Sabah sabah huysuzluğum üzerimde yine. Evi saran kızarmış ekmek kokusu bile modumu değiştirmeye yetmedi. Gözüm masadaki soyulmuş yumurtalara takıldı. Ben rafadan seviyorum, dedim karıma. Cevap vermedi, öyle derinden bir nefes alıp oflayarak bıraktı. Ocağa bir yumurta daha koydu. Sandalyenin üzerindeki ekmek kırıntılarını yere doğru süpürdüm. Sandalyeye isteksizce oturdum. Karımın muzır köpeği Lila’nın masaya zıplamasıyla zeytin kâsesi yere düştü. Neyse ki karım çaylarımızı masaya koymamıştı henüz. Zeytinlerin her biri bir yere dağıldı. Evlendiğimiz günden beri sabahlarımıza tanıklık eden, mavi çiçekli kâse sizlere ömür. Bağırdım çağırdım Lila’ya. Susmak bilmedim. Hayvancağız suçlulukla başını öne eğdi, özür diler gibi melül melül bakınca Sevde birden bana parladı.
“Eeee yeter artık Osman! Hayvanın suçu ne? Canın sıkkın anlaşılan, ben senin kitaplarına bir şey diyor muyum? Her yerdeler. Hikâyelerle yatıp hikâyelerle kalkıyorsun.” Sonra bu sert çıkışını yumuşatan bir ses tonuyla, “önceden böyle değildin; daha tahammüllü sabırlı, anlayışlı ve sevgi doluydun,” diye de ekledi.
Ne zaman böyle huysuzluk etsem elinde iyi günlerimizi anımsatan bir eşya, bir şiir ya da olmadı bir hikâyeyle duruma el koyar. Sevgi, itina ve merhametle yaklaşır yanıma. Gönlüme uzanan yolu iyi bilir. Bir yanardağı andıran kalbimden taşan kızgın lavlar çabucak söner, geriye sadece dumanlar kalır. Söyledikleri ruhumdaki sertliği yumuşatmaya, kalbimdeki yangını söndürmeye yetmedi bu defa. Bu saf sevginin göğü ne zaman böylesine karardı? Üzerime ne vakit çöktü bu keder bulutları? Beni gözlerinin engin denizinden, kalbindeki çağlayan nehirden niçin mahrum bıraktı? Bana bunu mu reva mı görüyor? Kimselerin bilmediği, cılız, yalnız bir dere gibi biçare akıyorum bir yerlere. Kuruyup gitmem yakındır. Hem de pek yakın.
Sakın kuruntu falan demeyin. Ben anlarım. Yıllarca nasıl anladıysam şimdi de anlarım. Gözlerinin içine dikkatlice baktım. Sevgiyle baktığında nasıl da haleleniyor. Az önce ağlamış gibi ıslak ıslak, ışıl ışıl parlıyor. Yeşil bir nehir gibi kalbime usul usul uzanıyor. Sinirlendiği zaman da yeşili koyulaşıyor. Koyu bir orman gibi… Peki ya bu defa? Alelade bir nesneye bakar gibi baktı bana. Duvara, koltuğa, masaya, çaydanlığa yahut bardağa… Ya Lila’ya nasıl baktı? Eskiden bana da öyle bakardı. Hem kendisi demiyor muydu, “Seven insan kalbine boyun eğmesini bilmeli, sevdiğine özen göstermeli,” diye? Keşke bana öfkelenseydi… Ah keşke öfkelenseydi! Hırçın bir deniz gibi kabarsaydı, dalgaları boyumdan aşsaydı. Ben o karanlık koyu denizin içine dalmaya razıydım, bir süre kaybolurdum ama derinlerinde inci mercanla buluşurdum. Pir pislikmişim gibi kıyıya attı beni. Daha çok yaşlı, huysuz bir ihtiyarı alttan almak gibiydi sesi. Peki ya gözleri? Gözleri de aba altından sopa gösterdi. Derinlerime gömdüğüm o değersizlik duygusunu eşeleye eşeleye buldum, ortaya çıkardım.
Sadece evde değil işte de bu böyle, en yakınımdakilerle aramda bir gelgit var epeydir. Hem bu durumu belli etmek istemiyorum hem de içten içe de karımın neyin var demesine muhtacım. Ben de teselliyi kitaplarda buldum. Bu defa da bütün paranı kitaplara veriyorsun dediler, beni anlamadılar. Özellikle de karım… Geçen gün salondaki kitaplığımı bana sormadan depoya taşımış. Bak Osman, ne kadar ferah oldu dedi bir de pişkin pişkin. Bağırdım çağırdım. Kitapları oraya buraya fırlattım.
Şimdi yine onu suçladım. Öfkeyle, “Şu köpek bütün derdin. Onu benden üstün görüyorsun, daha çok seviyorsun, ya ben ya Lila!” dedim. Kapıyı çarptığım gibi evden çıktım.
Allah Allah! Bu inatçılık da neyin nesi böyle? Neden dilime hâkim olamadım. Tamam, insanlara tahammülsüzlüğüm gün geçtikçe artıyor da karıma, hayatta en çok sevdiğim insana, neden böyle davrandım? Önceden gülüp geçeceğim olayları fazla ciddiye alıyorum. Hatta olay çıkarıyorum. Evet, resmen olay çıkarıyorum. Sonra kırıp döktüklerimi toplayayım diye uğraşıyorum. Bir sürü saçma sapan cümle, boşa geçen onca zaman. O vakit kimseyi görmüyorum sanırım, eşyayı bile. Gözüm dönüyor. O ortama sıkıntı vermemek için hızla kaçıyorum. Kaçtığım yerde rahat mıyım, değilim. Hiçbir yerde rahat değilim. Hayatın sıkıcılığı mecburiyetleri, yasası bir şekilde kıyıya, o parlak taşların yanına doğru sürüklüyor beni. Sonra ortak bir noktada kibarlık, anlayış, saygı çerçevesinde yeniden bir araya geliyoruz. Peki, şimdi ne olacak? Kapıyı çarptım çarpmasına da nereye gideceğimi bilmiyorum.
Evin dar sokağından çıkıp caddeye doğru uzandım. Hava günlük güneşlikken bir yağmur karanlığı belirdi ansızın. İçimdeki boğucu, yok edici bu duygudan kurtulmak için güzel şeyler düşünmeye çalıştım, fayda etmedi. Mutluluk ışığı sever. Tepemde kara bulutlarla gezdiğime eminim. “Benim gibi kederli ve yalnız bir adamın yanında ne işi olsun ki?” derken düşüncelerimi bölen manyetik bir alanın etkisine girdim. Çok tuhaf sanki hiçbir yerde ve hiçbir zamandayım. Boşluktayım. Bu böyledir, her hikâyenin bir yeri, zamanı ve kahramanı vardır. Bir yerlere bir zamana sığınmak istedim.
Az ileride Kavaklıkoz Hanı yazan bir bina gördüm. Bir müze falan mı acaba? İsmi tanıdık geldi. Kapı açıktı. Şömine ateşinin önünde oturmuş insanlar vardı. Ne konuştuklarını duymak için yanlarına sokuldum. Bir adam, hancıymış, korku hikâyeleri anlatıyordu. Epeyce bir süre onu dinledim. Durmadan esniyordum. Neredeyse ayakta uyuyacaktım. Hancının gösterdiği odalardan birine geçtim. Biraz uyursam belki bir rüyayı andıran bu tuhaflık da biterdi. Huzursuzum. Karım meraktan deliye dönmüştür. Muhakkak polise haber vermiştir. Onun beni merak ettiğini düşünmek, içimi az da olsa soğuttu. Birini öldürmüşüm de kaçıyormuşum gibi camı açıp pencereden çıktım, geride hiçbir delil bırakmadan karanlık bir ormanın içine dalıverdim. Han’dan çıkarken lapa lapa yağan kar, nasıl olduysa durdu. Bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı.
Yağmur pis pis yağıyor. Aldırmadan epeyce yürüdüm. İyice yorulmuşum. Bu defa da nasıl olduysa kendimi bir meyhanenin önünde buluverdim. Valla iyi oldu, ihtiyacım var. İçeri geçtim. Yanıma gelen garsondan bir bardak rakı ile bir porsiyon havuçlu pilav istedim. Karşımdaki genç adam bana bön bön baktı. Gülümsedim, siz bilmezsiniz havuçlu pilavı. “Neyse pilaki olsun,” diye düzelttim. “Havuçlu pilav rahmetli karımın yemeğiydi. Birbirimizi ne çok severdik.” Her cümlemde sesim titriyor, acınası bir hal alıyorum. En sonunda söylediklerim kendime de dokununca ağlamaya başladım. Bedenimden çıkıp başka biri olarak kendime bakmak gibi bu his. Delirmiş olmalıyım. Karşımdaki genç adamla epeyce sohbet ettik. Hesabı bana ödettirmedi. Hay Allah, ne yapıyorum ben böyle?
Dışarı çıkar çıkmaz frekans yeniden değişti. İşte tam o anda bu defa da bir büroda sandalyelerden birinde otururken buldum kendimi. Camdan baktım, bütün tabelalar yabancı. Caddeyi tanıyorum tanımasına da sanki birkaç yüz yıl gerideyim. Daha fenası yabancı bir memleketteyim. Yazışmalara bakılırsa bir hukuk bürosu olmalı. Duvardaki saat dokuzu gösteriyordu. Birden kapı zili çaldı. Açmadım. Ses çıkarmadan bekledim. Ama kapının arkasındaki kimse, gitmeye niyeti yoktu. Anahtar, deliğinde döndü. Orta yaşlarda yakışıklı uzunca bir adam, karşıma geçti biraz acıma biraz da öfkeyle, “Bartleby! Lütfen artık terk et ofisi, polis çağıracağım!” dedi. Tam, “Hayır, durun lütfen! Pişmanım. Bu işe polisi karıştırmayın,” diyecekken, “Gitmemeyi tercih ederim,” deyiverdim. Sonra bir sessizlik oldu, yine o kara bulutun içine girdim. Ne kadar saniye ya da ne kadar saat kaldım bilmiyorum.
Üzerimde artık kontrol edemediğim iki kişilik bir melankoli, bir keder var. Kendimi evimin biraz ilerisindeki caddede bir banka uzanmış, bacaklarımı karnıma doğru çekmiş bir halde buldum. Hemen kalktım, toparlandım. “Beyefendi halka açık mekânlarda uyuyamazsınız,” dedi yanıma gelen bir polis. Utandım, oradan hızlıca uzaklaştım.
Nereye gideceğimi bilmiyorum. Ayaklarım beni kendiliğinden bir yerlere götürüyor. Bedenim aklıma hükmediyor. Teslim oldum. Hişt, Osmaaan! Birisi arkamdan hişt mi, dedi? Bazen olur birisi ismimizi fısıldar gibi olur. Mutlaka demiştir. Birisi hişt, demiştir. Bir böcek, bir ağaç, bir kirpi… Durdum. O da kim? Her cümlem bir yerlerden tanıdık geliyor. Bir oyunun içindeyim. Yürümeye devam ettim. Ben adım attıkça biri arkamdan seslendi. “Hişt, hişt, hişt…”
Hişt, hişt sesleriyle uyandım. Kanepede uyumuşum. Karım perdeleri açmış, odayı güneş ışığıyla doldurmuş. Uzun süre karanlıkta kaldığımdan olmalı gözlerim kamaştı.
“Uyan kaç saattir uyuyorsun, akşam oldu neredeyse, tüm gece kitap okursan olacağı bu,” dedi sitemle.
“Yağmur dinmiş nihayet, “dedim.
“Ne yağmuru, hadi çay hazır,” diyerek elimden tuttu. Bacaklarım uyuşmuş.
“Bu nasıl yatmak böyle, iki büklüm olmuşsun, her yerin tutulmuştur,” dedi. Şefkatle yanağıma dokundu. “Dur bakalım, hasta mısın yoksa?”
Bu ilgiden mahrum kalmamak için sesimi incelterek, “Galiba,” dedim.
“Sana şimdi güzel bir ıhlamur kaynatırım, bir şeyciğin kalmaz.”
Gözlerine baktım nasıl da halelenmiş. Cam gibi, berrak mı berrak… İçimde güneşler açtı. Onu kendime doğru çektim, kollarımla sardım. Tam öpecektim ki Lila üzerimize atladı. Salyalarını akıta akıta ellerimi yaladı. “Hayır! Hayır!” dedim. Bir daha aynı hataya düşmeyecektim.
Nilay Erik
Comments