Camın ardındaki puslu manzaradan seçebildiklerim şehirden uzak, uzun bir yolculukta olduğumu teyit ediyordu. Varacağım yeri bilmiyor olmanın telaşından eser bile yoktu, aksine kendimi yolun dinginliğine bırakmanın huzuruyla içimi yumuşatıyordum. Aniden keskin, katı bir sesle irkildim. Aracın camına sert bir taş isabet etmiş olmalıydı. Tak! Ses tekrarladı. Şöyle öne doğru biraz uzandım. Benden başka kimse oralı değildi. Tak! Yoksa lastik mi patlıyordu? Eyvah! Şoför uyukluyor olmasındı? Tak! Can havliyle ayağı fırladım. Ön tarafı görmeye çalıştım. Tak! Şoförün kafası sis bulutu içinde bir görünüp bir kayboluyor, bir berraklaşıp bir bulanıklaşıyordu. Eğer otobüsü hemen durdurmazlarsa başımıza bir felaket geleceği açıktı. Tak! Yolcuların arasından savrularak ilerlemeye çalışmak çok zordu. Elim tam şoförün omuzuna ulaşmıştı ki sesin şiddetiyle tökezledim. Tak! Tak! Başımda güçlü bir uyuşma, yüzümde bir karıncalanma hissettim. Kirli bir bulutun arkasında görünen belli belirsiz bir nesneye bakıyordum. Gözlerimi sıkıca yumup tekrar açtım. Bu göz açıp kapamayı tekrarladıkça nesnenin çizgileri belirginleşti. Soluk beyaz, kavisli bir şey. Bir lamba. Zihnim lambanın mesafesini ayarlamayı başardığında kendime gelmiştim. Sarsılan bedenim sakinlemişti. Saate bakmak için kanepenin altındaki telefona uzandım. Tak! Ses? Ses kesilmemişti. Yataktan doğrulup perdeyi araladım. Dışarıdaki… Ömer mi? Tak! Ömer'di. Elindeki kazmayı yere vuruyordu. Meğer kazmanın güçlü nidaları beni uyandırmaya uğraşıyor fakat rüya senaristlerim buna direnmek için var güçleriyle çalışmaya devam ediyorlarmış. Tak!
“N’oluyor?”
Sesim bir yabancının sesi gibi pürüzlüydü. Nihayet kovalamacalarla cehenneme çevrilmeyen keyifli bir rüyadaydım ki apansız uyandırılmıştım. Bu yarım kalmışlığın öfkesini henüz üzerimden atamadan durumun saçmalığı dank etti.
“Ne işi lan bu sabah sabah?”
Camı açıp seslendim.
“Abi ne iş?”
Cevap vermedi, duymadı herhâlde.
“Abi, hey! Ömer abi sana diyorum n’apıyorsun sabah sabah?”
Allah Allah, ulan dönümlük tarladayız da sesimizi duyuramıyoruz sanki. Ne yaptığını anlamaya çalıştım. Öyle amaçsız, alelade elindekini sallıyor gibiydi. Çapalayası mı tuttu nedir?
“Ömer! Kime diyorum, hey!”
Tık yok. Tak! Tak var ama. Vurmaya devam ediyordu. Bu duymazdan gelmeleri işkillendirmişti beni. Elimi yüzümü bile yıkamadan koridora çıkıp dış kapıyı açtım. Sabahın serini tenimi şöyle bir yaladı. Üzerime ince fitilli kadifeden lacivert ceketimi aldım. Altımdaki eprimiş eşofmanla yakalayamadığı uyum umurumda değildi. Böyle şeyleri dert etmeyi geldiğim yerde bırakmıştım. Ömer dizleri griye dönmüş soluk hâkî pantolonunu giymişti. Üzerinde el örmesi bej bir hırka. Güneş doğalı bir belki iki saat olmuştu. Serinlik içime işliyordu. İçimdeki ürperti tüm bedenimi acele etmeden fütursuzca taradı. Kollarımı birbirleriyle iyice sıvazladım. Başkaca kollar tarafından sarmalanmayalı acaba ne kadar olmuştu? “Siktir etsene!” diye cevapladı içimdeki bilge. Son zamanlarda her şeyi böyle siktir etmeyi kendine adet edinmişti.
Yanına varmama birkaç adım kala Ömer durdu, elindeki kazmayı bıraktı, eğilip yerdeki küreği aldı.
“Abi?”
Kafasını kaldırır gibi yapıp, neredeyse bakmadan, bakışlarını üzerime hafifçe değdirerek tekrar işine yöneldi.
“Şimdi olmaz.”
“Ne demek şimdi olmaz? N’apıyorsun sabahın köründe el alemin bahçesinde Allah aşkına?”
Huyunu bildiğimden uyandığımdan beri sakin kalmaya, onu sorguda hissettirmemeye uğraşıyordum. Sorgulanmaya gelemeyen başına buyruk adamlardandı. Tanışalı az bir zaman geçmişti. Fakat kime göre az? Takvim yapraklarına göre herhalde. Uzun çok uzun zamandır birbirimizi tanıyor gibiydik. İnsanları, hayatta büyük yer kaplayan bazı önemli şeyleri; evi, okulu, işi paylaşmak nasıl yakınlaştırıyorsa ölüme yakın hikâyeleri paylaşmak da öyle yakınlaştırıyormuş. Ömer’le paylaştığımız işte buydu. Bir hayat denemezdi, ölümü atlatmış olmanın ardından gelen kalım savaşıydı.
Sabahın köründe ne halt yemeye kendisini de beni de ayağa diktiğini öğrenmek istememden daha doğal ne olabilirdi? Merak ettiğim şeyleri ben kurcalamadan o açmazdı tamam ama bu kadar tuhaflık da artık iyiden iyiye canımı sıkmaya başlamıştı. Sıkıntımı üfleyip püflemelerimden anlamış olacak ki kısacık da olsa bir açıklama lütfetti.
“Hani onu da başka bi zaman anlatırım demiştim ya.”
“Neyi?”
“İzle!”
Yine o gizemli tavrına bürünmüştü. Bazen bu kendinden emin, büyüklenmeci halleri sinirime dokunuyordu. Ama kişiliğinin en eşsiz parçası, yapbozun bütünleyeniydi onlar. Bunu ondan almak Ömer’i yerle yeksan etmek demekti. Onu böyle kabullenmek gerektiğini öğrenmiştim. Amacı her neyse onu tamamladığına dair kafasında tek bir şüpheye mahal kalmayıncaya dek konuşmayacaktı.
Küreği üzerindeki çiyler az evvel buharlaşmış olan ışıltılı çimlerin üzerine dayadı. Baharla birlikte çimler yeşermeye, çiçekler filizlenmeye başlamıştı. Henüz biçmeyi gerektirecek kadar büyümemişlerdi, kışın rehavetini yeni yeni üzerlerinden atıyor, çokların unutmaya yüz tuttuğu, bizim külliyen unuttuğumuz yeniden dirilişi anımsatmaya uğraşıyorlardı. Vücut ağırlığını sol ayağına bindirip sağ ayağını küreğin destek noktasına iyice yerleştirdi. Ucunu toprağa daldırmadan evvel birkaç kez doğru yeri bulduğundan emin olmak ister gibi yokladı. Kazmayla işaretlediği yerin doğruluğundan emin olunca da ağırlığını sağ ayağına bindirip küreği toprağa sapladı. Kışın hantallığını henüz üzerinden atmamış olan toprak iyice ağırlaşmışa benziyordu. İlk büyük kütleyi çıkarmak için aynı hareketi birkaç kez tekrarlaması gerekti. Toprağın, zeminin altında kalan parlak kahverengisi tamamen ortaya çıktı. Aynı yerde derinleşmiyor toprağın rengi biraz değişince hemen yanından devam ediyordu. Türlü nebata hayat sunan, her birinin içindeki cevheri bulmasına imkân sağlayan o eşsiz rahim burasıydı işte. Ne acayip! Onun da nefes aldığına, su içtiğine, beslendiğine, yaşadığına inanmak yukarıdan bakınca çok tuhaftı. Kendi halinde, ötesine berisine karışmayan, durduğu yerde duran sıradan bir şey gibiydi. Hâlbuki hareket ediyor, bakım yapıldığında gençleşiyor, terk edildiğinde yaşlanıyor, elden ayaktan düşüyor hatta ölüyordu. Toprağın bu görünmez canlılığına dalıp gitmiştim ki küreğin, papatyaları az evvel çimenleri yardığı aynı kayıtsızlıkla parçaladığını gördüm.
“N’aptın abi?”
Beni yine duymadı.
“Abi n’apıyorsun?”
Birkaç saniye için bile duraksamadı. Sesimin çıkmadığını sandım bir an. Papatyalar köklerinden vahşice ayrılıyor, yaprakları sarsıntının etkisiyle titreyerek dökülüyor, sağa sola savruluyorlardı. Kolundan tutup sarstım.
“Delirdin mi duymuyor musun?”
Durdu, başını kaldırdı. Bakışlarında öylesine donuk öylesine katılaşmış bir ifade vardı ki herhangi bir duyguyu oraya oturtmak imkânsızdı. Bugüne ait olmayan hatta kendisine bile ait olmayan tekinsiz bir matlık tarafından esir alınmış gibiydi. Onu böylesine uzak, böylesine yabancı yalnızca bir kez görmüştüm. Mısır tarlalarında askerlerden saklanırken yanındaki çocuğun ağzını iniltisi duyulmasın diye zavallıcığı incitmemeye çalışarak nasıl sıkı sıkıya kapadığını anlatırken de böyleydi. Altı yedi yaşlarında bir kız çocuğu, kardeşi de kendisi de böceklerden korkuyorlarmış. Tarladaki böcekleri görüp bağırmamak için gözlerini yummuşlar. Üstelik annesi böyle bir şey yapmalarını söylememiş. Kimse söylememiş. Zaten onlara söylenen tek şey, “Dedeye gidiyoruz,” değil miymiş? Peki, şimdi bu iki yabancı adam da kimmiş? Neden annelerine yardım ediyorlarmış? Onlar da mı dedeye gidiyorlarmış? Ne olmuş da bütün gece sessiz olmaları, çıt dahi çıkarmamaları gerekmiş? Gerektiğini nasıl bilmişler? Dedeye gitmenin yerini babaya gitme ne ara almış? Bunların hiçbiri konuşulmadan her şeyler nasıl anlaşılmış? Bir kız çocuğunun ince narin dudaklarını kaba saba elleriyle sıkı sıkıya kapatırken burun delikleri açık mı nefes alabiliyor mu diye sürekli kontrol etmenin verdiği çaresizlikte tüm dünyaya yabancılaşmanın, zamansızlığın kıpırtısızlığın haritasını çıkarmış. Sanki kendi yaşadıklarını değil göz ucuyla baktığı ucuz polisiye filmden bir sahne anlatır gibi hissizdi o zaman da.
Kolunu bıraktım. Hiç soluklanmadan kaldığı yerden devam etti. Odun haşhaşları da bu katliamdan nasiplerini aldılar. Sarı narin çiçekleri daha küreğe değmeden yırtılıyor, kalın yeşil yaprakları bir daha iyileşmemecesine yaralanıyordu. İyilik mi ediyordu kötülük mü anlayamamıştım. Canım sıkıldı. Dönüp gitmek istiyordum, ne bok yerse yesin! Ama onu böyle bir başına bırakmaktan da çekiniyordum. Delirmesinden mi korkuyordum yoksa ona karşı körpe bir şefkat mi duyuyordum bilmiyorum.
Acımadan, bir zalimin tedrisatından geçmiş gibi devam etti zulmüne. Gözümün önünde çiçekler ezilip büzülüyor, parçalanıp ölüyorlardı. Lenten gülü, üzüm sümbülü, firuze… Kalbi mi katılaşmıştı aklını mı oynatmıştı iyice bocalamıştım. Silahını kaldırıp hiç tereddüt etmeden bahar beyazının da canını aldığında artık dayanamadım.
“Yeter! Allah aşkına dur artık.”
Durdu. Kürek sapladığı yerde kaldı. Elini sapından aşağı kaydırarak yere çömeldi. Yaptığı katliama şöyle bir baktı. Baktığı yerde ne gördü bilmiyorum ama onun gördüğünden ben ürktüm. Az evvel bir seri katil soğukkanlılığıyla güzelim bahçeyi talan eden o değilmiş gibi dehşet içindeydi. Sabahtan beri ritminde hiçbir bozulma olmayan soluğu hızlandı, bir anda nefes nefese kaldı.
“İyi misin?”
Gözlerinden aşağı yaşlar süzülmeye başladı. Donakalmıştım. Ömer’i ağlarken hiç görmemiştim. Nedense onun hayatının herhangi bir döneminde hatta bebekliğinde bile ağlamayan, vakur biri olduğuna inanmışım. Oysa işte karşımda canlı kanlı basbayağı ağlıyordu. Elim ayağım birbirine dolandı. Şaşkınlığım biraz fırsat verince hemen bir sigara uzattım. Aldı, yaktı. Bir tane de ben yaktım. Tiryakilere özgü bir ustalıkla çekti ilk nefesi. Seneler önce bıraktığını bir daha ağzına sürmediğini biliyordum. Hiç teklemedi ciğeri. Gözlerine yürüyen dumanlar aralanır gibi oldu. Sanki tek bir kelime dahi edersem sessizlik kırılacak, sıcaktan soğuğa atılan kristal gibi un ufak olacaktı. Neredeyse soluğumu tutuyor ilk konuşan o olsun diye sigaramdan küçük nefesler çekiyordum. Yüzlerimiz bahçeye dönüktü.
“Yaşar mı bu çiçekler bi daha?”
Taşak mı geçiyordu benimle yoksa harbiden keçileri mi kaçırmıştı?
“Sence?” diye sordum.
“Bütün o darbelere rağmen bazılarının kökleri yine toprağı bulur.”
“Çok azının.”
“Çok azının.”
Derin bir nefes daha çekti. Suçunu hafifletmek ister gibi bir hali yoktu hiç. Yaptığından hoşnut değilse de pişman da görünmüyordu. Daha fazla gem vuramadım sitemime.
“Madem yine toprağı bulacaklardı niye ayırdın köklerinden be adam!”
“Toprağın havalanması gerekiyordu.”
“Toprak havalanacak diye bu sabilere ettiğin reva mıydı peki? Ne vardı köklerinden usulca çıkarsak toprağı havalandırıp geri koysak?”
“O zaman bu cendereden sağ çıkanların, çocuklarına anlatacağı bir zulüm hikâyesi olmazdı.”
Döndüm, dik dik gözlerinin içine baktım. Gözlerini kaçırmadı.
“Bazılarının kökleri yine toprağı bulacak. Çok azının. Yine de yetmeyecek köklerinin toprağı bulması. Güneşe, suya, besine hatta bakıma da ihtiyaçları olacak. Böylesi bir darbeden sonra belki daha fazla sabır ve şefkat arayacaklar. Şansları bütün bunlara rağmen yaver giderse yeniden çiçek açacaklar. Daha güçlü mü daha zayıf mı olacaklar bilinmez. Fakat bir daha asla unutmayacaklar bu köklerinden koparılışı, iliklerine kadar işleyecek. Yaşamak için toprağa tutunmaya uğraşacaklar elbet, başka çareleri mi var? Yok, ama her an sökülüp alınacakmış gibi tedirgin, ürkek olacaklar. Toprağa sığınmakla ona güvenmemek arasında bocalayacaklar. Belki başka baharlara ulaşacak nesilleri fakat her baharda titreyerek anacaklar bugünü.”
“Bizim gibi yani.”
Dudağının kenarından tebessüme benzer bir gölge geçti. Derdini anladığım için durulmuştu. Anlamıştım. Yıllar evveli bugündü, köklerinden sökülüp alındığı. Anlaşılmış olmanın rahatlığıyla normal sesine kavuştu. Anlaşılmanın konforu ne eşsiz bir konfordu.
“Hani sormuştun ya bana, peki bundan sonraya nasıl tutunacağız, diye. İşte böyle İsmail. Çiçeklerimiz kurudu, yapraklarımız soldu ama bak hâlâ burada olduğumuza göre toprağımızı bulmaya uğraşıyoruz demektir. Bazılarımızın kökleri toprağı bulacak, toprağa tutunacak, şansımız da yaver giderse belki çiçeğe bile duracak ama o kadar. Fazlasını bekleme. O eski, çocuksu her şeyin mümkün olduğu zamanlardaki coşkuyu arkanda bırak, toprağını bulmaya bak.”
Sigarası bitince izmaritini elinde bir top gibi yuvarlayıp fırlattı. Küreği saplandığı yerde kazmayı gerisinde bırakıp eve doğru yürümeye koyuldu. Arkasından bakmak yerine eğilip izmariti aldım. Zavallı çiçeklerin şanslarından biri olmak, onları tazelenen toprakla yeniden buluşturmak için sağlam kalan kökleri aramaya başladım.
Nil Akay
Hissetmek ayrı, hissettiklerini bu güzellikte kaleme almak muhteşem.. Tebrik ederim. Yeni yazılarını sabırsızlıkla bekliyorum..
enfes bir yazı, kaleminize sağlık. çiçeğe durabilmek ümidiyle.