top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nilay Erik- Seni Unutma Zamanı

“Bana bir düş gerek, sonu boşa da çıksa…”

Necati Tosuner


Bu sabah erkenden uyandım. Bir iki döndüm, yüzükoyun yattım, belki yeniden uyurum dedim, çarşafa olanca gücümle asıldım fayda etmedi, sonunda yatak beni üzerinden attı. Yenilgiyi kabullenip mutfağa geçtim. Ocağı açtım, çay koyacaktım ki bu kez de ocağın gözleri Nemrut’un gözlerine dönüştü, bana nasıl baktıysa yüreğimi titretti, vazgeçtim. Kapılar bir dev oldu karşıma dikildi. Eşyalar üstüme üstüme geldi. Çaresiz içime kaçtım. Baktım içimde daralıyorum, kendimi Halit’in kahveye zor attım. Masalardan birine oturdum.

Ödemiş minibüsünü kaçıran bir iki köylü dışında kimsecikler yoktu. Selam verdim yüzlerini ekşittiler. Haklılar galiba, bazen ben bile tahammül edemiyorum kendime ne yalan söyleyeyim. Yine de zoruma gitti. Çok alıngan oldum son zamanlarda. Eskiden pek aldırış etmezdim hatta oh, derdim canıma minnet. Gevezeliği sevmem. Ama bugün başka, bugün insana ihtiyacım var. Huy mu değiştiriyorum nedir?

Selim’e laf attım, hiç oralı olmadı. Sabahın bu saatinde niye geldin der gibi baktı. Büyük bir ciddiyetle kahvaltı tepsisinde getirdiklerini masaya tek tek bıraktı. Geçen sabahı unutmamış daha, belli. Yığılıp kalmıştım şu sandalyede. İçeriye kanepeye kadar taşımış beni. İnsan eti ağırdır, bilirim de akrabayız diye ona yük olacağımı düşünmesi de benim ağırıma gitti.

Biraz gülümsedi mi ne? Belki oradan sızarım diye yanağında tebessüme dair minik de olsa bir boşluk aradım. Ne gezer... Kovulmadığıma şükrettim. Gözüm getirdiği bal kasesine kaydı. İçine sinek düşmüş. Hayvancağız can çekişiyor. Zorda olsa onu balın içinden çıkardım. Hareketsiz bir süre olduğu yerde kaldı, çırpındı sonra uçtu gitti.

Osman göründü nihayet. Kahvedeki varlığım da rahatladı böylece.

Ver bakalım oradan bir kâğıt, dedim. Gitti iskambil kağıtlarını getirdi verdi elime. Kahkahayı bastım. Suratıma alık alık baktı kerata. Sen bilmezsin Osman’ı. Hani amcamın oğlu Halit vardı, onun torunu. On yaşında var yok ama koca adam gibi tavırları. Neyse ki dedesine çekmiş. Mendebur herifin teki babası. Sabah erkenden geliyor, öğlen okul vaktine kadar çalışıyor. Çayları getiriyor, boşları topluyor. Görsen nasıl cin bir şey. Dedesinin arkadaşıydım ya Sacit dede, diyor bana da.

Defterinden bir sayfa yırttı koydu önüme. Ucunu aça aça bitirdiği bir kurşun kalemi de kâğıdın yanına bıraktı. Ulan dedim yok mu doğru dürüst bir kalemin? Al dedim geri verdim, buna gerek yok, var benim kalemim. Şu çocuğa en yakın zamanda yeni kalemler hediye etmeli. Gömleğimin cebindekini çıkardım. Ne zamandır yazmıyorum, bir iki çiziktirdim, olmadı ağzıma aldım, ucuna suni teneffüs yaptım. Boşuna dememişler tükenmez kalem diye. Biz eskiyoruz, bitiyoruz da bu kalemlere bir şey olmuyor. Sevmem dedim ama gevezelik ediyorum, sen bana bakma. Benimki laf-ı güzaf, söze bir türlü girememek. Evvelden de böyleydim ayıplama.

Dün gece yine aynı rüyayı gördüm. Sarıca yol ayrımında İstanbul otobüsü bekliyorsun. Hışımla gelip elindeki valizi çekiştiriyorum. Valiz açılıyor. Çaresiz bırakıyorsun. İçinden elbiselerin yerine kağıtlar dökülüveriyor. Ağlıyorsun, hem de ne ağlama! Sular seller gibi ağlıyorsun. Ağlamaların bir deniz oluyor. Sonra kağıtlar filikaya dönüşüyor birden. Sen de içlerinden birine biniyorsun. Yatağımda yüzmeye çalışırken uyandım. Rüyada olsun kavuşamadık.

O makasın önüne yeniden dönebilseydik Güzide. Bir an bile tereddüt etmez o filikalardan birine biner ben de arkandan gelirdim.

Neden diye çok sordum kendime, neden böyle oldu? Başlarda çok neden buldum: Gençtim… İstanbul beceriksizliğimi, kimsesizliğimi yüzüme vurdu. Her şey üzerime geldi. Çaresizdim, sıkışmış… Zamanla bütün nedenler geçerliliğini bir bir yitirdi. Senin kolundan tutup burada yaşamaya zorlamak zorbalıktı.

Gidişini Zeynep dışında kimse umursamadı. Meğer herkes gitmeni bekliyormuş. Onların hallerinden memnun kırmızı tombul suratlarını görmek sinirlerimi bozdu. Boşandığımız gün eşyalarını bir valizde toplamışlar, kapının önüne koymuşlar. Zaten sataşmak için yer arıyordum. Ağzıma geleni söyledim, köy meydanında bağırdım çağırdım. “Hödükler sizi, aptallar, cahiller, asıl sürtük sizsiniz… Sizin yüzünüzden, siz ne anlarsınız aşktan? Hayatınızda bir insanı olsun sevebildiniz mi? Kendi çocuklarını dahi sevemeyen zavallılar, leşsiniz iğreniyorum hepinizden!” dedim. Bir sürü beddua… Kimse cevap vermedi bana. Korkağın tekiyim ben Güzide. Ben bir korkağım!

Olaydan sonra birkaç ay kimse yüzüme bakmadı. Delisin, dediler. Ses etmediler. Hayır, ben zaten biliyordum deli olduğumu. Şimdi de bunadı, diyorlar. Boş ver sen onları. Ben de kime ne anlatıyorsam. Ne zaman başka insanların düşüncelerini önemsedin ki. Dönmeyeceğini anladığımda arkandan epey göz yaşı döktüm, üzüntümün yerini nefret aldı bir süre. Bu defa da seni suçladım. Farzı muhal bir mevsim değişimi gibi olacaktı gidişin. Bir iki ay üzülecek, seni hiç tanımamışım gibi hayatıma kaldığı yerden devam edecektim. Bir daha yaşayamayacağım bir ilkbaharmışsın, bilemedim kıymetini.

Her gün bir parçamla silindim hayattan. Her saniye bir hücremi, her ay bir uzvumu kaybettim. Yavaş yavaş… Bazen güzel kıyafetler giyindim bazen hoş cümleler kurdum. Böylece beni görmediler ve gömmediler. Yine de kelimeler ve kıyafetler kendimden gizleyemedi noksanlığımı. Aslında çoktandır bir ölüyüm.

Sana bu mektubu yazarken yağmur başladı. Bu kaçıncı mektup. Birini rüzgâra kaptırdım. Evvelkini şişenin içine koyup denize bıraktım. Bunu da- tahmin edersin- yağmura vereceğim. Çok seversin yağmuru. Hemen gidip camı açardın. Eğer dışardaysak bir yere sığınmazdın. Seninle geçen zaman tüm ayrıntılarıyla hafızamda. Ömrüm oldukça da muhafaza ederim sanıyordum. Bunda da yanılmışım. Seni unutmak bile isteye yapacağım bir şey değil. Hastalıkmış. Adımı dahi unutacakmışım. Bacağındaki bir laleyi andıran doğum lekesini, çenendeki çukuru, ince uzun parmaklarını, o sarı ipek saçlarını, gözlerini, sesini. Her şeyi, sana ait her ayrıntıyı…

Başka bir insan olmak mümkün müydü? Senin kalabalığındaki o insanlardan herhangi biri olsaydım… Kaç yıldır kendime aynı soruyu sorup duruyorum. Şu an yersiz ve geç kalmış bir duyarlık benimki hatta sana göre abartıyorum, biliyorum. Geceleri daha çok abartıyorum. Bir anda kendiliğinden başlayıveriyor. Bilmiyorum, bu dünya çok hüzünlü bir yer. Yazdığım hikayeler için de öyle derdin. Bu kadar romantik olma. Nasıl öfkelenirdim anlatamam. Yüreğimden damıttığım sözcükler de incinirdi. Belki de haklısın, hep haklıydın. Hep dediğin gibi “İnsan günahlarını da sevaplarını da kabullenmeli değil mi?” Ölüme bu kadar yakın olduğum için mi bilmiyorum bol bol dua ediyorum. Ederken de utanıyorum. Belki bağışlanıyorum belki bağışlanmıyorum. Bilemem. Ya sen Güzide? Sen affettin mi beni?

Yağmurlar bir yağıyor, bir duruyor, bir yağıyor bir duruyor. Güneş doğuyor batıyor. Uzandığın kanepe bomboş. Bir gülüyorum, bir ağlıyorum.

Şu insanları zerre kadar sevemedim diye mi hayaline tutundum, hiç bilmiyorum. Gittiğin günden beri seni düşünmediğim tek bir gün yok. Seni bir kitap gibi okumak istiyorum derdim hep. Bunun için mi bıraktın bana günlüğünü? Kaç kez okudum bilmiyorum. Sözcüklerin merhametli. İnsanı teselli etmesini biliyor. Son zamanlarda sadece okuyorum. Okuduğum kitapları tekrar tekrar okuyorum. Yazmayı neredeyse unuttum. Vücudum gibi dilimin de artık takati kalmadı. Kelimelere söz geçiremiyorum. Önceden kalemi elime aldığım gibi hizaya geçerlerdi. Bir oturuşta sayfalar dolusu yazardım. Şimdi bir iki çiziktiriyorum hemen pes ediyorum. Beğenmiyorum yazdıklarımı. Ne kadar müşkülpesent bir insan olduğumu bilirsin. Aslında beğenmemek değil kendinden kaçmak diyelim. Kaçacak bir yer de kalmadı Güzide.

Tüm bu eşyaları bana eziyet olsun diye mi bıraktın? Her gün uzandığın şu kanepeyi, başını koyduğun yastıkları, tenine değen bu çarşafları, dudağının izleriyle dolu şu fincanları, saçlarını süsleyen kelebek tokalarını, okuduğun çevirdiğin kitapları, günlüğünü… Bir müzeye dönüşen şu evi… Geçmişin acılarını çeke çeke tükettim ben Güzide. Menekşe gözlerin bile gönlümde solduktan sonra geri kalanların ne kıymeti var. Her şeyi tek tek unutabilirim artık… Hoşça kal Güzide! Şimdi seni unutma zamanı…


Nilay Erik

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page