Kalabalık bir caddede yürürken yanından geçenlerin yüzlerindeki kaygısızlığın yüzüne değmesinden yorulup, bir vitrin camında kendi yüzündeki kaygıları tazelerken fark ettin onu. Aslında birçok detay vardı yansımada. Hepsi tıpkı akmaktan keyif alan bir nehir gibi geçip gidiyordu, hırçın ve ne sürüklediğini umursamaz. Nicedir akan her nehrin en sert kayaları bile zamanla aşındırdığını biliyorsun, geçip giden hayatın ruhta yarattığı tahribatı deneyimleyecek kadar kaldın kendi yazgının içinde. Belki sırf bu yüzden bakışların onun gözbebeklerine raptoldu, orada öylece durup sana bakmasında akıp giden zaman nehrine bir ağaç inadıyla tutunmasında yavaşlamanın, hoyratça kullanılmamış bir yaşamın bildik izleri vardı. Belki de ondaki bu izleri kıskandın. Kim bilir...
Rastlantı değildi, -ki tesadüfün kısmeti söylemin oldu- olası sende yarattığı yılgıdan dolayı rastlantı olsaydı dahi, bunu kabul etmezdin, sadece bir karşılaşmaydı, dünyanın herhangi bir yerinin herhangi bir mevsiminde, görmeyenlerden, çok gördüğü halde bakmaya tahammülü olmayanların kullandığı boydan boya sarı şerit çekilmiş bir sahil yolunda, yahut şehrin üvey evladı bir ara sokak kaldırımında iki çift gözün kesişmesi muhtemel bir andı. Başka zaman olsa durmaz, herkes gibi telaşlı adımlarla sürünün gittiği yöne doğru ilerlerdin. Evet sürü. Başkalarının adımlarıyla şekillenmiş patikaları takip etmek, ayak basmamış bir ormanda yürümekten daha güvenliydi. Durmak, sürünün gerisinde kalmak kaybolmaktı sana göre. Ama başkalarının kurduğu hayallerin peşinden gidenlerin eninde sonunda kaybolacağını sana söyleyen bir çift göze neden takılıp kaldın? Onun bakışlarını bir anlam çıkarmaya değmeyecek kadar basite indirgeyip neden yürümeye devam etmedin? Yürüyebilirdin. Altı üstü her zamanki gibi fısıltılardan olma herkesin arasına karışıp herkes olurdun. O andan geriye belli belirsiz, silik bir dizi fotoğraf karesinden başka bir şey kalmazdı hafızanda. Zihninin unutuluşlar deryasına bir damla daha düşerdi en fazla.
Ama durdun
–da neden?
Sen ki son zamanlarda hiçbir şeye odaklanamayansın. Suratın asık, kimsenin yüzüyle kesişmiyor bakışların. Manzaran renksiz. Bir kuşun maviye süzülüşünü, tezgâhta kar suyu yemiş hamsinin gümüşi parlaklığını görmeye tahammülün yok. Geçen gün sokaktaki çocuğun topa vurmadan önce, “Abi bak şimdi nasıl vurucam,” dediğinde balkondan kendini apar topar içeri atıp, “vurucam değil, vuracağım,” diye zamane gençliğinin dizine kadar imla hatasına battığından yakındığını inkâr edecek değilsin ya! Oysa hepi topu çocuk. Yolunda gitmeyen bir şey var. Yolu katlanılmaz kılan, dahası varış yerini önemsizleştiren bir şey... Hayatın insana yaşadığını hissettiren günlük devinimlerine karşı algılarını yitirdin belki de, yahut neşesi çekildi ruhunun. Kim bilir...
Düşüncelerini de bir üşengeçlik almış yürümüş. Zihnin çöp yığını. Oysa kirli düşüncelerden arınmak, varlığının manasıyla yakından ilgilenebilmek, zihninin derinlerine kulaç atabilmek için tıpkı Demokritos gibi gözlerini oymayı dahi düşündüğün gecelerin oldu. Siyahın her tonuna sahip gecelerdi bunlar. Sadece düşündün. Yapamadın. Kibrin buna müsaade etmedi. Evet kibrin! Yüzleşmenin keskin oku sana her döndüğünde yedekte sakladığın bu yüz ifaden ne de acınası. Görecek bir şeyinin kalmadığından dem vuruyorsun. Belki de haklısın, görecek bir şeyin kalmamıştı ve en çok gözlerinden yorgundun. Ama kibrin kadar yorgun değildi ki bakışların.
Tolstoy’a öykünen gülünç sakalınla bir sahaf vitrinin önünde durmuş, camdaki yansımadan ona baktın. Korku ile merak arası hafif bir bakış. Unutamıyorsun o geceyi. Yüzünün yarısını Orwell’ın 1984’ü örtüyordu. Bir an için acaba bana mı bakıyor yoksa Orwell’a mı diye tereddüte düştün. Bakıyorsa utanç, bakmıyorsa uçurum. Hep bir arada kalmışlık. Geride tek bir ama bırakmamak için doğurduğun yığınla keşke. Bir yerde okumuştun, insan bu hayatta en çok yapmak istediklerinden yaptıklarını çıkardığında keşkelerine ulaşır diyordu. Ya da onun gibi bir şeydi. Kabaca bir hesaplama yaptığında çıkan sonuç seni sarsmıştı. Ben bunca keşkeyle ne yaparım diye düşündün. Keşke dedin, keşke zamanı geri alabilseydim. Ve hesaba bir keşke daha yazdırdın.
Aslında o an içten içe o kaygısız, dünyaya metelik vermez ifadeli insanların arasına karışmak için can atıyordun. İçinde seni tutan, dizginleyen o el fırsat verse tiz bir çığlık atacaktın. Öyle bir anda, pat diye. Her türlü tonlamanın kaygısından uzak. Ama insanların sana bakmasından korktun. Ne tuhaftır ki insanların sana bakmasından korktuğun o gece, aynı zamanda Picasso’nun tablolarından fırlamış saçlarınla bir sahafın önünde durmuş, arkandaki yabancının camdan sana bakmıyor olma ihtimalinden de korktun.
Gerçekten orada mıydı?
Ürperdin. Çünkü yanılsamalara meyillisin. Yıllardır gölgesinden şikayet ettiğin dağ vardı hani. Tam karşında, uzansan dokunabileceğin. Baban. Güneşini engellediğinden yakınıp durdun. Sana göre çıkılmamış yollarının, kurulmamış hayallerinin, yaşanmamış yarınlarının sebebiydi. Olumsuzu zorlayan tüm duyguların cisimleşmiş, ete kemiğe bürünmüş haliydi o. Ama bir sabah uyanıp yalnızlığın o kızgın ateşi üzerine düştüğünde sırf bir gölge umuduyla koştun oraya, dağa, babana. Gördün ki artık manzaran dümdüz ova. Ardından iş dönüşü çaldığın kapının açılmayışıyla yaşadığın büyük yanılsaman. Annen. Sana kendilerinin var olduklarına ve her zaman yanında olacaklarına inandıranların hiç ummadığın bir anda teker teker yok olmalarına şahit oldun. Güvenmiyorsun. Kimseye. Hatta kendine bile... Aynanın karşısına her geçtiğinde kendini çimdiklemen bundan. Ya yoksan? Kalabalık caddelerin kaldırımlarında yürürken durup durup vitrin camlarında kendine bakman bundan. Ya yoksan?
Gözünü kırpmadan sana bakmaya devam ederken fark ettin, bir şey vardı onun bakışlarında, bir his, koku, bir renk. Senin neden ona baktığını anlamaya çalışır gibi değil de daha çok bir manzaraya dalıp gitmek gibi saf ve beklentisiz. Onu daha yakından görebilmek için yüzünü biraz daha yaklaştırdın cama. Fakat bir anda kayboldu. Onu orada var eden şeyin aslında bir sokak lambasının yansıması olduğunu anlar anlamaz doğruldun hemen ve yeniden bakışlarınızın sarmaşığın dalları gibi birbirine kenetlenmesine derin bir oh çektin. Onun gözlerine, yanında duran varlığına baston misali sımsıkı tutunmuştun, gitse düşecektin.
Yağmur çiselemeye başlayıp akan damlaların camdaki yansımalarınıza perde örmeye başlamasıyla onun birazdan arkasını dönüp hızlı adımlarla şehrin ara sokaklarında kaybolup gideceğini düşündün. Kim bilir, belki bir bekleyeni vardı, sıcak bir yuva, güler yüzden olma bir merhaba. Benden geçip başkasına gidecek diye düşündün. Hep böyle olurdu zaten, kalmasını istediklerimizin gidecek yerleri olurdu muhakkak. Bizler sadece yönü gösteren tabelalardan ibarettik. Eninde sonunda, yolun sonunda arzu ettiklerine varırlardı. Bu olumsuzu zorlayan düşünceler sende tanıdık bir acıyı çağrıştırdı. Geç kalmışlığın, hayata, aşka, güzele, güzel olana... Panikledin. Nabzının hızla atmasının yarattığı o korkunç his, ağzından hızla çıkan buharın camda koca bir buğu oluşturmasıyla kendini ele verdi. Acaba ona eve gitmeyi teklif etsen, bir şeyler yeseniz, eğer o da seni severse gitmese, bundan sonra seninle yaşasa diye düşünecek kadar ileri gittin. Aklındakilerin bakışlarına yansımasından korkup göz kapaklarını kırpıştırdın. Bu esnada o, gitmek üzere hareketlendi. Boğazındaki yumruları yutkunup konuşmak için cesaretini topladığın sırada o, gitmek üzere hareketlendi. Daha fazla bekleyemezdin. Gidiyordu. Beklemedin de.
“Benimle gelir misin?”
Sesin ‘kim ne derse desindi, neyse neydi, ha gayretti tonlarına yakın’ kekemeliğin ise sınırındaydı. Kelimelerin bir kütüphanenin unutulmuş raflarındaki kitaplar kadar tozluydu ama yine de anlamından hiçbir şey kaybetmemişti. Ondan gelecek cevabı hem duymayı çok istiyor hem de duymaktan ölesiye korkuyordun. Bir kez daha araf. Sana baktı. Yanlış bir karar vermekten çekinir gibiydi gözleri. Ya da sen öyle sanmıştın. Bir süre bekledi. Kalabalıkların arasına karışıp herkes olmadan, gözden kaybolmadan ve yanılsama listene bir yenisini daha eklemeden önce sorunun cevabını verdi.
“Miyav!”
Osman İlhan
Commentaires