Çok şeye sahip olmak eksiltiyor bizi. Yani bir gün gitmeyi başarabilirsem, bavulum ceplerim olmalı en fazla. Böyle düşünüyorum yatağın içinde debelenip dururken. Saat üçü geçiyor ve ben güne başlamaya tenezzül bile etmiyorum. Bir işaret bekliyorum yataktan kalkmak için, o işaret belirmezse yorganı üstümden kaldırmayacağımı biliyorum. Galiba dert etmiyorum artık koca bir günü bu şekilde heba etmeyi. Sanki burası benim korunaklı alanımmış gibi hissediyorum. Yatağımdan çıkarsam başıma geleceklerden korkuyor, akan hayatın bana küçük bir çakıl taşıymışım gibi davranmasından koruyorum kendimi.
Annemin mutfaktan gelen sesi odama giriyor. “Kahve içecek misin,” sorusu beklediğim o işaret oluyor böylece ve yığılıp kaldığım yataktan söküp alıyor beni. “İçerim anne,” diye sesleniyorum yorganı üstümden alırken. Bu sefer de, “Sütlü mü sütsüz mü,” diye soruyor annem, ben de yıllardır verdiğim cevabı verip, “Sütlü olsun anne,” diye sesleniyorum. Hâlâ uyku sersemiyim, kendi sesimden rahatsız oluyorum. Evet biraz da anneminkinden. Annem “Teyzen de burada, kahveler soğumadan gel,” diye sesleniyor şimdi de. Öyle bir telaş tınısı var ki sesinde sanırsın kahveler dünden beri hazır. Halbuki annemin huyunu biliyorum, aceleyle çağırır hep. Çünkü bir an evvel yanında olalım ister.
Güç bela çıktığım yataktan banyoya doğru gidiyorum. On iki saati geçen uykum yüzünden suratım öyle bir hal almış ki aynaya baktığım an, sıfatına sıçayım senin, demek geliyor içimden ama öz saygımdan ötürü susmayı tercih ediyorum. Soğuk suyu yüzüme çarpmamla beraber gelen ferahlıkla yine pişman oluyorum günü öldürdüğüme. Bu senaryonun kendini tekrar etmesine ve benim buna bir dur diyemememe sinirleniyorum. Musluğu kapatıyorum. Akarak taşları, kayaları, dağları yontan suyu durdurmanın bir yolu var, zamanı durdurmanınsa yok, diye düşünüyorum yüzümü kurularken ve havlunun değiştirilmesi gerektiğini fark ediyorum. Kokusu dayanılacak gibi değil çünkü. O an bir kez daha anlıyorum, küçüklüğüyle hiç görülmeyen ve yapılması gereken ne çok iş var bu evde. Ve bunları biz neden hep anneme yüklemişiz?
Annem köpüren sütü alıyor ocaktan, teyzem de tatlı kaşığıyla kahveleri döküyor kupanın içine. Bana öyle geliyor ki oturup dertleşmek için sabırsızlanıyorlar. Bir kahve kokusu sarıyor mutfağı. Annemle teyzemin kahve içmeye başlamadan daha, günlük meselelerden konuştuklarını fark ediyorum. Kahve içtikleri zamansa birbirlerine içlerini açıyor, geceleri onları uyutmayan mevzular yatırıyorlar masaya. Ben, bir gün eksiksiz bir şekilde hatırlamak isterim diye, onların konuşmalarını kaydetmek istiyorum her defasında ama unutuyorum. Hem iyi diyalog yazmak isteyen insanlara dinletilebilir belki, diye düşünüyorum bir de. Neden böyle bir şey aklıma geliyor bilmiyorum. Gerçi bir iç çekişin sesi yazıya dökülür mü? Sanmıyorum ya, neyse… Kahveler içildikten sonra ne konuştuklarını hayal meyal hatırlıyorum annemlerin ve seslerini kaydetmediğim için kendime kızıyorum. Aklımdan silinmeyen, görüntüsü kuvvetli iki şey kalıyor geriye. Annemin kahveyi küçük küçük yudumlayışı ve her defasında “Nasıl oğlum, güzel oldu değil mi kahve? Sıcak sıcak, oh,” derkenki o yüzü.
Onlar konuşmaya başlayacak birazdan, ben yine her zamanki gibi sadece onları dinleyeceğim. Annemin gözlerinin içine bakıp, can sıkıcı konulardan konuşsalar da, o andan ne kadar keyif aldığına bakacağım ve mutfağımıza sığdırdığımız o anın tadını çıkaracağım. Aklımdan bir kez daha geçecek, mutfakta oturup sohbet ettiğimiz anların yaşadığım en güzel anlardan biri olduğu. Her piyango bana çıksa da hiçbirinin bu kadar kıymetli bir şeye sahip olma imkânı vermeyeceğini bir kez daha hatırlıyorum.
O sıra odamdaki telefonumdan bildirim sesi geliyor. Hayır gitme, unut telefonunu, şu an için yok say hatta diyorum ama engel olamıyorum kendime. Yürümeden bir tık hızlı tempoyla gidiyorum odama. Yoldaki süreçte neden bu kadar merakla ve istekle telefona koştuğumu sorguluyorum. Mesaj atmasını beklediğim kim var ya da kim yok ki hayatımda? Ekranı açıyorum ve bir alışveriş merkezinden gelmiş mesajı görüyorum. Telefonlarımızın deniz, bu markalarınsa birer pirana olduğunu düşünüyor, telefonu aldığım yere bırakıp mutfağa dönüyorum.
Ben tekrar mutfağa geldiğimde annemle teyzem karşılıklı oturmuş, çoktan konuşmaya başlamışlardı. Annem bir an teyzemle olan muhabbetine ara verip, “Al oğlum sen de kahveni tezgâhtan, gel otur bizle,” dedi. Ben de kahvemi alıp onların çaprazına oturdum.
“Ah güzel anam, hep güzel ölüm istedin öyle de oldu. Kaydın gittin dünyadan.”
“Sen annemin yanındaydın abla, ambulans geldiğinde anlamış mıydın?”
“E son zamanlarda biraz daha kötüydü. Olmayan kelebekleri, insanları ve anılar görmeyi bırakmıştı, ölüp gidenlerle konuşuyordu. Onlara kavuşur gibiydi. Çağırıyorlar beni kızım demişti. Çağırıyorlar beni”
“Yok onu demiyorum, ambulans geldi ya hani, kurtulur dedin mi içinden? Tam o anı soruyorum.”
“Geçen seferki gibi değildi. Anladım sanki ama anne işte. Konduramadım ölümü.”
“Babamda da annemde de Emre’ye bakıyordum. İkisinin de yanında olamadım. Sen hep yanlarındaydın.”
Teyzem ne annesi ne de babası ölürken yanlarında olamamaktan yakınırken gözleri doldu. Sesi çatallaştı. İki eli de gözlerine uzadı, yanaklarına varmak üzere olan yaşları sildi. Annem, “Ağlama kızım, ben yanlarındaydım, ne fark eder,” dedi. Teyzem, “öyle ama, işte…” diyerek siz olsanız siz de benim gibi düşürdünüz demek istedi. Ne yalan söyleyeyim, ben de isterim.
Teyzeme hep kızım derdi annem. Artık, anneannem dünyada yokken bu hitap şekli ikisi için de çok daha farklı bir manaya ulaşmıştır, eminim. Sanki annem kızım derken artık daha kuvvetli, üstüne basa basa söylüyordu bu kelimeyi. Teyzem bu sesi duyduğunda gözünde her zamankinden kuvvetli bir ışık peyda oluyordu.
“Geriye bir teyzeniz kaldı,” demişti annem birkaç gün önce. O an seneler evvel annemin köyde doğup büyüdüğü evi canlandırdım gözümde. Anneannem fırında ekmek yapıyor. Dedem elinde gazete, oturuyor. Teyzem daha çocuk, çocukluk yapıyor işte. Dayım henüz bebek, anneannemin iki ayağını bir pabuca sokarcasına ağlıyor. Tam o an annem yetişiyordur imdada. Sonra aradan yıllar geçiyor, İstanbul’a taşınıyor bu aile. Önce en küçükleri dayım, sonra dedem, şimdi de anneannem ölüyor. İki kız kardeş, o evden bugüne kalan yegâne şey oluyor ve sarılmaları tüm zamanlardan daha da kıymetli bir hale geliyor.
“O sıra ben annemin yanındayım, ellerini öpüyorum. Hemşire bir iki dakika sonra gelip çıkmamı istedi.”
“O ekranda çizgili şeyler var onlar mı durdu da seni çıkardılar, bir şey öttü mü?”
“Hiç hatırlamıyorum. Ben ekranlara bakmam ki zaten kızım biliyorsun. Ama bizi çıkardıktan sonra doktor bir iki kere yanımıza geldi. Sanki bizi alıştırmaya çalışıyor gibi hissettim. Belki de, daha ölmedi, dediklerinde annem çoktan ölmüştü.”
“Kim vardı abla yanında?”
“Ramazan vardı. Ne dedesinin ne de babasının ölümünde ağlamamıştı. Annemin öldüğünü duyunca tutamadı kendini.”
“Gün yüzü görmedi ki annem.”
Teyzem konuşulanın yanı sıra kendi kafasından da bir şeyler geçiriyordu. Verdiği cevaplar çoğu zaman başka telden çalıyordu çünkü, buradan anlıyordum. Zaten teyzem hayatımda gördüğüm en büyük dalgınlıktı.
“Çok güzel öldü ama annem. Yüzü pamuk gibiydi, vücudu pamuk gibi. Ama sırtı mosmordu. Sordum hemşireye, kalp dedi. Ama onun dışında, hep istediği gibi güzel öldü annem. Allah çektirmedi. Bir o son dem aklı da gidip gelmeseydi…”
Annem az evvel, anneannem için çok güzel öldü mü dedi sahiden? Hatta ben sofraya ilk oturduğumda da dedi değil mi? Evet öyle dedi. Ölümün güzeli, acısız olanı mıdır? Ölüm nasıl güzel olabilir ki? Bırakmak. Bilinmeze gitmek nasıl güzel olabilir? Biliyorum, annem güzel ölüm derken kaçınılmaz olan bu göçün acısız olmasından bahsediyordu. Buna bakılırsa evet, anneannem güzel ölmüştü. Bakımıyla annemle teyzeme daha fazla yük olmadan, sürekli kavuşmak istediği oğluna kavuşarak.
“Şu mermer işini de bir halletsek, aradan çıksa ne iyi olacak.”
“Sen gelemezsin değil mi teyzesinin kuzusu?”
“Ne mermeri anne, ne gelmesi teyze? Anlamadım neyden bahsettiğinizi?”
“Dedenlerin mezarlığındaki o patika yola mermerden basamak yaptırmak istiyoruz. İnip çıkması zor, biz de kaç yaşına geldik.”
“Anne şimdi ne söylesem yalan olur, zor benim yakın zamanda memlekete gelmem.”
“Abla sen cenazeyi kaldırdığımız gün Havva’nın Ertuğrul ne dedi duydun mu?”
“Yok duymadım hiç.”
“Anneanneyi neden kutuya koydular?”
“E ne cevap verdi Havva?”
“Havva ağlıyordu cevap veremedi.”
Ertuğrul iki yaşındaydı galiba, o gün sorduğu soruyu şimdi duyunca tüylerim diken diken oldu. Canımızdan kıymetli birini bir kutuya koyup toprağa gömme fikri üstüme bir ordu gibi koşup altına aldı beni. Allak bullak oldum. Bir daha birinin asla var olmayacağı düşüncesi zoruma gitti. Hemen annemin elini tuttum. O sırada teyzem konuştu, yine aklına nerden geldiyse konudan uzak bir şey söyledi. Evet bu kadın kesinlikle bir dalgınlıktı.
İkisinin de kahvesi bittikten sonra benimkiyle beraber aldığım boş kupalarını sudan geçirip makineye diziyordum, onlarsa hâlâ konuşuyordu.
“Biz edemez miyiz abla o mermerleri?”
“O mermerleri taşımak... Bu bellerle biz nasıl edelim?”
“E tutarız bir adam. Olmaz mı abla?”
“Olur.”
“O zaman ne bekliyoruz, atlayalım uçağa yarın. He olur mu? Hem zaten annemi de köyün havasını da çok özledim.”
“Olur valla gidelim. Zaten neden bu kadar erken geldiysek... Ufuk sen de biletlere bak oğlum olur mu?”
“Olur anne, bakarım.”
“İyi abla o zaman ben gidip bavulumu hazırlayayım, sen de çok oyalanmadan çıkar o işi aradan. İstersen yardıma da gelirim.”
“Hiç bavulla uğraşamayacağım valla kızım. Cebime sığanla gelirim ben.”
Osman Alp Denizler
Comments