yanına.
Gitme vakti gelince önce borcamı aldı, tam süzülmemişti suyu, güzelce kuruladı. Sonra berikine uzandı. Yüzü buruştu, evirip çevirip gönülsüzce katladı. “Yazmayı deneyebilirsiniz,” demişti terapisti, “madem anlatmak zor geliyor.” Şöyle kerli ferli, okuyanı dumura uğratacak sofistike bir makale hayal ederken olmuş muydu şimdi bu? Avam ağızlı iki kadının paçavradan bozma lakırdıları. Peh… dudak büktü, göz devirdi. En iyisi ılımaya bırakmaktı hepsini. Belki demlenirdi bekledikçe, belki de kabuk tutardı.
Nil Akay
Comments