Hasan panayır alanına geldiğinde çocuklar çoktan atış yerini doldurmuş olacaktı, babasının evden çıkmasını beklerken gecikmişti işte. Annesinin, “Nereye?” diye bağırışını duymazdan gelip fırladı evden. Yürürken ikide bir şişkin cebini okşuyor, okşadıkça ağzı kulaklarına varıyordu.
Annesi dün gece babasına sezdirmeden beş lira sokmuştu cebine. Çoktandır harçlık verdiği yoktu.
“Önce atış yerine giderim,” dedi. “Bol bol atış yaparım. Bugün kazanırım kesin o kamyonu. Babam görünce amma şaşırır. ‘Nereden buldun lan sen o kadar parayı,’ diye zıplar hemen. Atışta kazandığımı öğrenince…”
Babasının şaşkın yüzü gözünün önüne geldi. Geniş geniş sırıttı. Her sırıtışında, dudağının kenarındaki kabuk bağlamış uçuk geriliyordu. Küçük parmağının tırnağını kabuğa takıp çekti. Kabuğun altındaki pembe deri anında kırmızıya döndü, dudağı, iğne saplanmış gibi sızladı. Dilini uçuğun üstünde gezdirdi, kanının paslı tadını alınca ağzını elinin tersiyle sildi. Babası gibi afili afili yürüdü.
Yüzü heyecandan kıpkırmızıydı. Yanakları dolgun dolgun. Gürbüzdü. Kollarını sıkınca kasları akranlarının hepsinden iyi şişerdi. Ah bir de boyu, birazcık, şöyle üç parmak kadar daha, uzun olsaydı ne vardı…Atış yaparken parmaklarının üstüne dikilmezdi o zaman. Hedef tahtasını nasıl tam gözünden vuruyor, görürlerdi. Uçları güneşten açılmış at kılı kadar sert saçlarını alnına bastırdı ama elini kaldırınca hepsi tekrar dikildi havaya.
Ne inadım inat saçlarını dert etmişliği vardı bugüne kadar, ne sağ gözünün hafifçe yana kayışını. Hiç on iki yaşındasın demiyorlardı, canı bir tek buna sıkılıyordu. En yakın tahmin eden bile iki yıl eksik söylerdi. “Uzarsın oğlum, uzarsın,” diyordu annesi. “Baban on beş yaşından sonra boy atmış.” O da soranlara, cevabı böyle yapıştırırdı annesine bakarak. “Babama çektiysem demek…”
Aklı kendinden önce koşturarak panayır yerine vardı, pür heyecan kalabalığın arasına daldı. Pazarlık eden kasabalılarla satıcıların uğultuları bütün alanı sarmıştı. Satılıp ayakları bağlanan kazlar cırtlak cırtlak bağrışıyordu. Ortalıkta pişen kebabın cızırtıları, taze kıyılmış soğanla maydanozun kokuları insanın genzini yakan kömür dumanına karışıyordu.
“Çeyrek ciğer beşşş lirayaaa, beşşşş lirayaaa, beşşş!”
Midesi gurul gurul etti, durdu bir. Kebapçı arabasının buğulu camını süzdü.
“Sonra yerim. Param var nasılsa!” Yüreği gümbür gümbür, atış yapan çocuklara yanaştı.
Atış yerinin önüne uzunca bir direk çekilmiş, üzeri branda beziyle örtülmüştü. Ortası kocaman siyah noktalı, halkaları kırmızı beyaz boyalı hedef tahtası direğin karşısındaydı.
Brandanın üstünde bayrak gibi sallanan kâğıda baktı, içinden yavaş yavaş okudu:
“Beş… A…tış. Beş…Li…ra…”
Altındakilere geçti.
“Her i…sa…be…te he…di…ye, beş tam i…sa…be…te bü…yük ö…dül.”
Gözleri fal taşı gibi açıldı.
Hediyeler hedef tahtasının yanındaki bir masanın üzerine sıralanmıştı: Pelüş ayılar, oyuncak bebekler, bir eli havada plastik askerler, oyuncak tank ve arabalar…En üstte duruyordu işte; tekerlekleri tertemiz, kırmızı mavi şeritli kocaman kamyon…
Kamyonu görünce kalbi daha hızlı gümbürdemeye, tir tir titremeye başladı. Bakan var mı diye çevresini süzdü. Derin derin nefes aldı ama titremesi geçmedi. Uğuru kaçmasın diye daha fazla bakamadı, dikkatini çocuklara verdi.
Sıradaki çocuk tüfeği kaldırdı, gözünü kırpıp bastı tetiğe.
“Hay!” dedi Hasan. “Vuramadı salak. Ben olsaydım…”
Başı ala dağdan serin, cebine davrandı, ama eline gelen üzerinde sümükleri kurumuş buruşuk mendili oldu.
“Hadi be!” dedi. Diğer cebini yokladı. Telaşla üstünü başını, her tarafını iyice aradı. Gözleri şafak sökerken parlaklığı sönen sokak lambaları gibi kısılıverdi.
“Nato kafa, nato mermer Hasan!” diye bağırdı babasının sesi kafasının içinde, hayali dev gibi önüne dikildi, sağ elini yumruk yapıp, orta parmağını öne çıkardı, kafasına tak tak vurdu. Başı sağa sola geldi geldi gitti Hasan’ın. Atış yapandan bir adım öteye kaçtı, tezgâha dayanıp durdu. Çocukları seyrederken parayı kaybettiğini filan unutuverdi.
Atış yapanın yanında dikilen kısa boylu oğlan her atış öncesi kulaklarını tıkıyor, bir yandan kıkır kıkır gülüyordu. Diğerinin parası bitmemişti daha, arka arkaya atış yapmaya devam ediyordu, yeter artık diyenlere de hiç aldırmıyordu. Bir kere de denk getirseydi bari. Kaldırdı tüfeği. Tak! Gene karavana.
“Ağzına dayama,” dedi Hasan atış yapana.
“Ney?” dedi çocuk.
“Tüfeği diyorum. Şöyle omzuna al. Azıcık da kaldır, aşağıya tutma.”
Omuzlarını silkti çocuk. Sağ gözünü kırpıp tezgâha yaslandı. Seyirciler gözlerini hedef tahtasına çevirdiler. Kulaklarını tıkayan çocuk tüfek sesiyle birlikte bastı kahkahayı. Hedef tahtasının kırmızı beyaz halkaları deliksiz, tertemizdi hâlâ.
“Hadi yeter attığın!” dedi atış yaptıran adam, çocuğun elinden tüfeği aldı. “Biraz da diğerleri atsın. Dolaş biraz istersen, sonra tekrar gelirsin.” Tüfeği sıradaki çocuğa uzattı.
Çocuk tüfeği iki eliyle tuttu. İleri geri yalpaladı. Tüfeği neredeyse düşürecekti.
“Vay!” dedi gülerek. “Amma ağırmış.”
“Yanaş bakalım,” dedi adam.
Çocuğun boyu neredeyse tezgâh kadardı, tüfeği kaldırmaya çabalarken kolları tir tir titriyordu.
“Kısa kaldın sen,” dedi adam.
Uzun boylu iki çocuk ağız dolusu güldüler bu söze.
Hasan’ın sağ gözü aldı başını gitti. “Ben onun kadar değilim,” diye geçirdi içinden.
Çocuk ağlayacak gibi dudaklarını büzdü bir an, bir gayretle kaldırdı, hedef tahtasına doğru tuttu.
“Ayaklarının üstünde dikil,” dedi Hasan. “Tüfeği de indir biraz.”
Karşılık vermedi çocuk, ama tüfeği indirmeye uğraşırken kolları daha fazla sarsılıyordu.
“Yok amca, ben vaz geçtim,” dedi birden. Titremesi sesine de bulaşmıştı. Adam çocuğun elinden aldı tüfeği. Parasını tastamam saydı eline.
“Niye vazgeçtin?” dedi Hasan. “Ne güzel atacaktın!”
Çocuk parasını geri alırken kolları yaprak gibi titriyordu hâlâ, hiçbir şey demeden uzaklaştı. Giderken kendisine gülüyorlar mı diye dönüp dönüp arkasına bakıyordu.
Sıradaki uzun boylu çocuk tüfeği adamın elinden aldı, atış duruşuna geçti.
“Hah, iyi tuttun,” dedi Hasan.
“Anlıyorsun sen bu işten,” dedi biri. Hasan geriye dönünce, arkasındaki uzun boylu çocuk göz kırptı. Üzerindeki puanlı gömlek yepyeni, içindeki beyaz tişörtü de tertemizdi. Kollarını kıvırmıştı, İki elini beline dayamış, bir havayla Hasan’a bakıyordu.
“Adın ne senin?”
“Hasan.”
Hasan, çocuk da kendi adını söyleyecek diye bekledi. Ama çocuk bir şey demeden tekrar göz kırptı. Hasan yılışarak çocuğa iyice yanaştı.
“Sen kaç atış yapacan abi?”
“Bilmem… Atarım herhalde on kere.”
Hasan söyleyeceği lafı tarttı bir, yüzüne bir parlama geldi.
“Senin yerine bir seferlik de ben atayım mı?”
Çocuk başını geriye çekti birden.
“Hass…” dedi durdu. Hasan’ı üstten süzdü. Pis pis sırıttı.
“Yok ya! Avantacıya bak! Anan güzel mi senin?”
Hasan’ın aklından birtakım karaltılar geçti. Dişlerini sıktı, alnındaki damarı şişirdi babası gibi. Tepesi atmış horoz gibi kollarını açtı.
“Dikilme şurada, çekil kenara!” dedi çocuk kolundan ittirerek. Sonra önüne geçip durdu.
Hasan sendeledi, tam düşecekken arkadaki direğe yapıştı. Kolunu direğe dolayıp kalktı ayağa. Kirpikleri titremeye durdu ama bakışları hiç değişmedi.
Uzun boylu çocuk sırası gelince, tüfeği sıkı sıkı kavradı, işaret parmağını tetiğe geçirdi, hedef tahtasını tam ortasından vurdu. Dönüp sırıta sırıta Hasan’ı süzdü. İkincide de… Üçüncüde artık sırıtmıyor, daha pis bakıyordu. Çocuk dördüncü atışında da isabet ettirince, Hasan daha fazla duramadı, boynunu kıstırdı, kalabalığın arasına karıştı.
Panayır alanını boylu boyunca geçerken güneş kasabayı çevreleyen dağları yarım bir daire çizerek aşmıştı çoktan. Yetişip bütün hışmıyla durmuş, alanın tepesinden bakmaya başlamıştı. Hasan’ın alnı boncuk boncuk terlemişti. Ayakları birbirine karışıyordu yürürken. Ellerini ceplerine soktu, afili bir hava verdi kendine ama mendil parmaklarına değince cin çarpmış gibi irkildi, ellerini çıkardı. Yürümeye devam etti ama kafasının içi cayır cayır yanıyordu.
Ne etseydi de bir yerlerden para bulsaydı…Bir koşu eve gitse…Annesi, “Daha dün sana yepyeni bir beş lira vermedim mi oğlum?” demez miydi? Ya babası öğle yemeğine diye geldiyse? Bir daha da çıkamazdı evden. “Otur da dersini çalış eşek oğlu eşek; babası hariç,” diye bağırmaz mıydı?
Bağırırdı valla.
Etrafına bakındı, az ötede bir adam yumurta kolilerini önüne sıralamış, bir taburede oturuyor, etrafına gülümser gibi bakıyordu. Şu adama mı gitsem diye geçirdi içinden. Yardım edeyim mi amca? Tuvalete falan gidersen ben bakarım yerine. Akşama kadar çalışırım. Ama adım atmadan durdu. Arkasını döndü. Bu sefer de su satan adamla göz göze geldi. Adam sırtındaki bidonu indirdi, alnındaki teri elinin tersiyle sildi. Hasan hah dedi içinden. Adama doğru yöneldi.
Adımını daha atmadan biri arkasından itiverdi, neredeyse yere kapaklanıyordu. Doğrulunca sırtında un çuvalı taşıyan bir adamın sıcaktan kavrulmuş yüzüyle, çatık kaşlarıyla karşılaştı. Adamın üstüne oturulmuş gibi dümdüz olmuş kasketinden fırlayan saçları sırılsıklamdı.
“Dikilme oğlum orta yerde!” diye çıkıştı adam.
Hasan adamın önünden kaçıp hızla kenara çekildi. Ama bu sefer de o yönden gelen gençten biriyle çarpıştı. Çıkışa yöneldi. Yürürken oraya buraya koşuşturanların dirsek atmalarından iki adımda bir sersemliyor, ne yapacağını düşünürken yürüyüşünü bir türlü düzeltemiyordu.
Panayır yeri bu öğle saatinde arı kovanı gibi vızıldıyor, alan giderek daha da kalabalıklaşıyordu.
Hasan, nereye gittiğini fark etmeden sersem sepelek yürüye yürüye bütün alanı dolandı. Tam çıkışa varmıştı; artık kıvamını bulmuş kebap kokuları üstüne hücum etmesin mi? Karnı kıyım kıyım kıyıldı.
“Ah ulan be!” dedi babasının sesi. “Hay senin şansına tüküreyim!” Hiç mi gülmeyecekti yüzü… Bir kerecik olsun işleri ters gitmese… Şimdi beş lirası olsa var ya, yeminle ne atışı düşünürdü ne kırmızı beyaz şeritli kamyonu, ekmek arası ciğerini alır, mis gibi yerdi… Dudağındaki kabuk bağlamış uçuk sızım sızım sızlayınca gözleri sulandı. “Ya neden Allahım?” dedi en efendi iç sesiyle. “Neden aldın benden beş lirayı?” Kafasının içi yanar gibi oldu. Çığlık çığlığa bağırmak istiyordu ama ağzını bile açamıyordu. Bunlar yetmezmiş gibi bir de kebabın dumanı gözüne kaçmasın mı?
Dünya gözünde bulanıklaştı. Sulu sepken boşaldı. Bir müddet, çocuk omuzları hafif hafif sarsıldılar. Sonra yanaklarını sildi. Cebinden buruşuk mendilini çıkardı, top yaptı, bütün gücüyle sümkürdü. İri bir sümük ok gibi fırladı, mendil yemyeşil köpüklü sümükle kaplandı.
“Hay seni!” dedi babasının sesi. Mendile bir tekme savurdu. Tekmeyle birlikte havalanan mendil yön değiştirdi, düşerken içinden bir şey fırladı. Mendil az öteye kondu, içinden fırlayan şey Hasan’ın önüne.
Eğildi yere. İncecik bir sigara gibi sarılmış beş lirayı tanıdı. Şimdi yemyeşil, yapış yapış sümükle kaplanmıştı.
Midesi kalktı, sonra, “Oleey!” diye bağırdı, gözleri sevinçle ışıldadı.
Parayı bir ucundan tuttu, toprağa sürte sürte temizledi.
Karnı yeniden gurul gurul edince, bir kebapçının tezgâhına baktı, bir avucundaki paraya.
Sağ gözü atış yerine kaydı.
Nurgök Özkale
Comments