“Ama aşka inanıyorum
Ve senin de inandığını biliyorum
Ve bir çeşit yola inanıyorum
Senin ve benim birlikte yürüyebileceğimiz bir yola”
-Nick Cave, Into My Arms
Gün doğduğunda Deva artık yoktu. Canına kıymış. Birlikte uyuduğumuz, uyandığımız, ağladığımız, güldüğümüz, seviştiğimiz, sarıldığımız, yüzlerce kez ayrılıp barıştığımız odasının penceresinden kendini boşluğa bırakmış. Rüzgâra karışmış. Toza toprağa bulanmış. Yok olmuş.
Metin haber vermek için geldiğinde Deva’nın bende kalan eşyalarını topluyordum. Her seferinde en fazla üç gün süren ayrılık bu kez bir haftayı geçmişti. “Tamam, bu sefer kesin bitti,” diyerek, biraz ağlayarak, çoğunlukla ayarsız küfürler savurarak topladım eşyalarını. Birlikte yaşama fikrine başından beri karşı olduğundan, eşyalarımız iki eve bölünmüş, ikimiz de hayatlarımızın yarısını birbirimize bırakmıştık. Bende kalan hayatı, kitapları, çalışmaları ve lanet olası iç sıkıntılarıydı. O iç sıkıntıları; sessizliği, yorgunluğu ve durgunluğu evimin her köşesine sinmişti.
Gece yarısından sabaha kadar topla topla bitmedi. Bütün anılarımızı beyazdan siyaha istifleyip üç koca çöp poşetiyle kapının yanına koyduğum sırada geldi Metin. Hava daha aydınlanmamış olsa gerek, bütün ışıklar açıktı. Sabaha karşı bir saat işte… Metin, Deva’nın en yakın dostu, çocukluk arkadaşıydı. Gerilip kopan bağlarımıza yeniden düğüm atan da, her düğümden sonra bizi birbirimize bırakan da o olurdu. Bu yüzden, onu ağlamaktan şişmiş gözleriyle karşımda görünce; boğuk, tıkanık, hırıltılı sesiyle, “Deva ölmüş, pencereden atmış kendini,” dediğini duyunca, hiçbir şey söylemeden öylece kaldım. Bu sefer düğüm atmaya değil de sanki bağı sonsuza dek koparmaya gelmişti. Gözyaşları iki yanağından süzülüp dudağının kenarında kaybolurken mide bulantısıyla lavaboya koştum. O saatte ne çıkarılırsa hepsini kustum. Başımı kaldırdığımda aynanın önündeki diş fırçasına takıldı gözüm. Deva’nın diş fırçası… Diğer eşyalarıyla birlikte çöp poşetine koymayı unuttuğumu fark ettim. Eskimiş gibi göründü, yenisini almalı, diye düşündüm. Yerine koydum.
Hayatınız boyunca hep var olan birinin artık yok olması ne tuhaf. İnsan ne hissedeceğini bilemiyor ama benim ilk hissettiğim kızgınlık oldu. Bensiz ölmesine, beni onsuz bırakmasına çok kızmıştım. Bacaklarım titreyerek odaya geçtiğimde, “Pencereden atmış kendini,” dedi Metin bir kez daha. Ses tonu mekanik, boşlukta yankılanıp uğultuya dönüşüyordu. Yatağa uzanıp gözlerimi tavana diktim. Önce odasına girişini hayal ettim. Kahverengi, sürekli gıcırdayan o kapıyı açışını, kimse rahatsız olmasın diye yavaşça, tık diye kapatışını düşündüm. Bir kez bile kapıyı gürültüyle kapattığını, çarptığını görmemiştim. Anahtarı da yoktu kapının, kilitli değildir. Sadece bir tık sesi, o kadar. Sonra plak çaların yanına gitmiştir.
“Derin iyi misin?” diye omuzumdan sarstı Metin. Neden gidip beni yalnız bırakmadığını düşündüm. “Beni rahat bırak,” diye bağırmak istedim, sesim çıkmadı. “Bir şey söylesene… Deva ölmüş.” Belki kendisi de inanamadığından, geldiğinden beri üçüncü kez söylüyordu bunu ya da söyledikçe gerçek olduğuna inandırıyordu kendini. Ben daha hiç söylemedim. Sadece, Deva artık yok. Ayrılmışız gibi, uzaktayız gibi, önünde sonunda tekrar bir araya geleceğiz gibi… Benden cevap alamayınca yatağın yanındaki sandalyeye oturdu, iki eliyle yüzünü kapatıp sessizce ağlamaya başladı. Aslında pek sessiz sayılmazdı. İnlemeyle uğultu arası bir ses çıkıyordu boğazından, burnundan ya da içinde bir yerlerden. Ben ağlamıyordum. Ben Deva’yı düşünüyordum. Onu en son gördüğüm ânı…
İki hafta önceydi. Eve geçerken, şimdi bile hatırlamadığım saçma bir şey yüzünden, kavga ettik. Çok kavga ederdik, ben kızardım, ben küserdim, ayrılan ben olurdum, geri dönüp beni bulan da hep o olurdu. Ama o gün diğerleri gibi değildi, onun hep sustuğu, benim hep bağırdığım kavgalardan farklıydı. Yatağın üzerine yan yana oturduk, birer sigara yaktık. Pencereyi açtı. Acaba o gün pencereyi açarken kendini oradan atmak geçmiş miydi aklından? Mutlaka geçmiştir. Ani kararların insanı değildi Deva. Benim aksime, düşünmeden hiçbir şey yapmazdı. Basit bir hafta sonu tatili için bile haftalar öncesinden hazırlık yapardı. Planlı, programlı, sistemli, her şeyi uzun vadeli... Bir tek ben yoktum o planlı hayatta, ben onun anlık kararlarının tek parçasıydım. O gün de bunu söylemiştim ona, hatırlayamadığım o küçük sorun yolda büyüdükçe büyümüş, evde çığ olup üzerimize yıkılmıştı.
Onun hep tık sesiyle, yavaşça kapattığı kapıyı çarparak çıktım o gün evden. Kızgın ve üzgündüm ama apartman kapısından çıktığımda, pencereden süzülen Nick Cave şarkısını duyunca, birkaç gün sonra dayanamayıp yeniden birlikte olacağımıza emin ayrıldım oradan. Hep böyle olurdu. Yine öyle olacaktı. Bu kadar farklıyken, iç içe geçip tek bir bütünü oluşturan bir biz vardık. Akvaryumda iki balıktık; ben kırmızı, o siyah; dönüp dolaşıp birbirimize kalacaktık.
Kapı çaldı. Ben kıpırdamayınca Metin açtı. Gelenin kim olduğunu algılayamıyordum. Sesleri duyuyordum ama görüntüler silik ve önemsizdi. Bir kadın sesi Metin’i teselli etti, beni sordu.
“Derin iyi misin? Neden böyle oldu?”
Sanki bütün cevaplar bende, sorular hep aynı. O da ağlıyordu ama sessiz değil, içi sökülür gibi, bağıra çağıra. Nasıl da kolay ağlayabiliyordu bu insanlar, gözyaşlarını nasıl da cömertçe akıtabiliyorlardı?
Gözlerimi sımsıkı kapatınca seslerin de azalacağını umarak yeniden Deva’yı düşünmeye başladım. Plakları düşünüp son dinlediği şarkıyı bulmaya çalıştım. Ne tuhaf, dinlerken keyif aldığı, hüzünlendiği, en sevdiği, en güzel ve hatta en kötü söylediği bütün şarkıları biliyordum ama hangisiyle ölmek isteyeceğini, ölürken yanında hangisini götüreceğini bilemiyordum.
Plak çalar zihnimde sessiz ve belirsiz bir şarkı çalarken, Deva pencereyi açıp bir sigara yakıyor. Yatağın üzerine oturuyor. Üzerinde siyah tişörtü var, birlikte aldığımız, defolu çıkan ama gidip bir türlü değiştiremediğimiz tişört. “Her şey kusursuz olmak zorunda değil ya, bu da böyle kalsın,” deyip giymişti günün sonunda. İlk kez görüyormuş gibi odasını inceliyor, yatağın üzerindeki kırmızı battaniyenin üzerinde elini gezdiriyor. Rahatsız edici, sert bir dokusu var, kaç kez tüylerinden hapşırdım, kaşındım ama onun da yenisini almadık. Böylece o da kusurlu ama vazgeçilmez eşyalarımız arasında yerini aldı.
Sonra başını çevirip kitaplığına bakıyor ve o an ödünç verip geri alamadığı kitapları aklına geliyor. Kalkıp en sevdiği kitaplar hâlâ yerinde mi diye bakıyor. Bir keresinde bütün kitapları tek tek listelemiştik ve kimseye ödünç vermemeye söz vermiştik ama o “hayır” diyemediği için, kimseyi kırmak istemediği için kitaplar azalmaya devam etti ve hiçbiri geri gelmedi. Bunun üzüntüsünü de yanında götürdüğüne eminim. Kitaplıktan sonra masasına geçişini izliyorum. Masası hep dağınık olurdu, yine öyle. O dağınıklığın içerisinde kendi düzenini kurduğu için, aradığı her neyse anında bulurdu. Bu sefer aradığı bir kâğıt, hemen buluyor ve bir şeyler yazmaya başlıyor. Ne yazdığını, kime yazdığını göremiyorum. İkinci sigarası bittiğinde kâğıdı katlayıp masanın üzerine koyuyor. Sonra pencereye yaklaşıyor. Tek bir an bile tereddüt etmeden bırakıyor kendini. O düşerken ben gözlerimi kapatıyorum ve ağlamaya başlıyorum. Metin ve yanındaki kadın sakince ve sessizce omzuma, saçlarıma dokunuyor. Ne kadar ağladığımı, kimlerin gelip kimlerin gittiğini, zamanı hiç bilmiyorum. Tek bildiğim Deva’nın artık olmadığı.
Ayakta durabilecek kadar kendime geldiğimde kalabalık bir arkadaş grubuyla Deva’nın evine geçiyoruz. Neredeyse altı yıldır hayatımın yarısını geçirdiğim bu ev nasıl da yabancı görünüyor bana. Deva yokken ev anlamını kaybediyor. Odasına geçiyorum. Kapıyı arkamdan tık diye yavaşça kapatıyorum, yine de gıcırdıyor. Yatağına uzanıyorum, battaniye yine rahatsız ediyor beni. Duvardaki ahşap çerçeveli fotoğrafa bakıyorum. Ölürken neden yanında götürmediğine şaşırarak fotoğrafı inceliyorum. “Annemin deliliğine deva olamamışım demek ki,” derdi hep. Fotoğraf siyah beyaz, Deva annesinin kucağında, bebek daha, annesi hüzünlü, güzel, incecik genç bir kadın. Bu evde, salondaki avizeye ipek bir urgan bağlamış, incecik boynuna sarmış. Tanıştığımız ilk günden beri annesinden nefret ettiğimi, ondan nefret ettikçe Deva’yı daha çok sevdiğimi fark ediyorum. Kalkıp plak çaların düğmesine basıyorum. Hank Williams, Lost Highway çalıyor. Demek ki yanında götürdüğü şarkı bu, birlikte hiç dinlememiştik. Yine de aklıma gelmediği için kendime kızıyorum. Birlikte dinleyemediğimiz tüm şarkılar için, çarptığım tüm kapılar için, gıcırdayan kapılar, defolu tişörtler, sert battaniyeler, siyah beyaz fotoğraflar ve başkasında kalan tüm kitapları için kendime kızıyorum.
O sırada gözüm masanın üzerine takılıyor. Bu sefer derli toplu. Ders kitapları, notları üst üste dizilmiş, masanın ortasında katlanmış bir kâğıt duruyor. Deva’nın düzgün el yazısıyla yazılmış cümleyi okuyorum.
“Bir nedenden ötürü intihar edilir sanırlar hep. Ama iki nedenden ötürü de bal gibi intihar edilebilir.”*
İki damla yaş yanaklarımı geçip dudağımın kenarında kaybolurken tuzlu tadı içimi bulandırıyor. Gidip plağı değiştiriyorum. Nick Cave, Into My Arms eşliğinde pencereyi açıp kendimi boşluğa bırakıyorum. Rüzgâra karışıyorum ama toza toprağa bulanıp yok olmuyorum. Deva gülümseyerek beni bekliyor. Bal gibi iki neden oluyoruz.
*Düşüş, Albert Camus
Nuray Elçin
Comments