Ona kalsa, bahçenin çimenlerine bakan daracık penceresi de olmasa epeyce karanlık olacak; zemin katın altındaki bu bakla sofadan yoksun nohut kadar odada yaşar giderdi. Ama kardeşi ta memleketten kalkıp gelmişti, üniversitede okuyacağı için artık beraber yaşayacaklardı. Ortalıkta dolanırken iki adımda birbirlerine çarpacakları aşikârdı. Mecburen başka bir yere taşınacaklardı. Alelacele bir gazete alıp kiralık ilanlarını taramaya başladı.
Ne büyük bir şans; sayfanın altındaki bir yerde, sahibinden kiralık bir ev ilanı gördü. Merkeze epeyce uzakta bir yerdeydi; yeni kurulan TOKİ bölgesinde. Kirası da bu odaya ödediğinin yarısı kadardı.
İlandaki numarayı aradı, ev sahibiyle anlaştı, evi hiç görmeden tuttu. Bir saat sonra adamın iş yerindeydi; ilk kirayla teminatı ödedi, kontratı imzalayıp anahtarı aldı.
Maaşını almasına üç gün var daha. Cüzdanında çok az parası kalmış. Taşınmaya yetecek mi? Nakliyeciler ne kadar ister acaba? Bu kadar az eşyayı taşımaya razı olacaklar mı? Olmaz derlerse ne yapacak? Küçük bir kamyonetleri var mıdır ki?
Diyeceklerini kafasında onlarca kez iyice prova ettikten sonra, nakliyeci ilanlarını taramaya başladı. İlk gördüğü numarayı aradı.
“…Nakliye!” dedi gür bir erkek sesi.
Yutkundu önce; ezberlediği gibi girişti söze.
“Şey…İyi günler…Hafta sonu, yani cumartesi taşınmak istiyoruz da…”
“Nereden nereye?”
“Kızılay’dan TOKİ konutlarına.”
“Bu cumartesi mi?”
“Evet, evet; iki gün sonra…”
“Sabah derseniz boş…”
“Evet, evet, sabah diyoruz.”
“Olur, taşırız,” dedi adam. Geniş geniş, kendinden emin bir sesle konuşuyor.
“Ama büyük bir kamyona hiç gerek yok. Çok az eşyamız var…Hemen sayıyorum…İki çekyat, küçük bir tahta masa; katlanıyor. Dört mukavva kutu; içinde kitaplar var.”
Burada durup soluklandı bir. Derin bir nefes çekerken, ağır olacak, taşıyanlar söylenip duracak, diye geçirdi içinden. Bir nefes daha aldı.
“Dört kitaplık demiri, on iki raf, ama ağır değil; hepsi sunta. İki valiz. Bir piknik tüpü. Bir yün döşek. İplerle bağladık, sardık. Hazır yani. Bir küçük valiz daha…”
“Bu kadar mı?” dedi adam. Birden meraklanmış gibiydi.
“Evet, evet. Bu kadar…”
“Küçük bir kamyonete sığar mı?”
“Sığar!” diye atıldı. O teklif etmeden adam söyleyivermişti işte. Sevinci sesinden taştı konuşurken. “Rahat rahat sığar hem de! Boş yer bile kalır. Pikabınız varsa daha iyi. Çok elemana da gerek yok. İki kişi taşır. Biz de yardım ederiz.”
Gevrek gevrek güldü adam.
“Kaç lira istiyorsunuz peki?” Sorarken eli kalbinin üzerinde.
“Size beş yüze olur,” dedi adam beklemeden.
Tam cüzdanındaki kadar. Oh! Neyse ki daha fazla demedi adam.
“Tamam! Anlaştık!”
O kadar hızlı karar verdi ki durakladığını fark etmedi bile adam. Kapattı kapatacak telefonu.
“Şey, bir dakika! Saatini de kararlaştıralım. Ne zaman gelirsiniz?”
Adam hemen cevap vermedi. Birilerine seslendi, arka taraflardan birtakım gürültüler geldi.
“Sekizde hazır olun,” dedi sonra.
“Peki… Biz… İki kişiyiz de…Yani kız kardeşimle ben… Kamyonetle gidebilir miyiz? Öne sığışırız. Adres arama derdinden kurtulursunuz hem.”
“Sıkıntı yok,” dedi adam. “Eee, sabah nereden alacağız eşyayı?”
Adresi hemen söyledi.
Cumartesi erkenden kalkıp hazırlandılar. Ayak üstü bir şeyler atıştırdılar.
Adamların gelmesine on beş dakika var artık.
Sabah güneşi, zemine kadar eğilemediğinden ışığını da alıp çekilmiş, oda her zamanki gibi loşluğa düşmüş. Ama lambayı açmadı. Burada geçireceği son dakikaların tadını çıkarmak istiyor. Bir daha gündüz vakti elektrik ışığıyla oturmayacağını düşününce gülümsedi ama kalbini bir hüzün kapladı. Bu evden de taşınıyor işte.
Ceketinin cebine elini soktu, nakliyecilere vermek için hazır ettiği parayı yokladı.
Başını çevirip odanın ortasındaki iki valize, kitap kolilerine, sarılmış döşeğe baktı. Adamların kapıdan içeri girdiklerini hayal etti. İki gündür kim bilir kaçıncı keredir aklından geçiriyor bu taşınma sahnelerini. Adamlardan biri çekyatı sırtlayacak, diğeri kitaplığın demirlerini. Valizleri kardeşiyle taşırlar. Sonra kitap kolilerinin önünde diz çökecek biri. Kaldırmaya kalkınca ağırlığını fark edip duracak. İçinden saydırdığı yüzünden belli. Üçüncüye yanaşınca dayanamayacak. Ne çok kitap var, hepsini okudun mu abla, valla çok ağır, belim koptu, diye söylenecek. O ise, tamam, tamam, bitti: Hepsi bu kadar, başka yok zaten, diyecek. Ama renkten renge girmiş olacak çoktan.
Sırtını ter bastı birden. Oysa hava epeyce serin.
Buzdolabına ilişti gözleri. Fişini biraz önce çekmişti. Kapağını açık bıraktı, kapalı kalırsa koku yapar. İçi boş neyse ki. Yiyecekleri kahvaltıda yiyip bitirdiler. Kalan vişne suyu kapının yan tarafındaki tezgâhın üstünde, çöpleri koydukları naylon torbanın yanında duruyor.
Göz ucuyla kardeşini süzdü. Köşedeki koltuğa oturmuş, gözleri masanın üzerindeki küçük ekran televizyonda. Biraz önce başlayan diziye kaptırmış görünüyor ama yüzü bir heykelden daha ifadesiz, ne düşündüğü belli değil. Bebekken de böyle sessizdi.
Yerinden kalkıp kapının yanındaki banyoya girdi. Kapıyı kapadı. Rezervuar her zamanki gibi incecik sesiyle tıslayarak su sızdırıyor. Kazandan taşan su, duvardan aşağı doğru incecik akmış. Rezervuarın üstü iyiden iyiye kabarmış. Bundan böyle rezervuar taştı mı taşacak mı endişesi duymayacak, şu tıslama sesinden de kurtulacak. Saatine baktı; sekizi geçmişti. Birazdan zili çalarlar. Ellerini yıkayıp çıktı banyodan. Gözü vişne suyu kutusuna takıldı. Eğildi odaya doğru.
“Vişne suyu içecek misin?”
Kardeşi, gözlerini çevirmeden kafasını salladı. İçmeyecek. Kutuyu bardağa boşalttı. Kutuyu torbaya koyup ağzını bağladı. Çıkarken onu da atacak. Bardağını alıp çekyata oturdu. Kapı zili üst üste, kesik kesik çaldı.
Pür telaş, kalktı oturduğu yerden. Sandalyeyi pencerenin önüne çekti, üzerine çıkıp, çimenlerin ilerisine, bahçe kapısına doğru baktı. Binanın yanında, kırmızı renkli küçük bir kamyonet duruyor. Sandalyeden inerken;
“Gelmişler!” dedi kardeşine. “Kamyonet kapının önünde.”
Kardeşi televizyonu kapatıp, kumandayı üzerine koydu.
Otomatiğe basıp açtı kapıyı. Vişne suyunu kafasına dikip bardağı çalkaladı, tezgâha koydu. Binanın giriş kapısı açıldı. Merdivenlerden aşağı doğru inenlerin yak sesleri yaklaştıkça büyüdü. Önden hızlı hızlı inen birini, daha sakin adımlarla başka biri takip etti. Açık kapının önünden çekilip geri döndü, yerdeki kitap kutularının gerisinde, pencerenin önünde bekledi.
Eski bir deri ceket giymiş ortaca boylu bir adam açık kapıdan içeri dalıverdi. Kendisine epey büyük gelen, kumaşı eprimiş bir pantolon giymiş. Yuvarlak burunlu botlarının yüzleri bir yerlere sürte sürte aşınmış. Arkasında on, on bir yaşlarında bir erkek çocuğu duruyor. Çocuk bir an, tereddütlü, bekledi kapıda; sonra bir adım atarak odaya girdi.
Adam selam vermeden, bakışlarını hızlıca eşyaların üzerinde dolaştırdı.
“Taşıyamam ben bunları!”
Adamın dediklerini anlayamadı birden.
“Ne?”
“Taşımam kardeşim, taşımam diyorum,” dedi adam bu sefer.
Evin demirbaşı olan eşyaları görünce aklı karışmıştı belki de. Odadaki her şeyin taşınacağını sanmış olabilir mi?
“Hayır, hayır!” diye atıldı. “Her şey taşınmayacak. Karyola, koltuk, televizyon, masa, sandalyeler, buzdolabı kalacak! Sadece bu kutular, iki çekyat…”
“Anladım, anladım…” dedi adam sözünü keserek. “Yine de olmaz!”
Dizleri çözüldü birden, titremeye başladı. Belli etmemek için eşyalara bakıyormuş gibi yapıp etrafında döndü. Gözleri o anda kapının önündeki küçük oğlana takıldı. Sağ elinin işaret parmağıyla diğer elinin dipleri kararmış tırnaklarını temizliyordu.
Derin bir nefes aldı.
“Bakın! Kitap kolileri, iki çek yat…” Nefesi yetmedi… “Bir de şu dürülmüş döşek…”
“Gördüm gördüm…Ama olmaz!”
Adam eşyanın kamyonete sığmayacağını mı sandı acaba?
“Olur, olur!” dedi. “Kamyonetinizi gördüm. Sığar hepsi!”
“Konu o değil; taşıyamam.”
“Neden ama?”
“Taşıyamam kardeşim; ta-şı-ya-mam!”
“İyi ama neden?” Adamı taklit etse faydası olur mu? “Ne-den?” Tıkandı birden. “N-den?”
“Beş yüz çok az,” dedi adam gülümseyerek. Ağzındaki baklayı çıkarıp rahatlamıştı sonunda.
“Ama öyle anlaşmıştık!”
“Ben anlamam kardeşim! Az dedimse az; o paraya taşınmaz bu eşya.”
Yer sanki ayaklarının altından çekildi. Göz ucuyla kardeşine baktı. Kafasını yere eğmiş, dikkatle parkenin üzerindeki eski bir şarap lekesini inceliyor.
“Niye taşınmıyormuş?” dedi omuzlarını dikleştirip.
Adam bir şey demedi.
“Telefonda kaça taşırsınız diye sordum, beş yüz demediniz mi?”
Adam boş boş baktı.
“Dediniz…”
İtiraz etmedi ama onaylamadı da adam.
“Sizinle pazarlık bile yapmadım. Ne dediyseniz kabul ettim.”
Put gibi durmaya devam ediyor adam.
“Şimdi neden böyle yapıyorsunuz?”
“Ben anlamam,” dedi adam sakin sakin. “Bu eşyaları beş yüze taşımam… Beş yüz az…”
“Fiyatı siz belirlediniz,” dedi kısık bir sesle. Bağırmak istiyor ama sesi yetmiyor. “Ben de olur, dedim. Demedim mi?”
“Valla ben anlamam,” dedi adam aynı yerde takılmış bir plak gibi. “Bu para çok az…”
“Beş yüz dediniz, tamam dedim!” diye mırıldandı, adamla değil de kendi kendine konuşur gibi. Dalgın dalgın etrafındaki eşyalara göz gezdirdi.
“Az valla beş yüz!” dedi adam. Ezberlediğini okumaya devam ediyor.
Çaresiz; çok bitkin hissetti kendini. Kollarını iki yanına bıraktı. Aklı uçtu gitti. Böyle saatlerce kalabilir. Bir şey yapmalı ama ne, bilemiyor. Gizli bir güç tarafından ele geçirildi sanki. Hareketlerini kontrol edemiyor. Ne yaptığını fark etmeden çantasına uzandı. İçinden cüzdanını çıkardı. Çabucak açtı, adama uzattı.
“Bak!” dedi; sesi boğuldu. Devamını getiremeyecek. Yutkundu. “Başka para varsa al!”
Adam cüzdana çevirdi gözlerini. Bir an öylece kalakaldı. Suratı değişiverdi, ta gözlerinin içinden başlayarak her tarafını bir yumuşaklık sardı. O gitti, yerine başka biri geldi sanki.
“Çok özür dilerim!” dedi bitmiş tükenmiş, pes etmiş bir sesle.
Adamın ne dediğini anlamadı önce. Aptal aptal baktı.
“Çok özür dilerim!” dedi adam tekrar. “Ne olur kusura bakma kardeşim!”
Kafası adamın dediklerini almıyor bir türlü. Öyle ağır işliyor aklı. Bir insan bu kadar hızla değişebilir mi? Taşımam da taşımam diye tutturan nereye gitti? Şefkatle ve pişmanlıkla bakan bu adam kim? Neden şimdi böyle davranıyor? Boş gözlerle adama bakmaya devam ediyor.
Adam telaşlandı.
“Biz hemen taşırız eşyaları…Merak etme sen…”
Bir işaret çaktı çocuğa kafasıyla. Çocuk yerinden fırladı.
Adamla dilini yutmuş çocuk, bütün eşyayı kaşla göz arasında kamyonete taşıdılar.
Uzun süre yerinden kıpırdamadan boş gözlerle adamla çocuğu izledi.
Oda boşalınca, kardeşi önden, kendisi arkadan çıktılar.
Kapıyı kilitleyip anahtarı ev sahibiyle sözleştikleri gibi kapıcıya teslim etti.
Bahçeye geçip kamyonetin yanına geldi. Çocuk kamyonetin arkasına oturdu.
Nakliyeci adam ön kapıyı açtı, buyur etti. Kardeşiyle birlikte, öne, adamın yanına oturdular.
Nakliyeci adam tuhaf bir havaya kapılmış, çenesi de düşmüştü. Yol boyunca, havadan sudan konuştu da konuştu. Dinler gibi yaptı, gözlerini yola çevirdi ama ne geçtikleri yolu gördü ne havanın nasıl olduğuna baktı. Midesinde berbat bir his dolanıyor. Sessiz kahkahalar geçiyor içinden ama gülümseyemiyor, bağıra bağıra ağlamak istiyor ama hıçkıramıyor bile.
Nihayet yol bitti, TOKİ binalarına vardılar. Kamyonet binanın önüne yanaştı. Adamla çocuk eşyayı ta dördüncü kata kadar çıkardılar. Her birini ayrı ayrı odalara yerleştirdiler. İşleri bitince, çocuk merdivenlerin başında durdu. Adam ellerini bağlayıp kapının önünde bekledi.
Hazırladığı parayı uzattı. Adam parayı alıp saymadan pantolon cebine soktu.
“Hakkını helal et,” dedi.
Zihni tamamen boşalmıştı. Şaşırmak istedi; şaşıramadı. Adama ağzına geleni saydırmak istedi; söyleyecek bir şey bulamadı.
Adam merdivenlerden indi. Çocuk da arkasından seğirtti. Kapıyı kapatıp salona geçti.
Kardeşi çekyata oturmuş, çantasından çıkardığı sandviçi yiyor.
Nurgök Özkale
Comments