“Yalnızca en kötü sonuçları doğuracak olayları
sezme eğilimim olduğunu fark ettim.”
Adolfo Bioy Casares
Otelin giriş katına indiğinde kendisini daha bir sakin, telaşının biraz da olsa yatışmış olduğunu hissetti. Sakalları uzamıştı, kesmesi gerektiği geldi aklına. Sabah namazını kılmış mıydı? Abdesti var mıydı? Hatırlayamadı birden. Kapının önüne çıkıp derin derin nefeslendi. Çay çekti canı. Hava serin, pırıl pırıl bir yoğunlukla sis perdesini kucaklamaya niyetlenmişti. Saat kaç? Rüyasındaki o cümleyi düşündü.
“Bil ki! Rabbim seni muvaffak eylerse, senin kaderinde bu cümlelerin yolu uzundur. Mânâ ile anlam arasında süzülüp duran şey, hakikâte ulaşmada senin için hazırlanmış bir boşluktur.”
Çay demlemek için mutfağa gitti. Otelde çıt çıkmıyordu. Kalanların hepsi sessizce çıkıp gitmişler, hatta Adem bile belki kuş olup uçmuş, kanatları kapkara ve kocaman bir kuş misali daha sıcak diyarlara, rüyalara gidip kaybolmuştu.
Adem’in rüyalardan rüyalara girip çıkabildiğini hayal etti Şeyh. Otelin her odasının insanlarla, misafir yahut müşterilerle tıka basa dolu olduğu bir geceyi düşledi. Çaydanlığın suyunu koyup ocağı yaktı. Su ısınsın, su ısınsın. Demlerim. Devam etti kuruduğu hayali süslemeye.
Otelin adını “Rüyalar ve Kaderler Oteli” olarak değiştirecekti. Gelip orada kalacak her kişiyi de kurduğu bu muhteşem müessesenin mecburi birer halkası gibi kabul edecekti. Hangi sebeplerle otelin eşiğini geçmiş olursa kişi, önemi yoktu ona göre. Odalara aylık kira ödeyen düşkünlerle, tek gecelik hazların peşinden yürüyenler aynı ölçüde hizmet etmekteydiler otelin nihai amacına. Yani Şeyh’in ulaşmak istediği tek şey olan, bugüne dek asla kendisine nasip olmayan, insanların rüyalarına…
Keşke gerçekten de Adem rüyalara sirayet edebilen bir boşluk olsaydı, diye geçirdi içinden gülümseyerek. Çayı demledi. Her şey daha kolay olurdu. Geceleri tüm odaları tek tek dolaştırır, otelin her odasından topladığı rüyaları tek tek Adem’e anlattırır, toplar, eğer, büker, her birini diğeriyle öylesine yakınlaştırırdı ki, Rüyalar ve Kaderler Oteli’ni kocaman bir rüya haline getirirdi.
İşte belki de o zaman boşluk dolardı gerçekte. Uğruna hayatını verdiği aman vermez ağırlık, rüya aleminin boşluğa yakın tabiatına böylesine bütün bir çabayla yaklaşınca, belki de dağılan ve her gece farklı görünümlerde tekrar tekrar toplanan sonsuz bir otel rüyası olarak, varlıkla yokluk arasındaki zamanı emen koca bir bulanıklığa dönüşürdü.
Sarhoşların kupkuru ağızlarıyla sürekli susadıkları rüyaları, yaşlıların dingin ve mazi dolu rüyalarına katıp, bir gebenin karnında mışıl mışıl uyuyan ışık dolu bebeğin rüyasında tamamlardı. Şehvetli erkekleri biraz uzağa, ağzı bozuk ve feleği yakından tanıyan kadınların ucuna iliştirirdi. Tek rüyanın kıyısından geçenleri, ortasında olanlarla tanıştırır, bir otel dolusu rüyayı kimsenin farkına varmayacağı tuhaf hislerle süsler, bütün rüya görüp de uyananlar birbirlerine, sabah aklımdaydı, ama şimdi hatırlamıyorum, derdi.
Sandalyesi ve çayıyla kapının önüne çıkıp oturdu. Sokakta işlerine yetişmeye çalışan tek tük insan çapaklı ve şiş gözlerini henüz tam açamadan, öğrenilmiş bir şuursuzlukla kendi yollarına gidiyordu. Sabah suyuna bir tekli cigara içmeye bayılırdı Şeyh. Şekersiz, taze çay eşliğinde yakıp, düşünmeyi severdi.
“Vasıtanın bulunmadığı bir birleşmeden medet ummak, yangın ile ateşi ayrı tutmak gibidir. Eti, ruh ile birlikte fakat ruhu etten ayrı kılmak gereklidir…” diyordu rüyasındaki kör köpek. Oyulmuş, yeni kazılmış iki çukura benziyordu gözleri. Burnu ıslak, dili pembe, sesi sertti. Sanki tüyleri yoktu da kirli gride karar kılmış kaşmir bir kazak geçirmişti üstüne. Tüm rüya boyunca başı önünde, iki metrelik kızıl bir İran halısının sınırlarını aşmadan dönüp durarak konuşuyordu. Şeyh nedense ağlamaklı olduğunu hatırladı o esnada. Kör köpeğin önünde oturmuş, iyice ufalmış, ezilmiş, biçare…
Hâlden hâle, rüyadan rüyaya hareket etmenin mucizesine erişmek nasıl da zordu. Bağışlanan bu sırra ermek, bu kabiliyete hasıl, bu sırra mutabık olmak ulaşılmaz bir meziyetti. Adem, sadık bir insan olmaktan başka bir şey değildi. Ama Halatçı?
Kör köpek devam ediyordu konuşmasına:
“Hareketi, isabet ettiği yerler dolayısıyla özel kılan Rabbim, kelamı ve makamı da isabet ettiği yer dolayısıyla özel kılmıştır. Dolayısıyla, kelam ve hareket, makama ulaşmanın en özel vasıtasıdır…”
Hayâlini kurduğu “Rüyalar ve Kaderler Oteli” geldi tekrar aklına. Halatçı’yı düşündü. Birden bu otele gelmesi, geldiğinde mecnuna dönmüş bir aşıktan farksız, isimsiz, amaçsız adamı. Bu otel onun kaderi olmuştu birden. İsmi olmuştu, bir vazife edinmişti kendisine ölümle alakalı. Kaç tane halat sattı, kaç kişi o halatları kullandı bilinmez. Ve sonra işte Şeyhin gördüğü bu rüya, kör köpek ve şimdi Halatçı, biçare, hiçbir şeyden habersiz, orada neden tutulduğunu dahi bilmeden, hangi sınavı vermesi gerektiğinden bihaber, bodrum katındaydı.
Şeyh içinde bir kıskançlık büyüdüğünü sezdi. Aklına tavan arasındaki çember geldi. Kızdı kendine. Halatçı’nın buraya gelmesi onun kaderiydi dedi, fısıldayarak kendine, benimse bu rüyayı görmem hepimizin kaderi. Bu oteldeki herkes bir ağın ilmek ilmek örülen şifresinde yapışıp kalan sırlardan ibaret. O da ne olması gerekiyorsa ona dönüşmek için geldi buraya. Acı çekilecekse çekilecek. Ölecekse insanlar, ölecek.
“Oluş aksamadan, kendi sırlarını vakti gelince, acı yahut güzel, ama ne olursa olsun bir şekilde çözecek…”
Oluş aksamadan… oluş aksamadan… oluş aksamadan… diye tekrar edip dururken otelin kapısında ayak sesleri olduğunu fark edip döndü Şeyh, Adem kalkmıştı. Arkasını dönüp, kafasıyla yanına gelmesi için işaret edip çağırdı. Adem severdi Halatçı’yı, biliyordu. Halatçı hakkında bir açıklama yapması gerektiğini, belki rüyasını, belki de her şeyin sebebini açıklamak gerekiyordu Adem’e. Yanına kadar geldiğinde elindeki boş çay bardağını uzatıp eline tutuşturdu Adem’in. Bir bardak daha çay istedi. Geldiğinde, çayı yudumlamadan, bir sandalye al gel yanıma, dedi.
Adem oturduğunda, dönüp bir süre onun gözlerinin içine baktı Şeyh. Bu adam sessizlik, sadakat ve güvenden ibaretti. Bir açıklama yapmasına gerek yoktu. Öyle yapılması gerektiğini biliyordu Adem ve olması gereken olmuştu. Şüphe söz konusu olamazdı. Oluş aksamamalıydı.
Bundan sonrasında Halatçı için neler yapılması gerektiği üzerine talimatlarını sıralamaya başladı Şeyh.
“Sadece yetecek kadar, tek çeşit yemek vereceksin. Sadece kendisiyle konuşmasına müsaade edecek kadar, aklını kaybetmemesini sağlayacak kadar içki ve cigara vereceksin. Bunu sana söylememe gerek yok tabii, ama sadece ehemmiyeti yüksek bir şey olursa, ben bir şey söylemeni istersem açacaksın ağzını. Sadece kendisini ve çevresini göreceği kadar ışık vereceksin. Umut yok. Ümit yok.”
Çayından içmeye devam etti. Adem tepkisiz, sokağa bakıyordu dik dik. Yapması gerekenleri anlamıştı. Şeyh çay bardağını sıkan parmaklarını incelerken, kafasındaki kör köpek konuşmaya başladı.
“Bil ki, cümle alemin sonsuz gariplikteki alemleri, acayiplikleri, halleri, görünümleri vardır. Benim etimi ne diye görürsün? Ben senin etini görmem. Sendeki gariplikleri, acayiplikleri, halleri, sen ne diye görürsün? Ben senin ruhundakileri ne eksiklik ne de fazlalık olarak görürüm. Ki zaten, varlığıyla yok olduğumuz şey et değil, olması gerektiği için her şeyin sahibi olan adına, şimdi ben kör bir köpek… Karşımda ise sen, yerlerde sürünen aciz bir rüya olmuşsun. Artık onun her şeyini al ve sadece nefesleriyle baş başa bırak ki, olması gereken her ne ise, oluş aksamasın, o da olsun…”
Şeyh, rüyasını her zerresiyle hatırlıyordu. Zıddı olanı var etmek zorunda olduğunu biliyordu. Adem’e döndü ve usulca fakat net şekilde konuştu.
“Gayeni unutursan, her şeyi unutmuş olursun.”
Onur Güzeldiyar
header.all-comments