Güneş doğmak üzere, ölü gibi yatıyorum. Hoş, ölü gibi hissediyorum zaten. Gece uyurken üzerimi sarmaladığım yorgan sabah uyandığımda yere düşmüş. Her yerim buz gibi. Elimi yattığım yerden aşağı salıp yorganı almak için davranıyorum. Elim boşlukta sallanıyor öylece. Üşüyorum, yorganın benim sıcaklığımı muhafaza etme görevini gece terk etmesine de çok sinirlendim. Keşke biri sobayı yaksa, bir çay koysa, yorganı üzerime örtse. Ölü gibi yatıyorum. Ellerimle yorgana dokunuyorum, gıdıklıyorum onu. Belki kendiliğinden üzerime örtülür diye. Hadi diyorum, gece gittin tamam affettim, gel ısıt beni.
Uyanıyorum, güneş o sahteliğiyle doğmuş. Yağan karın üzerini parlatıyor. Kışın doğan güneşin sarılığı bile sahte, hiç sevmiyorum. Güneş’in ait olduğu mevsim kış değil ki. Rahatsız ediyor beni. Evin içine kadar girmiş ışığı ama ısıtmamış beni. Doğruluyorum yataktan, yorganın üzerine basıyorum. Söyleniyorum, biraz da üzerine daha sert basıyorum. Sonra yerden kaldırıp omuzlarıma asarak kalkıp sobayı yakıyorum. Bugün ne yapacaktım…Odun toplanmalı… Hiç odun kalmadı. Haftaya belki şehre giderim, peynirler de bitmek üzere. Radyoya yeni pil, belki birkaç kitap alırım. Uzun zamandır şiir kitabı almak istiyordum. Son odunları da sobanın içine atıp yatağa oturuyorum. Yorganı omuzlarımdan yatağa atarak uyurken seni yatağa çivilemek gerek… Her sabah yerden alıyorum seni. Beni ısıtman için seni yakmam mı gerek? Diyerek hafif bir sırıtıyorum. Tabii yorgan arkamda olduğu için bu hınzır sırıtmamı göremiyor, yanmaktan korkar herhalde düşmez daha.
Odanın içi sımsıcak oluyor, zaten güneş gitmiş dışarıda kar başlamış. Pencereye yaklaşıyorum. Bayık bir kar, yavaş yavaş azar azar yağıyor. Geyik, büyümüş kocaman olmuş eve doğru bakıyor. Çok şaşırdım, sevindim. Yeni doğmuştu onu bulduğumda, donmak üzereydi. Besledim, başının çaresine bakabilecek kadar büyüyünce saldım ormana. Bugün ormandan odun toplamaya gidecektim, erkenden çıkıp geyikle hasret gideririz diye düşündüm. Geldiğimde ev sıcak olur zaten. Kat kat kazak, mont, çorap ne bulduysam ikişer üçer geçirdim üzerime. Ne olur ne olmaz tipiye yakalanmayalım birden. Burada ne olacağı pek belli olmuyor malum. Evden çıkıp attığım ilk adımda çukur oluyor. Kar, o yumuşaklığını yitirmiş buza dönmüş. Kapının önündeki baltayı sağ elimle kavrayıp, arkasını omzuma atarak, bahçenin dışına doğru yürüyorum.
Geyik bahçenin dışında, çitlerin orada. Yerdeki karı eşeleyip ot bulmanın derdinde. Bahçenin dışına çıkıp geyiğe yaklaşıyorum. Geyiğe yaklaştıkça bana doğru yöneliyor, ben yaklaştıkça burnundan soluyor. Burnundan çıkan buhar, kafasını eğip boynuzlarını bana göstermesi. Beni tehdit mi ediyor yoksa beni tehdit mi görüyor? Hatırlamıyor mu beni? Bir adım daha attım, sağ ayağını ileriye attı. Boynuzları kocaman. Korktum ve geri çekildim, evin önündeki çiti kapattım. Koşar adım, arada göz ucuyla arkama bakarak ormana doğru ilerledim. Adımlarım arkamda bir yol çiziyor.
Epeyi yürüdükten sonra yenlik bir ağaç görüp duruyor, uzun bir soluk veriyorum. Baltayı kavrayıp ağaca… Sonra bir daha. Yavaş ama çok güçlü üç darbe indirip ağacı deviriyorum. İnce ve kısa bir ağaç. Tek tek kesiyorum, bölüyorum, belimde sıkıştırdığım çuvalı çıkarıp, dolduruyorum odunları. Saatlerce sürüyor bu. Göz ucuyla geyiği kontrol ediyorum, beni izliyor. O kadar yol beni takip etmiş. Uzun bir süre insan görmediğim için midir bilmem, geyiğin bana bakmasında art niyet arıyorum. Duygular, bilinç karışıyor bende. Hâlbuki hayvan neden baksın bana? Beni mi öldürmek istiyor? Onu bir katil gibi hissettiğim için kendimi tuhaf hissediyorum. Çuvalı sol omuzundan aşağı sarkıtıp hafif eğiliyorum, tam belime oturuyor. Baltanın sopasını ortasından kavrıyorum. Evin önüne geldiğimde soluk soluğa çuvalı indiriyorum kapının önüne. Geyik ormanın içinden bana, eve doğru bakıyor. Biraz dinleniyorum, nefesleniyorum. Kalkıp geyiğin yanına gideceğim… Cesaret... O kadar korkak bir insanım ki. Büyüttüğüm geyiğe bile yaklaşmaktan korkuyorum. Kalktığım gibi vazgeçiyorum, çuvalı tutup evin içine giriyorum. Sımsıcak… Kendi sesimi unutmayayım bari. Şu odunları da şöyle dizelim… Hah. Güğüm nerede? Suyu da dolduralım. Bir çorba ne güzel olur. Geyik yiyecek istiyor olmasın benden? Olabilir, kilerde bolca saman var. Sonra yatağa oturuyorum. Korktuğum için yaptıklarımı sesli bir şekilde kendime söylemek tuhaf hissettiriyor, utanıyorum. Korkumu böyle mi yeneceğim? Başımı ellerimin arasına alarak, gözlerim yere.
Annem ve babam yirmi yıl önce öldüler. Tek çocuktum ama çok akrabam vardı. Annem ve babam öldükten dört yıl sonra bana ait ne varsa yakarak bu eve yerleştim. İlk başlarda ev sahibiyle yaşıyordum, yaşlı biriydi. Onun bakımını yaptığım sürece burada kalabileceğimi, öldükten sonra da evin benim olacağını söyledi. Üç ay sonra o da ölmüştü. Onu da gömmedim, yaktım. Sonra geyiği buldum, bakımını yaptım, oyunlar oynadım. Sevdim onu, karnını doyurdum. Büyüyünce de ormana bıraktım.
Burada yaşarken kimseyi görmüyor, soru dinlemiyordum. Bundan daha keyifli bir şey yoktu. Sorumluluğunu aldığım biri, sofraya oturunca sessizliğin dağılması için verdiğim çaba, konuşmak, sohbeti ilerletmek ihtiyacı, hiçbiri yok. O sessizlikler zaten başımı o kadar şişirirdi ki tutamayıp sofraya düşürürdüm. Sadece bunlar da değil. Yaşamak yorucu bir yarış olmuştu artık benim için. Oysa ben yaşamaktan başka şeyler anlıyordum.
Böylesi iyi oldu. Ne ben kendimi hatırlıyordum ne de onlar beni. Bir boşluktum şimdi, boşluk sesi. Eğer insan mağlupsa bir iddiası da olmuyor. Neden bilmem, mağlupların heyecanları daha güzel geliyor bana. Sade bir heyecan, samimi bir istek, tutku. Eskiden benim içimde bunlar çok eksik derdim. Dudaklarımı kanatana kadar oyardım. Şimdi öksürerek gülüyorum.
Sobanın üzerinde su kaynamaya başlamış, odanın içine buhar doluyor. Başımı avuçlarımın arasından alıp yalnızlığıma, rahatlığıma bakarak gevşiyorum. Kafamı çeviriyorum, raftaki kitabı alıp bakıyorum biraz. Kocaman Bir Örümcektir Zaman.
Kitabı yerine bırakıp kilere gidiyorum. Boğazımı temizleyerek yavaş ve derin nefesler alıp vererek odunları istifliyorum yerine. Yere bastığımda tahta gıcırtıları. Kiler soğuk. Ağzımdan çıkan nefes. Hareket ettikçe çıkan gıcırtılar, odunları üst üste koydukça çıkan o tok ses. Arada yine boğazımı temizliyorum. Yalnızlığın sesi. Eh… Odunlar tamam. Şimdi karnımı doyurmalıyım. İnsan yalnız yaşarken hiçbir gailesi olmuyor. Yetişmek, konuşmak hiçbiri yok. Güzel güzel… Haydi, oğlum hah şöyle dizdim mi tamamdır. Peynirlerden de biraz alayım, şu domatesleri de alayım güzel bir çorba yaparım. Ekmeği de fırının üzerine koyarım ısınır taptaze olur.
Kilerin kapısını kapatıp odaya dönüyorum. Kapının altına bezleri iyice sıkıştırıyorum ki soğuk girmesin. Peyniri rendeleyip kalanını kilere koyuyorum. Çorbanın üzerine serpiştireceğim. Domatesleri de ezip tencereye koyuyorum, üzerine kaynamış su. Çorba kıvamını bulana kadar pencereye yaklaşmadan uzaktan bakıyorum geyik orada mı diye. Kafasını kaldırmış evi izliyor. Hatta gözlerim içine bakıyor. Korkumun öfkeye döndüğü ilk an. Korku, eşiğini geçince yerini öfkeye bırakıyor. Evin kapısını açıp bağırıyorum. Yerdeki taşları fırlatıyorum üzerine. Geyik sanki bu anı bekliyormuş gibi kafasını sallıyor ve yavaş adımlarla çiti aşıp eve doğru geliyor. Çok sakin, yavaş atıyor adımlarını. Büyükçe bir taş alıp ayaklarına atıyorum. Canı yandığı için bağırıyor. Kapının önüne kadar geliyor. Korkutmuyor hiçbir şey. Ben de kapı eşiğinde ona bakıyorum. Eskiden burada ona bir kulübe yapmıştım, taze otlar veriyor, karnını kaşıyordum onun. Şimdi önümde beni tehdit eder gibi bakıyor. Birinin yardıma gelmesi için dua ediyorum, nafile. Evin arkasındaki yoldan haftada bir ya da iki tır geçerdi o kadar. Kapıyı kilitleyip pencereden bakıyorum. Hızla boynuzlarını kapıya geçiriyor. Evin kapısını paramparça edip içeriye giriyor. Boynuzlarını elimle tutuyorum, boynuzlarını karnıma geçirip beni yerden yere vuruyor. İteklemeye çalışıyorum, olmuyor. Birden beni bırakıyor ve peynirleri bir dil hamlesiyle midesine indiriyor. Sobanın üzerinde kaynayan çorbayı kokluyor. Sonra usulca yatağıma uzanıyor. Boynuzlarından damlayan kan yorganımı kirletiyor.
Osman Türk
Comments