“…karşılaştığımız saatin üstünde bir yıldız parlıyor.”
J.R.R. TOLKIEN
Tam kapıdan çıkarken, “Ne çok şey unuttun,” dedi. Aniden dönüp sinirle gülümsedim.
“Evet, ben çok şeyi unutmuş olabilirim ama sen aranmadığın sürece asla bulunamayacaksın güzelim,” diyerek yanağına bir öpücük kondurup çıktım.
Kapının ardında öylece, donuk gözlerle bakarak kalmıştı. Sanırım biraz da gözlerinin dolduğunu fark ettim. Sinirime yenik düşmem canımı sıkıyordu ve onun da zalimce yanmasını istemiştim. Halbuki iyi biriyimdir dedim kendime, ben iyi biriyim.
Gece hastalanmıştı sanki. Sokak tuhaf denebilecek kadar karanlıktı. İçim kadar karanlık. Unutkanlığım kadar karanlık… Anahtarlarım cebimde mi diye kontrol ettim, cebimdeydi, keyiflendim nedense. Keyiflenince üşüdüm. İyi hissettim kendimi üşüyünce. Ceketimin ceplerini dışarıya çıkartıp silkeledim bir iki. Tütün artıkları, kırılmış bir sigara, elli kuruş –bir dilek tutup uğur parası niyetine uçsuz karanlığa doğru fırlattım parayı- banka makbuzu, cigara sarmak için kullanılan uzun bir tekli çarşaf –kağıdın çeyreği yırtılıp ziyan olmuştu- üzerine bazı kelimeler not aldığım kare bir sayfa –gamhâr, mamafih, müntahir yazıyordu- gri pamuk parçaları ne varsa yola savurup yürümeye başladım sakin ama hızlı adımlarla.
Tedirgin olmuştum biraz ama gideceğim yer pek yakın sayılmazdı. Durdum, sigara çıkarıp yaktım. Ateşin aleviyle çevrem az da olsa aydınlanınca gördüm ki, sokakta aynı yerde duruyorum hâlâ. Halbuki yürüdüğümü, ıslık çaldığımı, hızlandığımı, korktuğumu ve durup sigaraya davrandığımı gayet iyi hatırlıyor, hatta fırlattığım bozuk paranın çıkardığı sese doğru tatlı bir coşkuyla yöneldiğimi gayet iyi anımsıyordum. O karanlığın ortasında benim ümidimden gelen bir sese dönüşmüştü zira o para sesi. Ama hayır. Tek adım dahi ilerlememişim sokağa çıktığım andan beri.
Bu, tuhaf karanlığın bir oyunu diye hüküm verdim kendime. Yürüdüğümü unutsam bile mesafe kat etmiş olmam gerekmez miydi? İnsan önce yürüdüğünü düşünüp, onu hatırlayıp, sonra olduğu yerden hiç kımıldamadığını unutabilir miydi? Peki öyleyse unuttuklarımı hatırlamadan da yürümeye devam edebilir miydim? Dönüş yolunu mesela?
Bu sefer yürüdüğümden emin olarak ceketimin önünü kapattım. Rüzgâr iyice şiddetlenmiş, iğne yapraklı ağaçların dallarını savurup durmaya başlamıştı. Yürüyüşümü hızlandırıp, mesafe kat ettiğimden iyice emin olmak adına hatırladıklarımı saymaya başladım:
Kesinlik vaat eden ateş. Cümle aleme vahiy olan kelam. Gaddar bir aşk kokusu. Sahtekârlar. Kemik saplı kör bir bıçakla deşilmiş bir ceset. Yüksekten düşme korkusu. Köpekler. Salya sümük sarhoşluklar. Yarasalarla öpüşen vampirlerin uzanan elleri. Sigara yanıkları. Façalar. El kesikleri. Ekonomik kriz. Ruhani kriz. Yere damlayan kanın dağılışındaki kusursuz çekicilik. Şüphe ve kesinlik. Ahiret inancı. Alkol ve uyuşturucu. Gölgeler. İnsan siluetleri. Ardımda bıraktığım kadın. Onun ıslak gözleri. Islak dili. Islak ağzı. Islak…
Bunlar peşi sıra aklımdan bir bir geçerken hızımı da iyice arttırmıştım tabi. Kazandığım ivme öyle bir raddeye gelmişti ki artık, içine düştüğüm dalgınlıkla varmam gereken yeri de unutup geçip gittim mi acaba diye heyecanlanıp durdum. Geldiğim bu noktada ay ışığı kendini biraz daha aşikâr etmeye başlamıştı artık neyse ki. Evet, durduğum yerde değildim artık. Ama bu sefer de varmaya çalıştığım yolun tanıdığım hiçbir köşesinde, düzlüğünde değildim. Çok iyi tanıdığım bu çevrenin civarında dahi olmadığımı anladım. Kaybolmuş, yersiz, yönsüz kalmıştım. Korkumu dizginleyebilmek adına ceplerimi karıştırıp anahtarları çıkardım. Ses istiyordum bu boşluğun ve ıssızlığın ortasında. Eve dönmek için dayanılmaz bir özlem vardı içimde. Ne diye çekip gittim ki evden diye sövdüm.
Halbuki evden çıkışım önemsiz bir gücenikliğin sürdürülmesinden başka bir şey değildi nihayetinde. Sakin olmalıydım. Bir sigara daha yakıp kapıdan çıktığımdan beri yaptığım her şeyi hatırlamaya çalıştım. Yanlış giden bir şeyler vardı bu gecede. Ne kadar zorlarsam zorlayayım aklıma gelmedi kat ettiğim yol. Zifiri bir körlüğün ortasında durmuş sigara içiyordum resmen. Güldüm kendime, siktir, dedim, siktir! Canım sıkkın diye şarap almak için çıktığım bu yolda korkulu masalların ortasında cinlerin kucağına çekilmek üzereydim. Evime, kırdığım kadının yanına dönmek için tutuşuyordu içim. Avuçlarım terlemişti. Uzaktan köpek havlamaları gelmeye başlayınca tekrar harekete geçtim.
Artık koşar adımlarla giriyordum karanlığın göğüs kafesine. Rüzgâr ellerimi ve suretimi binlerce jilet gücünde doğruyordu ama olsun, mağarama ulaşmalıydım tekrar. Kadınımda hatırladığım şeyleri düşünüyordum bir yandan da.
Hafif çekik gözleri gülünce kısılıp kayboluyordu mesela. Kahkaha atarken başını geriye atıp ağız dolusu ve yürekten ünlüyordu ortalığı. Karşısındaki insanı da yükselterek gülmesini sağlayacak bir kahkaha. Yeşil papağanların konacağı kadar güzel ayaklar, ceylanları ürkütmeyecek kadar sakin eller ve bir karınca gölü haline getirilecek denli derin gamzeli yanaklar. İnsanı şaşkınlığa uğratacak zenginlikte bir üslup. Ve memeler. Ve omuzlar. Geçmişte kalmış ve gelecekte kurulacak harika bir çağın başlangıç noktası.
Yorulunca durdum. Nefes nefese, gözüm kararıyor, tam olarak nerede olduğumu seçemiyordum. Gökyüzüne baktım. Ve karanlığın artık daha aydınlık olduğunu, yıldızların daha yakın, daha ihtişamlı olduklarını fark ettim. İçime bir huzur doldu. Etrafıma bakınca seçiyordum artık olduğum yeri. Evimin önündeydim. Anahtarlar elimde, içimde dönebilmiş olmanın sıcaklığı kapıyı açtım.
İçeri girdiğimde buz gibi sessizlik karşıladı beni. Ev, kavganın yarattığı dağınıklığıyla bomboş duruyordu. Yalnızdım. Gitmişti. Terk edip.
Gülümsedim. Kapıdan çıkarken söylediğim cümle geldi aklıma. Demek, dedim, arandı ve gitti.
Ceketimi çıkarıp mutfak masasının sandalyesine geçip oturdum. Canım her zamankinden daha çok şarap çekiyordu artık. Ya da bir bıçak.
Ne olur ki artık, dedim kendime, dışarı çıkıp karanlıklarda kaybolsam ne olur ki? Her şeyi unutsam ne olur? Yürüdüğümü, durduğumu, uyuduğumu, güldüğümü unutsam ne olur? Yolda olsam ve kaybolsam, hatıralarım sadece ölümden ve acıdan ve kandan ibaret olsa ne fark eder?
Evden ilk çıktığımda cebimde yazılı duran kağıttaki üç kelime geldi aklıma. Üç kelime Türkçeye çevrilince aynen şu şekilde tercüme ediliyordu.
Gamhâr: Tasası olan, kaygılı. Mamafih: bununla birlikte. Müntahir: İntihar eden kişi.
Hayat tuhaf bir kolaj sağlamıştı.
Mutfak çekmecesini açıp kırmızı saplı bir bıçak alıp ceketime davrandım. Tam o esnada kapıda bir tıkırtı duyuldu ve kapı açıldı. Elinde şarap şişesinin durduğu poşetle bana bakıyordu. Gelmişti. Şarap almıştı. Başarmıştı. Özlemle kucakladım, kokusunun güzelliğinden başım döndü. Hem sevinmiş hem şaşırmıştı. Şarap şişesi yere düşüp patladı, parçalandı. Olsun, o vardı.
Onur Güzeldiyar
Bir an o karanlıkta ben de herşeyi unutup kayboldum, şarap şişesinin sesiyle kendime geldim. Bir çırpıda ne keyifle okudum. Yüreğinden öperim.