Torunlarımın ne yaptıklarını görüyor musunuz? Bu büyük taşları nehrin yatağından alıp her gün yürüdüğüm yola koyuyorlar. Bu mokopunalar[1] bunu yapıyor ve onları memnun etmek için uyuşmuş olan bacağımla yürüyorum. Bu yoldan ve şuradan, büyük nehir taşlarının etrafından, bu küçükleri mutlu etmek için.
Okuldan eve döndüklerinde soracaklar.
“Bugün yürüdün mü nene? Taşlarımızı gördün mü, bizim büyük nehir taşlarımızı?”
“Evet,” diyeceğim, “evet, yürüdüm. Bu yoldan ve şuradan. Yaşlı bacağımı tamamen yormak için taşların etrafından.”
“Nenee! Pek yakında bacağını daha iyi yapacağız. Pek yakında. Göreceksin nene.”
Ve sonra onların ne kadar mutlu olduğunu görünce, bunu onlar için yaptığıma mutlu olacağım. Bu küçüklere mutluluk vermek içn çok fazla vakit kalmadı. Pek yakında bu yaşlı ışık sönecek.
Anneleri de öyle. Benim kızım. Her sabah güçsüz elimi biraz daha güçlendirmek için hamur yoğurma işini bana veriyor. Kızım üzülüyor. Bir ayağı topal bu ihtiyarın güçlükle yürümesine üzülüyor. Kızını bir başka üzüntüyle yüklü görmek bu ihtiyarı üzüyor.
Kafasına takmamasını söylüyorum ona. Bu ihtiyar için endişelenme. Küçüklere bak. Geleceğe bak.
Bu ihtiyar kendinden olan bu canlar için nasıl bir gelecek olacağını soruyor kendine.
O an büyük bir hüzün çöküyor.
Bir zamanlar birçok kişiye yeterli olan bu küçük kara parçasında nasıl bir gelecek olacak? Bugünlerdeyse sadece endişe ve dert. Kuru ve sert toprak, bir zamanlar nehrin aktığı yerde yuvarlak büyük taşlar. Büyük bir hüzün çöküyor, çünkü bu ihtiyar bunların yakında bu yerden gitmek zorunda kalacaklarını biliyor. Şehir bu ciğerparelerini almak zorunda ve alırken bedelini de alacak. Ama bu ihtiyar için böyle yeni bir yerde hiç yer yok. Onun yeri burası, işte bu yüzden kızına da hüzün çöküyor.
“Gel,” diyor, “çocuklarınla gel. Seni burada bırakamayız. Daha önce, sen iyiyken, o zaman bile mutlu değildin. Ama şimdi, hastalığından beri ne oldu?”
“Her gün,” diyorum, “biraz daha güçleniyorum. Burada, nehir yatağının kıyısında yürüyebiliyorum. İyi olan elimle hâlâ çapayı tutabiliyorum ve hâlâ ekmek için hamur yoğurabiliyorum. Burada diğerleri de var yanımda. Benim çok fazla şeye ihtiyacım yok.”
Ama bu kızım ikiye bölünüyor.
Ona diyorum ki, “Benim doğduğum yer burası ve öleceğim yer de burası.”
Dinleyen mokopunalar, “Böyle komik konuşma nene,” diyorlar.
İşte o zaman onlara korkacak bir şeyin olmadığını anlatmaya çalışıyorum.
“İhtiyar neneniz olmadan yaşayacağınız hayatta korkmanıza gerek yok. Bu sadece kalan günlerini doğduğu bu yoksul, kurak kara parçası üzerindeki evde geçirmek isteyen, ışığı giderek cılızlaşan ihtiyar bir nene.”
Sonra kızımın kocası, bu küçüklerin babası, inatla diretip şöyle diyor.
“Seni burada bırakamayız ve eğer sen gelmezsen o zaman biz de kalırız. Karım ve bu çocuklar ihtiyar hanımefendileri olmadan şehirde sürekli kaygılanıp dururlar.”
“Gidin,” diyorum, “burada hiçbir şey yok.”
“Peki ya orada?” diye soruyor ve ben bunun anlamını biliyorum.
“Planlar yapıldı” diyorum ona, “gitmelisiniz.”
“Senin hastalığından önce yapıldı,” diyor, “ve şimdi bozulabilir.”
Mokopunalar dinliyor ve mutlular, kızım da öyle.
“Geçinebiliriz,” diyor kızım, “şimdiye dek geçindik ve geçiniriz. Burası daha iyi, daha özgür bir yer ve bizim kalbimiz burada.”
Üzerinde onca yükle, vaktinden çok önce yaşlanan bu kızıma ve ödenecek faturalarla ilgili kaygılanan bu iyi damadıma bakın. Gelecek, üzerine düşünmeye ihtiyaç duyar. Çocuklar da çok zayıf, daha büyük olanlar ev işlerinden dolayı okula çok az vakit ayıracak. Büyük bir hüzün.
Mamafih ansızın benim bu ciğerparelerimin hepsi gülücükler saçıyor, gülüyorlar. Çünkü iyi damat planların değişebileceğini söyledi ve onlar burada, bu kurak yerde ihtiyar neneleriyle kalacak.
“Bak nene,” diyorlar, “burada seninle kalacağız ve büyük taşlarımızla bacağını daha iyi yapacağız. Göreceksin nene.”
“Doktorun dediği gibi sana özel yemekler pişireceğiz, böylece yüz yaşına kadar yaşayabilirsin.”
Aniden bu ihtiyar kadın da gülüyor. “Yüz yaşına kadar kurutulmuş kai[2] ile yaşamaktansa eski alışkanlıklarını sürdürmek ve mutlu bir şekilde göçmek bu ihtiyar hanımefendi için daha iyi.”
Sonra mutlu bir şekilde işlerine dönüyorlar. Gülüyorlar ve bu susamış toprak üzerinde karanlık çökene kadar çalıştıkları için mutlular ve bu ihtiyarı geçmişe dair düşünürken bırakıyorlar. Pek uzun sürmeyecek, ışık sönmeye yüz tutuyor. Bu ihtiyar kadının bu küçüklerini burada tutması pek uzun sürmeyecek. Çünkü yakında bu ışık sönecek. Bu ihtiyarın küçükleri yaşlı bir hanımefendinin bir zamanlar onların bağı olduğunu hatırlayarak bir parça hüzünle bu yerden gidecekler. Fakat bununla birlikte yeni bir hayat kurmak için ve yeni bir umutla ayrılacaklar.
Bu ihtiyar çok uzak olmayan o ânı bekliyor. Uzak değil. O zaman bu ihtiyar beden bu ihtiyar toprağa girecek ve ikisi bir olacak, birinin veya ötekinin ağlayanlara verecek daha fazla bir şeyleri olmayacak.
Ve ikisinden -toprak, kadın- bunlar doğacak. Kadın ve toprak tarafından tutulup güçlenecekler. Şimdi, bunu bilerek, ihtiyar olan sırayla gücünü verecek, ışık kararmaya başladığında, gitme vakti geldiğinde.
Çeviren: Haden Öz
[1] Mokopuna, Maori dilinde “Torun, torunlar” demek. [2] Kai, Maori dilinde “Yemek, yiyecek, gıda” demek.
Çevirenin Notu: Sevgili okur, çeviride çok fazla işaret zamiri ve işaret sıfatı kullandığımın farkındayım, özellikle “bu” ve “bunlar”. Okurken kulak tırmalayıcı gibi gelebilir. Zira bu durum Türkçede pek güzel durmuyor ama öykünün başkarakterinin üslubudur, diye bozmak istemedim.
Bu çeviri daha önce Şahsiyet’in 6. sayısında yayımlanmıştır.
Σχόλια