top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Raşit Korkmaz- Gazinodaki Kuşlar

Bir ölüm merasimiydi. Evimiz kalabalık. Arkadan biri seslendi, “Gel buraya bakayım.” Şaşırdım! Yüzü babamın yüzüne benziyordu. Yanına gittim. Elini uzattı. Öpüp başıma koydum. Elini cebine attı. Bana bir yüz milyon toka etti. Çok sevindim. O güne değin hiç bu kadar büyük harçlık almamıştım. Dışarı çıkarken son bir kez daha ona baktım. Uzaktan babama benzemiyordu. Annemin yanına koştum. Paramı gösterdim. Kim verdi, dedi.

“Babama benziyor ama yakından.”

Annem gülümseyerek: “Bıyıkları var mıydı?” diye sordu. Var, dedim. Başını anladığını göstermek için salladı. Böyle zamanlarda dudaklarını dişleriyle sıkardı. Bir yandan da kazandaki helvayı demir kevgirle çevirmeye devam ediyordu. Kevgirin kazanın içindeki dönüşü, çıkardığı ses ve helvanın mis gibi kokusu beni benden almıştı. Çivilenmiş gibi olduğum yerde kalmıştım. Bir anda soracağım önemli soru aklıma geldi.

“Kim o? Babama yakından benzeyen!”

“Amcan!”

Şaşkınlığım bir kat daha arttı. Demek sürekli adını duyduğum amcam bu adamdı. Evdekiler ondan bahsederken yüzlerine bir surat asıklığı gelirdi. Çocuk aklımla bu olan bitene bir anlam veremezdim. Belki bu sefer bir şeyler anlarım umuduyla annemin yüzüne bakıyordum. Ağlayan gözleri şişkindi. Yorgun yorgun helvayı çeviriyordu. Çevirdikçe ince beli hafiften kıvrılıyordu.

“Anne, amcam niye geldi?”

Başını kaldırdı. Yüzünde bir matemin burukluğundan başka bir şey yoktu. Gözlerini kaşıyarak: “Deden öldü ya, onun için geldi.” dedi.

O zamanlar ölmenin ne demek olduğunu pek bilmiyordum. Adını duymuşluğum vardı; ama o kadar kötü bir şey olduğunu düşünmüyordum. Evde bir kalabalık, curcuna… Yaştaşım çocuklar koşturuyor. Mis gibi helva, üzümlü pilav var. Amcam da gelmiş. Bana yüz milyon vermiş. Daha ne olsun! İçimden iyi ki dedem ölmüş diyordum. O yaşlarda bir kodlama huyu edinmiştim. Bana yeni gelen her şeyi kodluyordum. E, amcam da yeni! Onu da kodlamam lazım! Amcamı, ölen insanlar için gelen adam olarak kodladım.

Aradan bir hafta geçti. Dedem ortalarda yoktu. Onu çok özlüyordum. Dedemi görürüm umuduyla onun sigara içtiği misafirliğe gidiyordum. Oraya amcam yerleşmişti. O da çok sigara içiyordu. Arada bir göz göze geliyorduk. Utanıp kaçıyordum. Evin hayatında, otlukta, merekte, köyün içinde, camide, sürekli gittiği Behçet’in bakkalında uzun bir süre hep dedemi aradım. Nafile! Zamanla umudum azalıyordu. Üzerine bıçak koyup uyumak olarak kodladığım ölümü, artık ortadan kaybolmak olarak kodluyordum. Dedemden umudu kesince rotayı amcama yönelttim. Utangaç bakışmaları, tatlı konuşmalar; tatlı konuşmaları, küçük boğuşmalar alınca aramızdaki samimiyet ilerledi. Artık ardından ayrılmaz olmuştum. Beraber at binmeler, derede yüzmeler, dombilide dolaşmalar… Yeni arkadaşım çok sabırlıydı. Diğer büyüklere hiç benzemiyordu. Benimle birlikteyken eğleniyormuş taklidi yapmıyordu.

O yaz su gibi akıp geçti. Okullar açıldığında ilk kez ayaklarım geri geri gidiyordu. Okuldan çıkar çıkmaz amcamın misafirliğinde soluğu alıyordum. Sanki araya bir virgül konmuş cümle gibi nerede kalmışsak oradan gırgır şamataya, boğuşmaya devam ediyorduk. Bir cuma akşamı idi. Hiç unutmuyorum. İstiklal Marşı okunur okunmaz koşarak eve gelmiştim. Amcam ortalarda yoktu. Babam, ninemle hararetli bir şeyler konuşuyordu. Konunun amcam olduğunu hemen anladım. Babamın hayırsız, işe yaramaz sözlerini amcamın adıyla birlikte andığını artık öğrenmiştim. Ninemin gözleri nemli idi. O da bir gün durulacak merak etme, diyordu. Beni görünce seslerinin tonu düştü. Ninem yerde bağdaş kurmuştu, beni kucağına aldı. Babam sandalyede oturuyordu. Kızgın olduğu zamanlarda sağ bacağını hızlı bir şekilde yerinde sektirirdi. Ağzıyla söyleyemediği küfürleri bacağıyla özgürce söylüyor gibiydi. Bunu da küfür eden bacak olarak kodlamıştım. Bak, şimdi benim bildiğim bütün küfürleri amcama sıralıyordu. Kendime yeni bir oyun bulmuştum. Bacaklar hareket ettikçe ben arkadan dublajla ona eşlik ediyordum. E tabii ki içimden! Ben sesin ta… Babam susunca bacağı da duruyordu. O zaman ninem sazı eline alıyordu.

“Şu kızla bir baş göz etseydik belki aklını başına alırdı. Kara Hasan’ın oğlu Memduh azdırıyor bunu!”

Babamın bacağı yine hareketlenmeye başlardı.

“Hangi deli buna kızını verir? Bırak, Allah’ını seversen! Kız akıllı çıktı. Anladı tabii malını!”

Bu hararetli atışma kaç saat sürdü bilmiyorum. Ninemin koynunda uyuyakalmışım. Ninem beni yatağıma yatırmış. Uyanır uyanmaz hemen amcamın misafirliğinde soluğu aldım. Amcam yine ortalarda yoktu. Göz kapaklarım beni yenene kadar dış kapının çalacağı anı bekledim; ancak daha fazla dayanamadım.

Amcam kendine gerçekten farklı bir arkadaş bulmuştu. Ninemin söylediği gibi Memduh’u bulduktan sonra çok değişmişti. Benim yanımda çocuk olan amcam, yeni arkadaşıyla koca bir ergen gibi davranıyordu. Akşam gün batana doğru Memduh’un külüstürüyle soluğu ilçenin gazinolarında alıyordu. Artık gecelerin adamı olan amcamı gündüzleri yataktan çıkarmak pek mümkün olmuyordu. Ayakta denk geldiğim nadir zamanlarda Memduh hep yanımızda olurdu. Muhabbet hep bel altında dönerdi. Amcam, beni gösterip kaş göz işaretleriyle Memduh’a kızardı. Bu sefer Memduh, üstü kapalı jargonlarla devam ederdi.

“Gazinoya yeni kuşlar gelmiş. Bacakları sütun! Anlayacağın tam taklacı! Mübarek, kuş değil melek!”

Bu kuş muhabbetleri akşam gazinoya gidene kadar sürüp giderdi. Onları dinledikçe gazinoya olan merakım kat kat artmıştı. Gazinoyu koca bir kuş kafesi olarak kafama kodlamıştım. Bazen rüyalarımda gazinoya giderdim. Oralara çocukların giremediğini amcamdan öğrendiğim için rüyalarımda kendimi büyümüş olarak görürdüm. Vücudum yüzüm aynıydı; ama sadece amcam gibi bıyığım vardı. Bıyıklı ve sakallı olmayı büyük adam olmak olarak kodladığımdan olsa gerek. Gelirken yanımıza Memduh’u almamışız. Yine eski günlerdeki gibi amcam ve ben birlikte takılıyoruz. Her yer kuş dolu. Oradan oraya uçuşuyor. Ortalık düğün evi gibi! Gazino sahibi bize bira, masadaki kuşlara su ve yem getiriyor. Keyfimize diyecek yok. Birden Memduh içeri giriyor. Kuşlar onu görünce masamızdan kaçıyor. Amcam, beni orada bırakıp Memduh’la gidiyor.

Anlayacağınız, Memduh rüyalarımda bile amcamı benden almayı başarıyordu. Ona olan kızgınlığım her geçen gün katbekat artıyordu. Rakibim Memduh’u da kafamda bildiğim bütün küfürlerle birlikte kodluyordum.

Bir gün okula giderken babamla amcamı evin hayatında hararetli bir tartışma yaparken gördüm. Babam işaret parmağını kaldırıp sert üslupla amcama bağırıyordu. Amcam sabaha kadar içtiği içkilerden olsa gerek ayakta bile zor duruyordu. Olduğu yerde küçük adımlarla sallanıyordu. Tartışmalarını bitirmek amacıyla amca diye seslendim. Amcam mahmur bir gülümsemeyle bana el kaldırdı. Babamın kaşları her zamanki gibi çatıktı. Onunla göz göze gelmekten korktum. Arkamı dönüp okula gittim. Eve döndüğümde ortalık süt limandı. Çantamı sekinin üstüne atar atmaz amcamın misafirliğinin önünde bittim. Kapısı açıktı. Amcam da eşyaları da ortada yoktu. Ninemin odasına koştum. Ninem seccadenin üzerinde hüzünlü bir şarkı mırıldanır gibi dua edip tespih çekiyordu. Gidip kucağına oturdum. Ellerimle nemli gözlerini silip amcamı sordum. Sesi boğazında düğümlenerek: “Gitti! Artık bir de ben ölünce gelir, onu da ben göremem,” dedi.

Amcamın gidişi en çok ninemi hırpaladı. Bu durumu hiç hazmedemedi. Yüzüne koca bir hüzün bulutu gelip oturmuştu. Dilinden Salih adını düşürmez olmuştu. Her duasında, her oturup kalkışında Allahtan ona merhamet ve doğru yol ihsan etmesini diliyordu. Babam: “Boş ver o hayırsızı! Şimdi nerelerde gezip tozuyor? Kazandığını tüketsin yine çıkar, gelir.” sözleriyle onu teskin etmeye çalışsa da pek başarılı olamadı. O ağlak gözleri her gördüğünde küfür eden sağ bacağı işini layığıyla yaptı. Asık suratı ve çatık kaşları da ona eşlik etti. Zamanla titrek bacakları sustu, asık suratı yumuşadı. Büyük bir kasırgayı atlatan kaptan misali içine bir rahatlama geldi. Ben ise her geçen gün amcamı biraz daha az düşünür olmuştum. Yaşadığımız anılar, bir rüya gibi zamanla silikleşiyordu.

Günler ayları aylar yılları kovaladı. İlkokulu bitirip ortaokula başladım. Ortaokul ilçedeydi. Servisle gidip geliyordum. Köyün servisleri ilçenin gazinolarının önünde bizi indirirdi. Amcamla Memduh’u oradan çıkarken hayal ederdim. Yaşım ilerleyip kamışıma su yürüdükçe her şeyi daha iyi anlamaya başlamıştım. Zaman kendisi dışında her şeyi öldürdüğü gibi benim içimdeki çocuğu da öldürmüştü. İçimdeki çocukla birlikte kodlama huyum da ölmüştü. Gazinodaki kuşların nasıl kuşlar olduğunu artık biliyordum. Ben de aynı eski dostlarım gibi bu kuşlara meraklıydım. Ergenliğin azgınlığından olsa gerek o dönem onlardan başka hiçbir şeyi düşünmez olmuştum. Bu azgınlığım biraz gözümü korkutuyordu. Benim çok sevdiğim; ancak benim dışımda herkesin ayıpladığı hor gördüğü amcama benzemek istemiyordum. Korktuğum için amcamı zihnimim karanlık dehlizlerinde hapsetmek istiyordum. Ayda yılda bir okuldan dönerken Memduh’un ilçeye giden külüstürüne rast geldiğim zamanlar dışında amcamı hiç aklıma getirmedim.

Lise ikiye geçtiğim yılın yazında ninem öldü. Dedeme yaptıkları seremoninin aynısını ninem için de yaptılar. Üstündeki bıçak bile aynıydı. Ama bu sefer dedem için esirgediğim gözyaşlarımı ninemden esirgemedim. Bol bol ağladım. Ölenler için gelen amcam bu sefer ortalarda yoktu. Bütün eş dost akraba gibi ben de onu ayıpladım. O gün ninemle birlikte amcamı da kara toprağa yolladım.

Liseyi bitirdikten sonra üniversiteyi okumak için hayırsız, kaçak amcamın yaşadığı metropol şehre gelmiştim. Bir yerden bir yere karınca gibi koşturan insanlar, bitmeyen trafik, hiç ölmeyen geceler… Burası tam amcama göre bir yerdi. Koca insan deryasında onunla birlikte yaşıyorduk; ama birbirimizden habersizdik. Belki bir gün bir yerde rast gelmiştik. Bir minibüste bana para uzatmıştı ya da geçen gün kaldırımda çarpıştığım adam o idi. Ben de metropoldeki insanlara ayak uydurup kimsenin yüzüne bakmadığım için tanımamış olabilir miyim? Olabilir, neden olmasın? O, beni tabii ki tanıyamamıştır. Dombilide dolaştırdığı çocuğun ben olduğumu nasıl anlayacak? Ama ben, onu kesin tanırdım. Babamın bıyıklı haliydi sonuçta. Kara saçları ağarmıştır elbette. Sakalı da varsa ak düşmüştür ucuna. Gerçi bizimkisi gamsız adamdı. Bıraktığımız gibi duruyordur, kim bilir? Amcam benim için bir sigara tiryakisinin sabah uyandığında ağzında hissettiği paslı bir tat gibiydi. Dimağımda pişmanlık yarattığından onu tanısam da büyük ihtimal arkamı dönüp giderdim.

Metropole geldikten sonra bir daha memlekete hiç gitmedim. Bu şehrin büyüsü beni de esir almıştı. En sevdiğim oyuncağım gibi bir şeydi. Onu burada bırakıp gidersem başka birinin onu alacağından korkuyordum. Sırtlayıp ardımdan götürmek istiyordum. Belki amcam da bu büyünün esiri olmuştur diye düşünmedim değil. Okul bittikten sonra staj yaptığım yerde işe başladım. Dosyalar, mali hesaplar, kızgın müşteriler, eve gidiş dönüş trafiği, hafta sonu arkadaşlarla buluşmalar, sıkıcı iş yemekleri, kısa süren flörtler derken hayatım, zamanı unutup akıp gidiyordu.

Bir akşam annem aradı. Sesi ağlamaklıydı. Babamın çok hasta olduğunu ve beni görmek istediğini söyledi. İzin almak için hemen patronu aradım. Durumu anlattım. Biraz mırın kırın etse de sonunda izin verdi. Tüm gece gözüme uyku girmedi. Oturup sigara üstüne sigara yakıp babamı düşündüm. Anılar bir film şeridi gibi sabaha kadar gözümün önünden akıp gitti. Bir şeritte amcamı yakaladım. İçimden, “Acaba o da haber aldı mı? O da şimdi içlenip sigara yaktı mı? O da yarın ilk otobüsle memlekete gidecek mi?” dedim. Sabah olur olmaz otobüse bindim. Tesadüf bu ya amcam da belki şimdi buradadır diye oturduğum yerden otobüsü arayıp taradım. Ancak tanıdık hiçbir yüze rastlamadım. Uzun yolculuğu bitirip memlekete vardığımda maalesef geç kalmıştım. Babam, dedemin ve ninemin yattığı yerde yatıyordu. Üstünde yine aynı bıçak… Bıçak gibi değişmeyen amcamın yokluğu… Birkaç saat sonra yok olacak bir matem kalabalığı…

Akşam kalabalık dağıldı. Misafirliğe yerleştim. Dedemin ve amcamın oturduğu yerde dedem ve amcam gibi sigara üstüne sigara yaktım. Gözyaşlarımı içime akıttım. Kapı çaldı. Annem, ahşap bir kutuyla içeri girdi. Gözleri ağlamaktan şişmişti. Hiç konuşmadan kutuyu bana uzattı. Aldım. İçini açtım. İçinde dedemden babama, babamdan bana kalan hatıra eşyalar vardı. Dedemin köstekli saati, gümüş tablası; babamın siyah taşlı yüzüğü, gümüş kolyesi… Benim için en önemlisi elimde tuttuğum şu siyah beyaz fotoğraftı. Amcam, Memduh ve ben yan yanayız. Ağzımız kulaklarımızda. Arkasına, eğik büyük el yazısıyla babam şunları yazmış: “Amcan tepedeki tarlada, en uzun kavağın altında.”


Raşit Korkmaz

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


Ünal Özçelik
Ünal Özçelik
Jan 26, 2023

Sürükleyici bir üslupla yazılmış. Kodlama söylemiyle bir hikayede ilk kez karşılaştım. Tebrikler hocam.

Like
bottom of page