top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Oya Özgür- Ben Bir Tren Faresiyim

x

Ben bir tren faresiyim. Zavallı annem, beni bir un çuvalında taşındığı vagonların birinde doğurdu. Beş kardeştik. Dördü doğumdan hemen sonra öldü. Kaldım mı bir başıma? Annem öyle zayıftı ki beş meme ucu bana ucu ucuna yetti. Meme uçlarını anımsar mısınız? Anımsarsınız, anımsarsınız... Zorlayın hafızanızı. Huzuru emdiğiniz yer tam da oradadır.

Ortalama üç dört yıl yaşayacağımı o anda bilmiyordum. Siz biliyorsunuzdur. Bilmiyorsanız da anneannenizin kütüphanesinden çektiğiniz Meydan Laurossusea’nın “F” harfinde fareler bölümünden, daha da gençseniz Google’dan bakıp öğrenebilirsiniz.

“Ev faresi, göçmen fare yılda iki ila yedi doğum yapar. Her doğumda beş ila on dört yavrusu olur. Ortalama üç ila dört yıl yaşar.”

Tüysüz ve kör farelerin annelerinin sözünü dinlemesi kolaydır. Öyle ya başka ne yapacağım? Tüylerim çıkana, gözlerim görene dek annemin beni sakladığı kuytuda bekledim. Ne zaman ki tüylerim çıktı, ne gün gözlerimin önündeki perde aralandı, annem mi beni hür bıraktı, ben mi kapıları çarpıp çıktım onu anımsamıyorum. (Zira biz fareler siz insanlar gibi ergenlik krizleri yaşamayız.) İşte o gün kancalı bağlantıların üzerinden zıplayıp diğer vagonlara yürümeye başlayıverdim.

xx

Vagondan vagona geçerken yanımda yalnız handiyse anneminki kadar uzamış kuyruğum ve ondan dinlediğim aile öykülerimiz vardı. O uzun karanlık zamanlarda annem büyük büyük babasının buğday tarlalarındaki sonsuz hürriyetini, sanki kendi yaşamış da özlüyormuş gibi anlatırdı. Büyük büyük babam buğday başaklarının altındaki partal bir ayakkabının içine doğmuş. On iki kardeşi ve o, yazın kavuran sıcağını, kışın yosunlu ıslaklığını onlarla birlikte barındıran ayakkabıları kemire kemire boy atmışlar. Günün birinde de başakların arasına düşüvermişler. Toprak öyle verimli, ürün o kadar sıkmış ki aralarına güneş ışığı zinhar sızamaz, büyük büyük babamın ve kardeşlerinin gözleri hiç kamaşmazmış. Yine de güneşin sıcaklığının sırtlarını okşadığı gün ışığını özler, gecenin ayazında birbirlerine sokulup uyurlarmış. Yedikleri önlerinde, yemedikleri artlarındaymış. İşte hikâyenin tam burasında annem derin bir iç çeker, “ Bitiyor, ” derdi “her güzel hikâye bitiyor...”

İşte o korkunç bitiş havaların iyice ısındığı günlerden birinde, güneş tam da tepedeyken olmuş! Büyük bir gürültüyle tarlaya dalan canavar bir makine, akşam üstleri nazlı nazlı salınmaya alışmış başları saplarından ayırıyor, iyice olgunlaşıp toprağa eğilen buğdayları süpürüp geçiyormuş. Bu felâketten kaçmanın tek yolu uzağa uzağa koşmak diye çığlıklar atıp birbirlerine haber verseler de bir kaçı makinenin altında oracıkta can vermiş. Kimileri hızını alamayıp uzak dağlara, kimileri uzak mağaralara gizlenip bir daha bir araya gelmemek üzere ayrı düşmüş.

Benim cesur büyük büyük babam ise ne olup bittiğini anlayabilmek için sonuna dek yakınlardaki bir ağacın kovuğuna gizlenip izlemeye devam etmiş. Akşama doğru onca zamandır onları bağrına basan evleri bütün ihtişamını yitirmişmiş. Toprağın üzerinde daha o sabah tatlı tatlı hışırdayan buğdayların sesi bile kalmamış.

Burada onlar için bir gelecek kalmadığını düşünen o ve onun gibi cesur birkaç arkadaşı, çareyi büyük makinenin buğday tanelerini kustuğu bir başka makineye zıplamakta bulmuşlar. Kendi aralarında makinenin duyamayacağı bir sesle “Farenin vatanı doğduğu yer değil doyduğu yerdir, ” deyip onları bekleyen belirsizliğe yelken açmışlar.

Öykünün bundan sonrasında annem bazen gizlice ağlardı. Çünkü yanlarına yalnızca hüznü alıp vardıkları bu yerde karanlıkta yaşayan büyük sıçanlar, kuyrukları bizimkilerin iki katı olmuş besili diğer fareler onları aralarında istememiş. Böylece acılı günler başlamış. Bizim göçmen fareler karanlık ambarda hem onlara karşı, hem de oraya buraya aldatıcı kapanlar kuran, zehirli yemekler sunan, makine kadar olmasa da gürültüler çıkarıp duran insanlara karşı zorlu bir yaşam savaşına girişmişler. Yine de uzun kuyruklular ailesinden bizim kovalara gönül veren üç beş tombul doe olmuş da soyumuz sürmüş. Kaç zaman sonra büyük büyük babamın yine kendi gibi cesur torunu, yani benim babam, tane dolu bir balyaya saklanıp bu savaştan kaçmaya, dedesinin anlattığı öyküdeki uçsuz bucaksız özgürlüğü aramaya karar vermiş.

Balyanın taşındığı yer saklı bir cennet gibiymiş. Babam dağdan aşağıya, öykülerde dinlediği başakların hışırtısını andırır bir sesle akan derenin, ahşap küreklere vururken çıkardığı büyülü sese ilk duyuşta aşık olmuş. Sonra da ilk bakışta sevgili anneme... Onlarınki büyük bir aşkmış. Taa ki cesur babam değirmencinin bir kürek darbesi ile can verene annem olanlardan sonra oralarda kalamayacağını düşünüp bir un çuvalında oraları terk edene dek.

xxx

Yalnızlık bazen o kadar zordur ki tek başına kalmış bir tren faresine kim olduğuna dair anlatılmış hikâyeler de olmazsa kendini etrafında sıkça gördüğü ayakkabılardan biri sanabilir. Öyle ki vagon vagon gezerken bazen günlerce yalnız onlarla karşılaşır. Zarif ayak bileklerinin ucundaki zarif ayaklara takılmış incecik topuklu olanlar, bir tarlanın çamurunu taşıyıp getiren kaba saba lastik pabuçlar, kaytan bıyıklı çizmeler, göz alıcı ruganlar, hacı mestlerinin üzerine giyilmiş şosonlar, sert sert basan asker postalları, topukları eriyip yere yapışmış, burunları sürtülmekten delineyazmış olanlar... Ayakkabıların sahiplerine ulaşan bacaklarında gözleri ile iz sürmeye dahi ürken genç bir fare onları gıcırtılar, tıkırtılarla söyleşen şanslı birer çift olarak görür. Yalnızlık çekmediklerini düşünüp kıskanır. Kendi yollarında umursamazca salınışlarını biraz farklı olduğu için onu görmezden geldiklerine yorar. Onlara bakıp bakıp şu dünyadaki yalnızlığına hayıflanır durur.

Ama ben iyi ki annemin öykülerini can kulağı ile dinledim de o öldükten sonra, artık neredeyse yüzünü anımsamakta zorlandığımda bile yalnız olmadığımı diğer yandan da bir ayakkabı olmadığımı ayırt edebildim. Hikâyeler, içimdeki derin ıssızlık duygusunu teskin etti. Sanırım anlatırken de aynısı oluyor.

xxxx

Tren o istasyondan o istasyona, o mevsimden o mevsime rayların üzerinde akıp giderken belki de hiç binmediğimden trenden inmeyi de akıl edemedim. Binmediğim için ineceğim bir yer de yok. İstasyonlardan kompartımanlarda delinmiş, eprimiş, döşemelerle kaplı, yer yer içindekileri kusan koltuklara, çoğu kez kararlılıkla, bir tahta kurulurmuşçasına gelip yerleşenlere gıpta ile bakıyorum. Yanındaki ile bazen yüksek, bazen alçak, sakin bir sesle sohbete dalıyorlar. Sanki tanışmasalar da ortak tanışları çıksın da güvenle yollansınlar diye uğraşıyorlar. Kimileriyse yalnızca kitabına, gazetelerine gömülüyor. Başını hemen karanlığa dayayıp uykuya dalacak kadar rahat ya da yorgun olanlar da oluyor. Ama akılları hep başlarında, inecekleri istasyonu unutmuyorlar ve hepsinden önemlisi gittiklerini bildikleri bir yer var.

Öte yandan bazen hafızası zayıf olanlar da oluyor. Beraberinde getirdikleri, özenle taşıdıkları eşyalarının düzgün satıhlı olanlarını başlarının üstündeki dar raflara, oraya sığıştıramadıkları yamru yumru çuvalları ayaklarının arasına, bir yerlere koyamayacakları kadar kıymetli olanları da kucaklarına alıyorlar. Onları trene bindiklerinde kollayıp seviyorlar sevmesine de işte kiminde inerken unutuveriyorlar. O vakit ben de birileri gelip onları alana dek, zevkle kemirecek zaman kazanmış oluyorum. Bavulların içinde insanların üzerlerindekine benzer onlarca kıyafet, ayaklarındakilere benzer ayakkabılar, renkli boyalar, güzel kokulu sular, bazen de yazılı çizili sayfalar vardır. İnsanlar farklı postlarla dolaşmayı, güzel kokmayı, bunları kendileri ile oradan oraya taşımayı seviyorlar. Farelerse çırılçıplak doğup bir süre sonra çıkan tüyleriyle ölene dek birlikte olurlar. Ama biz erkek farelerin de şansı kokularının dişi bir fareyi kilometrelerce öteden fethedebilmesidir. Sanırım insanların da talihsizliği kendi kokularının bu konuda pek işe yaramaması, onlar kendi kokularını örtecek başka başka kokulara ihtiyaç duyuyor.

Taşınanlar arasında en sevdiğim yine de köylülerin yamuk yumuk çuvalları ve onlardan dökülen ufak tefek kırıntılar. Kırıntılar her seferinde sürpriz bir tat sunarlar. Kim bilir belki de köylüler hiçbir vakit çuvallarını trende bırakmadıklarından, tatları damağımda kaldığından böyle düşünüyorumdur. Onların akılları ziyadesiyle başlarında daha doğrusu çuvallarındadır, hiç unutmazlar.

Yalnız bir tren faresinin o vagondan o vagona dolanıp durmak dışında pek seçeneği yoktur. Gençlik yıllarımda günün parlak ışığı gözlerime iyi gelmediğinden koltuk altlarından bolca içeriye, geceleri meydanı boş bulduysam da başımı sakin bir pervaza dayayıp dışarıya, karanlığa bakar oyalanırdım.

Tüm bu görünenlerin yanında içeriyi dışarıdan ayıran o şeffaf sınırda bir önceki yolcudan kalan parmak izlerindeki acıyı, hayaller kuran bir çocuğun dayadığı burnunun puslu izinde umudu fark etmek için sanırım iki güz, bir yaz yaşamam gerekti. Artık kuyruğumu koltuğun altına gizlerken kıvırmak zorunda kalıyordum. Gözlerim ışığa iyice alıştığından en azından akşam üstleri aynı camdan dışarıdaki loş manzaraya da bakabilir oldum.

xxxxx

İnsanların bazıları dışarıya bakmayı pek sevmiyor. Ya da aynı yerlere baksak da gördüklerimiz aynı değil. Ben bitmeyen yollara, irili ufaklı taşlarla çevrili rengârenk tarlalara, toprağın gökyüzüne sarıldığı yere, görebildiğim en uzağa bakmaya bayılıyorum. Yolun yakınlarında çoklukla içeride oturanlara benzeyen insanlar oluyor. Toprağın üzerinde neredeyse trenin sesini bastıran homurtuları ile gidip gelen makineler , zalimliklerinin kokusunu aldığım kediler, avare köpekler, kuşlar konup dinlensin diye yol boyunca gerilmiş teller... Güneş solarken hepsinin gölgeleri uzuyor böylece hem günün hangi saati olduğunu tahmin etme oyunu oynuyorum hem de eğer aydınlıkta asıllarını görmemiş olsaydım onları ne denli ürkünç bulacağımı düşünüp aydınlığa şükrediyorum. Dışarıdakiler yağmurda ıslanmayı sevmiyorlar, etraf ıssızlaşıyor. Otların arasından aniden başını çıkarıveren, sanki tüm trenle tanışıklarmış gibi el sallayan çocukları gördüğümde ise yazın yaklaşmakta olduğunu anlıyorum . Kırmızı yanaklı, tombul çocuklar da, cılız, solgun yüzlü olanlar da trenleri seviyor.

Geçenlerde şimdikilerin yerine geçecek, yeni nesil çok hızlı trenlerden söz ettiklerinde bir insanın dışarıyı keyifle izleyemeyeceği kadar hızlı giden bir trene neden binmek isteyebileceğini düşündüm kaldım. İyi ki sekiz zamanın dördünü vuran bir ritmin trenine doğmuşum. Benim trenim dışarıyı izlememe sabırla izin veriyor, en fazla durmak zorunda kaldığı istasyonlarda derin derin iç çekiyor.

Yine de içerideki zamanla dışarıdaki zamanın aynı hızda akıp akmadığını merak ediyorum. Yol üzerindeki manzaram, mevsimden mevsime ağır ağır değişse de trenim rayların üzerinde nispeten hızla gidiyor. Her gün tüylerim o parlak rengini biraz daha yitiriyor. Hareketlerim ağırlaştı, eskiden kolayca zıpladığım bagaj raflarına nefes nefese tırmanıyorum. Sonrasında da eklem yerlerimde geceler boyunca süren ince sızılar hissediyorum. Eskiye göre daha az yiyor, daha az uyuyorum. Sanırım yaşlanıyorum.

xxxxxx

Artık bu trenin bir parçası gibiyim. Tüm kuytularını, küçücük dehlizlerini biliyorum. Her köşesinde başka başka anılarım var. Kalabalık günlerdeki kaçış noktalarım, sakin günlerde kurulduğum locam, zor günler için üç beş yemeklik sakladığım minik ambarım, bir keresinde günlerce ateşlenip aç susuz uyukladığım parçalanmış bir yağ bidonu... Önlerinden geçerken ne denli uzun yaşadığımı fark ediyorum.

Ayın, başta incecik kıyılarını gösterdiği gövdesi kocaman bir tekerleğe dönüşürken damarlarımda dolaşıp duran yorgun kanımı da sanki kendisine çekiyor. Eskiler buna “git” zamanı derlermiş. Fesleğenin, kekiğin, lavantanın suyu böyle zamanlarda çekilir, kokuları artarmış. Tam zamanıdır toplamanın.

İşte o gecelerden bir gece elindeki yılan kakmalı gösterişli bastonuna dayana dayana trene binen yaşlı adam gelip tam karşıma oturuyor. Sonra o güne dek olmayan bir şey oluyor. Yaşlı adam ve ben göz göze geliyoruz. Kısacık bir an belki. Belki de bütün gece boyunca sürüyor. Adamın burnumun ucuna doğru uzattığı bastonundan çok eskilere ait kırmızı mayhoş meyvelerin kokusunu alıyorum. Pek alışkın olmadığımız, kendimizden bile ummadığımız bir kabullenişle neredeyse birbirimize gülümsüyoruz.

Ya da ben öyle sanıyorum. Sabaha karşı aniden etrafta gürültüler, bir koşuşturma olunca, yüzündeki gülümseme ile uyuya kalan adamı bırakıp koltuğun altına gizleniyorum. Yaşlı adamı telâşla eski bir battaniyeye uzatıp ilk istasyonda indiriyorlar. Bastonunu almayı akıl edemiyorlar. O da aşağıya koltuğun altına yanı başıma yuvarlanıveriyor.

Dolunay tekrar eski zarafetine kavuşana dek orada öylece kalıp bastonun anlattıklarını dinliyorum. O kadar güzel kurutulmuş ki gevrek tadı tükenmesin diye kemirirken hiç acele etmiyorum. Ay küçüldükçe eskilerin “gel” dedikleri zaman yaklaşıyor. Tüm hayatı hayâl kurarak geçmiş bir tren faresi bile böyle güzel bir sonu hayâl edemezdi diyorum. Yaşlı adama ve bastonuna varlıkları için minnet duyuyorum.


Oya Özgür

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Kommentare


bottom of page