Pikaba bir Müzeyyen Senar plağı yerleştirip balkondaki masaya kuruldu. Ömrümüzün son demi sonbahardır artık... Kadehten gelen anason kokusunu içine çekip ciğerlerindeki havayı tazelerken göz ucuyla süzdü masayı. Keserken dağılmış iki dilim Ezine, kırma zeytin, hâlden geçerken kızıllığına dayanamayıp aldığı barbunlar... Her şey tastamam olsa da bir tek zeytinyağlı börülcenin olmayışına içerlendi. Daha önce tadılmış bir şeyi insanın canı çektiğinde, belki oralarda bir yerlerde tadı kalmıştır diye damaklarını şaplatması gibi sesler belirdi ağzında. Yine de bunu ona belli etmemek, evliliklerinin elli altıncı yılında ona yapacağı sürprizi, bir ilki ve bu ilkin yaratacağı büyüyü bozmamak için yüzündeki kara bulutları hemen dağıttı. Hem ne biliyorsun dedi kendi kendine; belki de mutfakta, tam da şu an börülceleri ayıklıyor.
Gergindi. Alnında beliren terin zamanın gelgitleriyle aşındırdığı yüzündeki kırışıklıklardan süzülüp sofra bezine damlaması bunu doğrular nitelikte. Ardı ardına tazeledi kadehi. Dinmedi hararet. Çok değil, biraz esse rahatlayacaktı. Panjurları aralayıp göğün ya eserse ihtimaline sığındı. Yaprak kıpırdamadı. Birazdan olacakları düşündüğünde bu heyecanını normal karşıladı. Kolay mı? Koskoca elli altı yılın ardından dudaklarının mührünü söküp yüreğinin tozlu raflarından gün yüzüne çıkaracağı cümlenin hâlâ canlı olup olmayacağına şahit olacaktı. O, elinin zeytinyağı kokusuyla masaya gelmeden yüzündeki ifadeye tezat bir sesle provaya soyundu.
Se...
Sen...
Sevi...
Seni seviyorum Şerife...
Boğazında bir acı hissetti. Alelacele sardığı tütünün dumanıyla dağladı bu acıyı. Maziye bir bakıver neler neler bıraktık... Neden yarım asırdır bu cümleyi haykırmadığına yakındı. Sevmiyor muydu? Asla dercesine çattı kaşlarını. Öğretmenliğe ilk atandığı doğunun ücra bir köyünde, avluya sonbaharın hırpalayıp döktüğü yaprakları temizlediği esnada kapının önünden geçerken kısa bir anlığına gördüğü, göz göze geldiğinden beri bitimsiz bir sevdaya tutulduğu Şerifesini nasıl sevmezdi? Alevi diye kendisiyle görüştürmeyen babasının inadından vazgeçmesi, bu hayatta her şeyin özünün insan olduğunu anlaması için yıllarca beklemedi mi? Kirpiklerindeki en ufak bir nemlenmeye dahi dayanamazdı yüreği. Onun tek bir gülüşü için tereddütsüz verirdi canını. İyi ama nedendi bu sözlere vurduğu prangalar?
Aslında söylemeyi çok istemişti. Fırsatı da oldu epeyce. Ortanca oğlan Selim’e hamile kaldığını öğrendiğinde Şerife ile göz göze geldikleri o birkaç saniyelik sessizlikte –hep erkek bir evlat istediğinden ilk seferde bu bakışma kısmet olmamıştı. Büyük kız Halime’nin memurluktan aldığı ilk maaşla köfte yemeye gittikleri ve biriken babalık övüncünden aldığı cesaretle Şerife’nin elini tuttuğu anda. Bütün bir güne sığdırdığı anneliğin, hizmetçiliğin, aşçılığın ve kadınlığın ardından sanki tüm bunları yapan o değilmiş de bir başkasıymış gibi enerji ve özveriyle kurduğu rakı sofralarındaki üçüncü kadehten sonra Şerife’ye olan derin minnet bakışlarında. En çok da geçen sene, bir Ayaz’ın bir Ayşe’yi çok sevdiği, bir Kaan’ın bir Melike’den ölse yine de vazgeçmeyeceği, bir Hasan’ın hem yaratıp hem unutmasından dolayı Tanrıya isyan ettiği, bir babanın bir evlada gölgesinin yettiği, bir kalbin ortadan ikiye ayrıldığı sahil bankında oturmuş denizin kıyıya getirdiği dalgaları izlerken elini tutup “iyisiyle kötüsüyle geçti bir ömür. Ve iyi ki seninle geçti bu ömür Bey.” dediğinde. İşte en çok o zaman seni seviyorum demek iştemişti. Çünkü yarım asırlık evliliklerinde ilk defa o an sevildiğini duymayı istemişti Şerife.
Duymadı.
Bir el... Sevilmeyi sonuna kadar hak etmiş bu kadına ne zaman hakkını teslim etmek istese içinde irin tutmuş, kendini gizlemiş ve sevgi sözlerine hazırlanan ses titreşimlerini boğmak için doğru anı beklemiş bir el... Belki de babasının tek mirası. Ayakları yere sağlam basan adamlardandı babası. Hayat kaygısının kaşlarına vurduğu çatık türden biri. Sevgi, erkek adam belli ederse değil, karşısındaki onu anlarsa var olur oğlum derdi hep. Sevgi zayıflıktı ona göre, karşısındaki kişi, oğlu bile olsa...
Bunca yıldır dilinin ucuna kadar gelen bütün o seni seviyorumlu cümleleri her seferinde geri çeken içindeki tarifi imkânsız ama gaddarlığı bâki bu ele yakınmanın haybeye olduğunun bilinciyle bir kez daha yakındı. Sonra bir kadeh daha...
Gümüşi rengiyle şehri aydınlatan Ay’a daldı gözleri. Geçip giden yılları düşündü. Bir iç hesaplaşmasıydı bu, kendi yansımasına hiç şahit olmamış birinin aynanın karşısına geçmesi. Önce temelleri sağlam bir yuva kurmak uğruna paslı şantiyelerde sabaha kavuşturduğu geceler, ardından evlatlarını kaygısız bir geleceğe hazırlamak için kalınan mesailer, bir nehir gibi akıp giden hayat ve onun sürükleyip götürdükleri ardı ardına belirdi zihninde. Şimdi İzmir’in saat on biri kaç geçtiğini bilmediği kıpırtısız bir gecesinde balkonda oturmuş ve kaybettiği hiçbir şeye üzülmüyor; sadece geçen bir ömrün telaşı içinde unutulmuş, hatırlandığı anlarda söylenmeye cesaret edilmemiş tek bir ayrıntının cehenneminde yanıyordu. Çıkmamış bir nefes. Söylenmemiş bir söz. Dilinin altında yer etmiş bir yara.
Seni seviyorum Şerife.
Bu sefer onun da kadehini doldurdu. Çift buz. Dördüncü kadehten sonra acılı ama nikbin şarkılara özel takındığı yüz ifadesiyle derin bir of çekti. Bu oflamanın altında bir nevi söylenmemiş sözlerin kefareti yatıyordu. Olsun, bugün bu masada, diye mırıldandı, ona sevdiğimi haykıracağım ve içimdeki yarım asırdır beni dizginleyen bu eli sonsuza kadar yok edeceğim. Babam gibi yaşadım ama babam gibi ölmeyeceğim. Giderken valizimde tek bir keşke dahi bırakmayacağım. Zamanın hançeri yüzünü öylesine buruşturmuştu ki gözlerini kısarak oluşturduğu kararlılık ifadesi bu izlerin arasında yok olup gidiyordu. Bu kararlılığının yok olup gitmesinden korktuğundan mutfağa doğru seslendi: “Hanım buzlar eridi.” Sesinde acelesi olmayan ama beklemeye de pek tahammülü olduğu söylenemez bir ton vardı. Kulağını kapıya doğru kabarttı. İçerden gelen belli belirsiz tıkırtıların dışında bir ses duyamadı. Küserek ayrılırsak olur inan ki yazık... Yine bizim hanım neler neler yapıyor diye geçirdi içinden. Emektar kadındı ne de olsa. Bir gün olsun sofrayı eksik etmemiş, tek bir gün söküğüyle işe göndermemişti. En önemlisi de hiçbir beklentisi olmayan o saf, o temiz sevgisi... Bir tek ‘seni seviyorum’ duymadan geçen yarım asra sığmış sabrı. Geç de olsa hiç olmamasından iyiydi. Birazdan bitecekti bu hasret. Sabırsızlandı.
“Hadi hanım.”
Kapı hafifçe aralandı. Genizleri yakan tedirginlik dışında henüz içeri giren yoktu. Bir süre elinde kadeh ile kıpırtısız bekledi. Az sonra papatyalardan olma pazen geceliği, her adımında buklelerini kıskanan rüzgârın bozarcasına salladığı saçları ve elinde zeytinyağlı börülcesi ile girecekti o kapıdan nasılsa. Oturacaktı masaya, önce oğlanın Amerika’da bulduğu ecnebi bir kızın örf ve adetlerimize nasıl uyum sağlayacağından dem vuracaktı. Ardından Bayındır’daki anneannesinden kalma zeytinliğin bu sene az zeytin verdiğini, dolayısıyla da bu kış zeytinyağını idareli kullanmamız gerektiğini, özellikle de zeytinyağlı börülceyi biraz azaltacağını söyleyecekti. Zaten geçen senenin börülcelerinin çok kılçıklı çıktığından yakınacaktı. Şerife tam karşımda otururken belki de her şeyden söz edecek, her şeyi yapacak, gülecek, kızacak, şaşıracak ama asla gözlerimin içine bakıp onu sevdiğimi söylememi beklemeyecek diye düşündü.
Gelmedi.
Geçen sene Şerife’nin ölmeden hemen önce çöpe döktüğü zeytinyağlı börülceleri yediğini görünce tuhaf bir mutluluk hissine kapılıp eve aldığı ve adını Efkâr koyduğu kedi, ayaklarına sırnaşınca onun bir daha asla gelmeyeceği, geceye ilan edildi. Ardından duyulan miyav mühürledi bu ilanı. Pişmanlık can evine kuruldu. Tarifsiz bir sızı, konuşsa kanayacak hissi. Yarım asır sonra ertelediği sözleri, “Seni seviyorum Şerife.” diyecek dermanı tam kendinde bulmuştu ki; o sözleri dinleyecek bir yürek bulamadı yanında.
Her sözün kendi ânında güzel olduğunu geç fark etmenin verdiği ızdırabı tüm hücrelerinde hissetti. Şerifesiz hayatının zeytinyağlı börülcesiz masasındaki son kadehini yudumlamadan önce, pikaptan çalan şarkıya birkaç damla gözyaşıyla eşlik etti. Maziye bir bakıver neler neler bıraktık...
Osman İlhan
Comments