top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nilay Erik- Kintsugi

Eşik                                                                                                 

Bu sabah da diğer dairelerden gelen o çok tanıdık tıkırtılar, sakarlıklar, duş ve sifon sesleri eşliğinde yine telefonumun alarmı çalmadan uyandım. Bir süre yattığım yerde gece gördüğüm rüyayı düşündüm. Yatağımın başucundaki komodinin üstündeki deftere uzandım, notlar aldım. Rüyamda vitesi boşa atıp yokuş aşağı kontrolsüzce akıyorum. Bilinçaltım beni derinlere pırıl pırıl bir berraklığa davet ediyor. İnsanın o aşağılık, sahte, kontrolcü, güvenilmez, çirkin aklından kısa bir süre de olsa azat ediliyorum. Rüyamda genç bir kadınla dört beş yaşlarında küçük bir kız vardı, kalabalık bir odanın eşiğinde bekliyorlardı. Kadın daha içeri girmeden çocuğun elini bıraktı. Çocuk şaşkındı; bir anda ağıtlar, bağırmalar, ağlamalar içinde bir başına kalakalmıştı. Titriyordu. Kollarını kadının arkasından beni unuttun der gibi sitemle öne doğru uzattı ama bir yandan da adım atmak, eşikten geçmek istemiyordu. Eşikten ötesi aniden flulaştı. Görüntüler çatladı, parçalandı. Kalabalık, kadınla birlikte bir sisin içinde kayboldu. Çocuk, ne yapacağını bilemedi, olduğu yerde bir süre ağladı. Sonra yere kapı eşiğine uzandı, uyudu. Bu çocuğun yüzü benim yüzüm, gözyaşları benim gözyaşlarım, elleri benim ellerimdi, bu küçük kız bendim. Uyandığımda akşam mı olmuştu yoksa ağaçların karanlığı mıydı, anlaşılmıyordu. Yukarı baktım çizgiler belirmiş kırmızı, mavi, pembe, beyaz… Gökyüzü kocaman kırık bir tabak gibi görünüyordu. Çatlakların üzeri kontör çekilmiş gibi kızıla boyanmıştı. Uzaktan sesler duydum. İlerde bir kalabalık gördüm. Ortamın atmosferi bir düğün törenini andırıyordu. Etraf çiçeklerle süslenmişti. İnsanlar çok özenli giyinmişti. Yanlarına doğru ürkek adımlarla yürüdüm. En önde, üzerine siyah gelinlik giymiş bir kadın vardı. Yaklaştıkça kadını anneme benzettim. “Anne!” diye seslendim, bakmadı. Ağlıyordu. Ona doğru eğildim yüzüne dokundum fakat ben dokunur dokunmaz önce yüzü çatladı sonra tüm bedeni bir heykel gibi parçalandı, yere döküldü. Kadın bir kum yığınına dönüştü. Çok korktum. Az önce koşarak çıktığım eve geri dönmek istedim. Geldiğim yöne doğru koştum. Her adımımda yerde bir çatlak oluşuyordu. Üzeri buz tutmuş bir gölün üzerinde olduğumu fark ettim. Birkaç adım atsam kapıdan içeri girecektim fakat her hareketimde buz daha da inceliyordu. Eşiği geçip içeri giremedim. Sonra birden gözlerimi açtım. Kapı olduğu yerde duruyordu. Küçük kızla aynı yerdeydim. Eşikte. Gerisini hatırlamıyorum. 

Rüyamdaki görüntüleri penceremden giren ışık ipliklerine astım. Bir fotoğraf sanatçısı gibi tek tek inceledim gördüklerimi. Bir süre daldım gittim.  Saate baktığım gibi yataktan fırladım. Ayağımı banyonun girişindeki çatlak mermer taşa çarptım. Parçanın biri ileriye doğru gitti. Eğildim, yerine oturttum. Altından çıkan alçı parçasını boşluğa doğru ittim. Parçalar tamamen ayrılsa da çıkarıp atsam. Denedim olmadı. Dün makineden çıkardığım çamaşırları asmamıştım, sepeti aldım balkona çıktım. Balkonun camlarını açmıştım, bir kumru yuva yapmış üstüne. Selçuk geldi aklıma, görse uğurumuz bizim sakın elleme, derdi. Ondan bana kalanlar yavaş yavaş bir anıya dönüşüyor. Her gün bunu daha iyi anlıyorum. Yüreğimin orta yerinde bir yorgunluk hissediyorum. Kendimi insanlara o kadar çok anlattım ki sözcüklerden tiksindim. Gece rüyalar, gündüz düşler evreninde kayboluyorum. Yaşama yeni uyum sağlayan bebekler gibiyim. Ruhum bir zamanlar olduğu yerlerin o bulanık izlerini mi sürüyor acaba? Bilmiyorum ki… Ağlamayı da beceremiyorum. Kumruyu rahatsız etmemek için çamaşırları hızlıca askılığa astım. Bir an önce evden çıkmalı işlerimi halletmeliyim.

Ayna

Sonunda giyindim. Çıkmadan girişteki portmantonun kapısındaki aynaya baktım. Bir yıldır çatlak. Yüzümü ikiye bölüyor. Önce kızsam da bu görüntüye de alıştım. Biz de parçalara ayrılıyoruz. Doğduğumuz anki gibi bir bütün değiliz. Ayna da olduğu gibi kalmalı dedim. Yenisiyle değiştirmedim. Yine de bazen aynaya bakmamak için hızla geçiyorum önünden. Ne zamandır ihmal ediyorum evi. Sürekli, “Nasılsa satacağız,” diyerek oyalıyorum kendimi. Ne alakası varsa. Boş zamanlarımda öylece yatıyorum, dinleniyorum, kitap okuyorum ya da uzun uzun yazıyorum. Öyle hayat koşturması, alışveriş, arkadaş randevuları, iş güç azalınca yaşamımdan geçmişe açılan karanlık kapıları zorlamaya başladım. Üzerini örttüğüm ne çok duygu varmış. Üzüntülerimin üzerini örtünce yok olacaklar sanmışım. Yeni yeni yüzleşiyorum çocukluğumla, gençliğimle, kabul etmediğim yetişkinliğimle…

Her an vazgeçebilirim. Gitmeye korkuyorum. Kendiliğinden bir neden olsa da gidemesem diye bakıyorum. Uçak rötar yapsa mesela ya da gidemeyecek kadar hastalansam yatak döşek yatsam. Bir sürü soruya maruz kalacağım şimdi. “Selçuk nerde? Ayrıldınız mı? Ah yavrum deneseydiniz bir kez daha, gençsiniz. İlişkiler kolay kurulmuyor. Neden bu kadar çabuk vazgeçiyorsunuz?” Ayrılığımızı tek bir nedene bağlayacaklar. Ben de yine içimde karışan, birbirine dolaşan soru yumaklarını ayırmaya, düğümleri günlerce çözmeye çalışacağım.  Aynada ikiye ayrılan bedenimi zar zor birleştirdim. Karnıma doğru uzanan, anneliğimin içinden kayıp gittiği çatlağa öfkelendim. Yeğenimin o küçücük narin yüzü belirdi zihnimde. Uzun ayrılıkların, kırgınlıkların içinde kendine kendiliğinden yer bulmuş sarı narin bir Çiğdem. Ne tuhaf, halayım ama on yıldır kimse bana hala demedi. Ne ağabeyim arıyor ne de ben. Yeğenlerimi ise çocukluklarından hatırlıyorum. Şimdi en küçüğü de yetişkin olmuş evleniyor. Ne ara koptuk. Kim kopardı o bağı, nasıl oldu hatırlamıyorum. Ayrı şehirler mi, özlük üveylik meseleleri mi? Bilmiyorum. Evet, kesin uzaklık yüzünden diyeceğim ama kendimi ikna edemiyorum. Bahanesi yok bu durumun.

Düğünde akrabaları görmek beni ürkütüyor. Kendimi şimdiden bir garip hissediyorum. Belki de onları hep sevmem gerektiğine inandırıldığım için. Benden uzakta birbirlerine hep yakın olmaları mı korkutuyor beni yoksa, emin değilim. Her birinin düzenli evleri, işleri, yolunda giden yaşamları, mutlulukları korkutuyor beni. Herkesçe bilinen imajlar, iyi aile babası, ev hanımı, geleceği parlak gençler, mükemmel ilişkiler, yurt dışında master yapıp işe girenler… Bense kırk yaşına gelmişim, evliliği becerememişim, çoluk çocuğa karışamamışım, olduğum yerdeyim, hâlâ hayal kuruyorum. Öykü, roman peşindeyim. Aklım da beş karış havada.  Uzun süredir kendi ellerimle kenarlarını bürüp kapadığım örtünün altında tek başına kalınca algılarım da değişti.  Robinson gibiyim, sessiz adamdan çıkıp insan içine karışacağım diye bu telaş, biliyorum. En son babamın cenazesinde bir araya geldik. Hepimizin içinde belki de ilk kez aynı duygular vardı. Bu acı bizi yakınlaştırır diye ummuştum. Olmadı. O mezar başındaki ayrıksılığımız, uyumsuzluğumuz… Titreyen fakat birbirimize değmeyen bedenlerimize kirpi mesafesinde bile yaklaşamamıştık. Şimdi bir masa etrafında sevincimizi nasıl paylaşacağız? Siyahlar giyip birbirimizin omzunda ağlayamadık, renkli kıyafetler içinde kucak kucağa dans edip nasıl güleceğiz? Bilmiyorum. 

Kendini onaylamayan, görmezden gelen kendine karşı bu kadar acımasız biri, en yakınını özlese, beğense sevse de bunları dile getirmekte zorlanıyor. Kimseyi kırmak istemiyorum ama aramızdaki uzaklığı unutturacak kadar samimi olmayı da doğru bulmuyorum. Riyakârlık gibi geliyor bu. Yakınım dediklerimin listesinde ilk sırada olamadım. Hep unutulan arkadaş, aramasam da küsülmeyecek dost, kardeş, evlat oldum bu yüzden. Ne de olsa benim karakterim benim tercihimdi bu durum. İnsanlar çok rahat incitebildi beni. Çok rahat kırdılar. Ben de aramızdaki o ipi gevşettikçe gevşettim. Hep çok uzun mesafeler oldu insanlarla aramda. Akraba yakınlığı tam da bu yüzden çok tuhaf geliyor bana.

Kintsugi Vazo

Çiğdem için anlamlı bir ev hediyesi düşündüm. Klasik anlayışın dışında hatırası olabilecek hikâyesi olan bir hediye olsun istiyorum. Geçenlerde birkaç takı baktım beğenmedim. Bir ev hediyesi daha mantıklı geldi. Koleksiyonlarına bayıldığım mağazaya geldim. Daha içeri girmeden vitrininde sergilenen vazo dikkatimi çekti. İçeri girer girmez görevli yanıma geldi, “Kintsugi bir vazoya baktınız az önce,” dedi. Normalde hediye alırken yardım edilmesini pek sevmem, hediyeyi tek başıma seçmeyi yeğlerim. Fakat anlattıkları ilgimi çekti. Kadını hayranlıkla dinlerken bir taraftan vazoları inceliyordum. Kintsuginin özünde, kusurların olduğu gibi kabul edilmesi anlayışı olduğunu, bu sanatın onları görmezden gelmek yerine kabullenip olumlu bir düşünce anlayışı geliştirmeyi amaçladığını söyledi. Vazonun üzerindeki çizgiler kusursuz ve simetrik değildi.  “Bu kırıkların üzeri belirginleştirilirken genellikle altın ya da gümüş tozu kullanılıyor. Hayatta da böyle değil midir? Kırık bir eşyayı tamir etmek, onarmak ruhumuza farklı bir güzellik ve rahatlama katmıyor mu?” Sonuçta her an kusursuz olmaya çalışmak gerçekten yorucu değil mi?” Kadın sanki sadece vazodan bahsetmiyordu. Kintsugi felsefesini anlatıyordu. O anlatırken ben düşüncelere daldım. Dünya üzerinde canlı cansız her varlık varoluş macerasında yara bere alıyor, kırılıp dökülüyor. Bazıları bütünlüklerini koruyamıyor ve parçalara ayrılıyor. Öylece bir kenara atılıp kullanılmayan, karanlık bir depoda atılmayı bekleyen eşyanın ruhunu taşıyor Kintsugi. Gücünü insanın ruhunu ve bedenini, yaşamını içindekilerle birlikte kabullenişinden alıyor. Satıcı kadın durmadan anlatıyordu. O sırada raflarda gördüğüm vazolardan birini çok beğendim. Her bir parçası sanki başka bir vazoya aitmiş hissi uyandırırken bir bütün halinde bakıldığında ortaya çıkan uyum muhteşem görünüyordu. Parmaklarımı çizgilerin üzerinden gezdirdim. Çiçek desenleri, mavinin, kırmızının beyazın ve altın renginin birleşimiyle bir taraftan güzelliği, kusursuzluğu diğer taraftan üzerindeki çatlaklarla yaşamın içindeki kırılma anlarını, eksikliği, kusurları ve doğallığı çağrıştırıyordu Kadın vazoyu satmak için aralıksız konuşuyordu bense çoktan karar vermiştim. Çiğdem’in düğün hediyesi bu vazo olacaktı.

Kırık Yumurta

Eve döner dönmez valizime birkaç parça eşya koydum. Düğünde giyebileceğim siyah bir elbise seçtim. İki güne yetebilecek kadar çamaşır, ıvır zıvır aldım. Evi kolaçan ettim. Birkaç parça kıyafeti katladım yerine kaldırdım. Sabah astığım çamaşırlar kurumuştur, içeriye almak için balkona çıktığımda kumrunun yumurtasını düşürdüğünü gördüm. Yerde kırıkların içinde sarı bir sıvı vardı. Kumruyla göz göze geldik. Bana değil de benden ötelere bakar bir hali vardı. Balkonun eşiğinde dakikalarca öylece durup baktım. Onu anlayabilmek adına kendimi yok ettim. Aramızdaki farkı ortadan kaldırdım. O çalı çırpının içinde oturan artık bendim. Düşüncelerim bu yumurta gibi cıvıklaştı, eridi; bir zift oldu yere aktı. Bilincim dondu. Bir yumurtam daha vardı. Onun için buradayım. Duygularım bir bulut oldu, çatladı. Ağladım, neye ağladığımı bilerek ya da bilmeyerek. Uzun uzun.


Nilay Erik

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


hiozbay
Aug 08

Ne kadar da içten, ne kadar da hayatın içinden bir öykü. İnsanın dehlizlerinde izler süren...

Like
bottom of page