Toptan yeni gelmişim, annem kapıda beni karşılar karşılamaz, “Doğru banyoya,” demiş ve ben de çaresiz hemen banyoya koşmuşum. Saniye geçmemiş, annemin, “Çoraplarını da çıkar,” ikazıyla durmuş, çoraplarımı çıkarıp bir kenara fırlatmışım. Annem de her zaman olduğu gibi arkamı toplamış.
Banyoya girip elimi, yüzümü ve ayaklarımı yıkamaya başlamış, vücudumda kurumak üzere olan terimi musluktan akan suyla beraber şehrin kanalizasyonlarına karıştırmışım. İki dirhem boyum, belki de hâlâ süt kokan ağzım ve tüm çocukluğumla kurt gibi acıkmışım. Saatlerce top oynamış bir çocuk olarak bir işçi kadar yorulmuşum. Tam o an, annemin biricik mercimek çorbasının kokusu gelmiş burnuma ve bu koku, daha ellerimi kurulamadan ensemden çekip mutfağa sokmuş beni. Kaşıklayarak, nefes bile almadan bitirmişim ilk tabağımı.
“Anne,” demişim, “Bundan sonra hep, bundan sonra sadece mercimek çorbası yap olur mu? Çok seviyorum ben.”
Annem değil mi, bilir. Koymuş hemen ikinci tabağı önüme. Elleriyle doğramış ekmeği içine. Çok severmişim o zamanlar mercimek çorbasına ekmek doğramayı, makarnaya şeker dökmeyi ve pilava haddinden fazla ketçap sıkmayı.
İki tabak çorbaya neredeyse yarım ekmekten fazlasını doğrayınca doymuşum. E doyunca da “Eline sağlık anne,” deyip yangından mal kaçırır gibi odama koşmuşum. Annemse arkamdan, “Şu tavuktan da biraz ye kemiklerin kuvvetlensin oğlum. Topa sert vuramıyorum diye üzülüyorsun sonra,” diye seslenmiş. Topa daha sert vurma fikri aklımı öyle esir almış ki midemde hiçbir şeye yer kalmadığını unutmuşum bir anlığına ve sofraya dönüp tavuktan da yemişim. Ama şimdi olduğu gibi, kemiğe dokunmaktan o zaman da nefret edermişim. Bu yüzden annem tavuğun löp etini elleriyle ayıklayıp öyle koyarmış önüme. Bana sadece çiğnemesi kalırmış, anneme hep ceremesi.
Tavuğu da yedikten sonra artık hiçbir engelim kalmamış ve bu kez kesintiye uğramadan fırlamışım odama. “Ellerini yıkamayı unutma oğlum,” diye seslenen anneme, “Yıkadım annecim,” diye yalan atmışım ve uzanmışım yatağıma. Annem ardımdan bulaşıklarımı yıkamış, masayı silmiş ve birazdan gelecek olan babam için tekrardan sofrayı hazırlamaya başlamış. Ama babamdan önce gelen abim, “Anne çok açım, yemekte ne var,” deyince kime niyet kime kısmet yasası devreye girmiş ve annem abimin de karnını bir güzel doyurmuş. Sonra masayı silmiş, toplamış. Zil yine çalmış, babam gelmiş. Annem robot ya, bir kez de babam için ısıtmış yemekleri.
Ben yatağıma uzanınca, günün yorgunluğuyla baş edemeyip uyuya kalmışım. Annem gelmiş, üstümü örtmüş. O kadar yorulmuşum ki annem içinden, “Sabaha kadar uyur şimdi yavrum,” diye geçirmiş. Sahiden de öyle olacakmış ama odamın balkonundan sesler işitmişim. Bir iki derken uykumla aramdaki bağ zayıflamış. Üç dört deyince de uyku beni terk etmiş. Açmışım küçük gözlerimi, hava iyice kararmış, uykudan yeni uyanmak gözlerime bulanıklık katmış. Net göremeyince iş tamamen kulaklarıma kalmış. Sağ kulağım sol kulağımla istişare etmiş. Bunun bir kanat sesi olduğuna kani olmuşlar. “Yok canım balkonda kuşun ne işi var?” Kulaklarım hemen inanmışlar. Ama kanat sesleri varlıklarını kanıtlamak istercesine şiddetlenmiş ve beni yatağımdan kaldırıp balkonun kapısını açmaya ikna etmiş. Ben de açmışım balkonun kapısını. İlk defa bembeyaz bir güvercin görmüşüm, şaşkınlığım boyumu aşmış. “Bembeyaz, tıpkı kar gibi,” demişim içimden. Fakat kuşun sağ ayak bileğinde bir kırmızılık çarpmış gözüme. Kan demişim. Ve bu ürkütmüş beni. Kuş kanatlarını çırpmaya devam etmiş. Kalbim buna hızlanan atışlarıyla karşılık vermiş. Heyecanlanmışım, bu heyecanla birlikte kuşa doğru yürümeye başlamışım. İlk defa bir kuşun gözlerinin içine bakmışım. Onun da bana baktığını fark edince heyecanım katlanmış. İyiden iyiye kuşun konduğu yere gelmişim ve ilk defa bir kuşun benden kaçmamasının şaşkınlığına nail olmuşum. Ona, “Seni misafir etmek istiyorum, yarana bakmak…” diyen ellerimi uzatmışım. Önceden söyleseler inanmazmışım ama bir ilki yaşayarak avuçlarıma kuşu almışım. Karşılıklı, eşsiz bir güven duygusu sarmış bizi ve ellerimin içinde bir kalbin attığını fark etmişim. Ellerimde bir kalbin atması, bu beni çok etkilemiş. Ve tüm narinliğimle onu balkonun içinde güvenli bir köşeye bırakıp annemin yanına koşmuşum.
Annemle birlikte balkona geri geldiğimizde kuşun orada olmamasından çok korkmuşum. “Anne ne olur gitmesin kuş, tamam mı? Anne ne olur onu iyileştirelim, tamam mı?” demişim odama doğru telaşla yürürken. Annemin iki ayağını bir pabuca sokmuşum böylece ve annem tüm olasılıklara hazır olmak adına kuşların özgürlüklerinden bahsetmiş bana. O an, odamın kapısından içeri girip balkonun ününde durduğumuzda, yüzüm annemin avuçlarının içinde, kurduğu şu cümle beni ömrüm boyu takip etmiş.
“Gitmişse de üzülme oğlum, özgürlük onu iyileştirir.”
Neyse ki kuşumuz gitmemiş ve biz de onun için, içine girebileceği karton bir kutu koymuşuz balkonumuza. Annem önce ellerine almış kuşu, öpmüş. Sonra kutunun içine geri koymuş. Yanına da bir kâse buğday ve su bırakmış. Yarası içinse merhem hazırlayacağını söylemiş ve tekrar mutfağa gitmiş.
“Kuşumuz sana emanet tamam mı oğlum?”
Annemin kuşu bana emanet etmesiyle omzumdaki yük bir hayli artmış. Bu yüzden ona daha fazla vakit ayırmaya başlamışım. Avcumun içine alıp hep sevmişim onu, o da hep sevdirmiş kendini. Kuşarkadaşımla uğraşırken, o çok istediğim ama bir türlü alınmayan bisikleti unutmuşum. Büyük bir hediye göndermiş bana gök. İçim içime sığmamış, bembeyaz güvercinim olmuş çünkü. Her anım onunla geçmeye başlamış, daha az top oynar olmuşum. Okuldan kalan vaktimi onun başında geçirmişim, onunla konuşmuşum. Suyunu, yemini tazelemişim. İçine pislediği kutunun gazetesini değişmişim. Annemin dediğine göre yeni bir arkadaş edinmişim. Göklerden gelen bir arkadaşım olmuş. Göğü içime sığdırmışım.
Derslere çok odaklanamaz olmuşum. Aklımda hep eve gidip kuşarkadaşımla sohbet etmek varmış. Her gün saat üçte annemin hazırladığı merhemi yarasına sürüyormuşum. Merhemi sürmek için her dokunuşumda canının az da olsa yandığını görmek benim de içimi yakıyormuş ama iyileştiğini, artık balkonun içinde yavaştan yürümeye başladığını görme umudu buna katlanmamı sağlamış. Fakat annemin dediğine göre hâlâ vakit varmış, kuşarkadaşımın tamamen iyileşmesi için.
Okulda bütün arkadaşlarıma beyaz bir kuşum olduğundan, yanına gitsem dahi kaçmadığından bahsetmişim. Çoğu inanmamış, “Beyaz güvercin mi olur hiç?” demişler. İnananlar da inatla bize gelmek istemişler. Ellerinde bir kuşu tutabilmenin fikri bile heyecanlanmalarına yetmiş. Ama okuldaki arkadaşlarımı kuşarkadaşımla tanıştırmak için onun iyileşmesini beklemişim, sağlığını riske atmak istememişim.
Annem o kadar mutluymuş ki kuşarkadaşımla olan ilişkimden, ona titizlikle bakıp onunla arkadaş olmamdan… Bazen dua edermiş bu yüzden.
“Şu kuş iyileşip gitse bile arada bir uğrar inşallah balkonumuza, uğrar da oğlum bu karşılıksız sevginin kıymetini hiç unutmaz.”
Mesela abim söz vermiş bana.
“Sen bu kuşu tamamen iyileştir bak o zaman ben de ona takla attıracağım, hatta sana da öğreteceğim nasıl yapıldığını,”
Ben de bu vaatten sonra her akşam kuşarkadaşıma takla attırdığım anın hayalini kura kura uyuya kalmışım. Ablamsa kuşla olan münasebetimi büyük bir gülümsemeyle izliyormuş hep, böylesine sevgi dolu olmam ona da iyi geliyormuş. Kuşu eline almaktan biraz çekiniyormuş ama yine de kuşarkadaşımı çok seviyormuş. Hatta belki ilgimi çeker diye Yaşar Kemal’in “Kuşlar da Gitti” kitabını almış bana, ama ben yirmili yaşlarıma geldiğimde okumuşum o kitabı. Okuduğumdaysa kuşarkadaşımın anısı canlanmış, gözlerim dolmuş. Boş ellerimde onun küçük kalbinin atışını hissetmişim. Sadece babam, o biraz başka bakmış bu duruma.
“Şu kuş iyileşsin hemen salın gitsin, bununla uğraşılmaz. Balkonun her yeri bok oldu,”
Annem bunu duyduğunda, deme çocuğun yanında öyle şeyler der gibi bakış atmış babama. Ama ben o cümleyi duymuşum, iş işten geçmiş. Üzülmüşüm. Kuşarkadaşımdan ayrılma fikri beni korkutmuş.
Bir gün okuldan dönmüşüm. Yine ilk iş, koşmuşum kuşarkadaşımın yanına, ona sarılmak onu öpmek istemişim. Ama bir türlü görememişim balkonun içinde. Karton kutusunun içine bakmışım, orada da yokmuş. Yer yarıldı da içine mi girdi diye düşünmüşüm göğe bakarak. Geri gelir diye saatlerce oturmuşum balkonda. Bu sürecin her saniyesinde dua etmişim. Duam kabul olmamış.
Yıllar sonra öğrenmişim, babam henüz iyileşmemiş kuşarkadaşımı iyi bir paraya satmış. Bazı insanlar için büyük bir zevkmiş bu. Hatta çok çok eski zamanlarda bir gelenekmiş. Yaşar Kemal’den öğrendim.
Babam bu yaptığını hepimizden saklamış, biz de kuşun bizi bırakıp gittiğini sanmışız. Hastane odasında, son nefesini verirken söylemiş bunu bize. O an hesap sormak için pek doğru bir an değilmiş. Atmışız içimize.
Şimdi soracaksınız, “Peki sen bu hikâyeyi neden başka birinden duymuş gibi anlatıyorsun?” diye. Çünkü benim hikâyem de kuşarkadaşımla beraber uçup gitmiş. Bugün otuz yaşındayım ve hâlâ kulağım bir kanat sesinin balkonumdan içeri girmesini bekliyor. Kuşarkadaşım bir gün geri gelirse, o zaman tekrar anlatacağım bu hikâyeyi. Direkt, kendi ağzımdan.
Osman Alp Denizler
Comments