Bize mevsimlerin kapısını annemin elbiseleri açardı. Bereket tanrıçasının masalıyla da o kapıdan içeri girerdik. Elbiselerin desen ve kumaşları, tanrıçayla kızının akıbeti hakkında bize bilgi verirdi. Annemin üstünde çiçek desenli poplin kumaştan elbiseler gördük mü ilkbahara girdiğimizi, tanrıçanın da kızına kavuştuğunu anlardık. Keten elbiseler ise yaz mevsiminin yani tanrıçayla kızının yeryüzünü dolaşıp bereket dağıtığının habercisiydi. Her yeni mevsime girdiğimizde ninem hiç üşenmeden bereket tanrıçasının masalını anlatırdı bize. İkiz kardeşim Hatice’yle masalı can kulağıyla dinler, iliklerimize kadar onu yaşardık. Tanrıçanın acısına, mutluluğuna ortak olurduk. Yeraltı tanrısı, tanrıçanın kızına âşık olup onu yanına kaçırdığında biz de kadınla birlikte kızı aramaya çıkardık. Yolunu bulup gelebilsin diye toprak çatlaklarından, kuyulardan, mağaralardan kıza seslenirdik. Tanrıça, gök tanrısı olan kocasına kızını bulması için yalvardığında Hatice’yle avuçlarımızı açar dua ederdik. Gök tanrısı, yardım etmeyince de kadınla birlikte ona beddualar okurduk. O beddualarla yedi kıtada kıtlık başlardı. İşte o vakit gök tanrısı çaresiz kalır, yeraltı tanrısıyla konuşmaya giderdi. Masalı ezbere bilmemize rağmen yeraltı tanrısının ne söyleyeceğini heyecanla beklerdik. Kızın iki mevsim annesinde, iki mevsim de kendisinin yanında kalmasına razı geldiğinde sevinçten birbirimize sarılırdık. Sonbaharda annemin üzerine giydiği kadifeden elbiseler, tanrıçayla kızının ayrılık vakitlerinin geldiğinin işaretiydi. Ağaçlar yapraklarını döker, kırlardaki otlar sararır, benle Hatice’nin üzerine de bir ayrılık hüzün çökerdi. Tanrıçanın kızına duyduğu hasret, kışın ortasında azardı. Kadının acısı yerle göğü, kar ve fırtınayla birleştirirdi. Annem de bu acıyı gabardin kumaştan, koyu renkli elbiselerle üstünde taşırdı.
Babam bu kumaşları anneme İran’dan getirirdi. Orada tüccar olan bir arkadaşı, kendi özel müşterileri için Hindistan ve Mısır’dan getirttiği kumaşlardan defolu olanları bir köşeye koyar, onları yakın arkadaşlarına uygun bir fiyata satardı. Kumaşlardaki hatalı bir desen baskısı ya da kısa bir iplik kaçması annemin bu güzel kumaşlara sahip olmasını sağlardı. Annem, televizyonda ünlü kadınların üzerinde görüp beğendiği modelleri çizer, terzi Şükran’a verirdi. Verirken de kumaşın defolu yerlerini ona gösterirdi. Şükran da onları elbisenin öyle bir yerine denk getirirdi ki defodan eser kalmazdı. O kumaşlardan arta kalanlarla da benle Hatice’ye birer elbise çıkarırdı. Tüm komşular annemin üstünden su gibi akan, renkleri ve dokusu özel olan bu elbiselere hayranlıkla bakardı. Annem de üstündekileri sergilemeyi iyi bilirdi. Elbisesine uygun kemerler takar, yazmalar bağlardı.
Babam bir kaçakçıydı. Kasabamızdaki diğer erkekler gibi evinin geçimini bu yolla sağlardı. İran’dan gizli yollardan getirdiği tütün ve sigaraları el altından ülkenin dört bir yanına dağıtırdı. Kurak, ot bitmeyen bir kasabada İran gibi bir ülkenin sınırında olmak bizim için büyük bir nimetti. Bu nimetten sadece bizim kasaba değil, komşu köy ve beldeler de yararlanırdı. Kaçakçılıkta iyi para kazanıyorlardı. İşleri rast gitti mi dört beş ay geçimlerini sağlayacak kadar mal getirebiliyorlardı. Ama bazen işler rast gitmezdi. Sınırdan geçerken yakalandıkları, mallarına el konulduğu olurdu. Öyle durumlarda işe bir süreliğine ara verir, ortalık biraz sakinleştikten sonra karargâhlara uzak düşen yollardan kaçak mal getirmeye devam ederlerdi. Yakalanma riskine karşı her evden her defasında bir kişi gönderilirdi. Bizim evde tek erkek babam olduğu için mal getirmeye hep o giderdi. Babam İran’dan dönerken bizim için de hediyeler getirirdi. Ben ve Hatice’ye oyuncaklar, tokalar; nineme, kına ve tespihler, anneme de elbiselik kumaşlar ve takılar alırdı.
Annem sürekli ev ve bahçe işleriyle uğraşırdı. Babam da hiç evde olmazdı. Ya mal getirmeye giderdi ya da kahvehanede olurdu. Bu yüzden ben ve Hatice’yle ninem ilgilenirdi. Bu durumdan hiç şikâyetçi değildim. Ninemin anneminki gibi katı kuralları yoktu. Bir yaramazlık yaptık mı, bize işaret parmağını sallayıp kaşlarını çatardı sadece. Evde bir sakarlık ettik mi, annem görmesin diye bizden önce kusurumuzu o örterdi. Onunla zaman geçirmeyi çok severdim. Bize masallar anlatır; tekerlemeler, bilmeceler öğretirdi. Her gün hiç üşenmeden sabahın köründe kalkar saçlarımızı örer, gece yatmadan önce örüklerimizi açar, kafamız rahatlasın diye parmaklarıyla saç diplerimize masaj yapardı. Sonra da bizi yataklarımıza götürüp masal anlatırdı. Ninemle geçirmeyi sevdiğim zamanların başında saçlarını kınaladığı geceler gelirdi. Pas rengine dönmüş kınalı saçlarının dipleri beyazlayınca sabahtan kına hazırlıklarına başlardı. O gün heyecanla gece olmasını beklerdik. Bize masal anlattıktan sonra banyodaki küçük aynayı ve kınasını getirir, aynanın karşısına oturur, diplerinden başlayarak saçlarına kına yakardı. İşi bittikten sonra da leğeninin bir köşesine, bir avuç kadar bıraktığı kınayı benle Hatice’nin ellerine sürerdi. Kınayı yatağımıza bulaştırmayalım diye ellerimizi bir naylon parçasıyla sarar, onun üzerine de eski bir çift çorap geçirirdi. O gece sabahı zor ederdik. Gece ara ara kalkar, havanın aydınlanıp aydınlanmadığına bakardık. Sabahın ilk ışıklarıyla kendimizi bahçedeki çeşmenin önünde bulurduk. Kınalı ellerimizi buz gibi suyun altında tutar, ellerimizde yer yer kurumuş kınayı tırnaklarımızla kazıyarak çıkartırdık. Hatice’nin elleri her defasında kıpkırmızı olurdu, hatta bazı yerleri siyaha çalardı. Benimkisi ise sarıyla turuncu arası silik bir renk alırdı, o da bir haftayı bulmaz silinip giderdi.
O sene kış uzun sürdü. Ninemin kınası daha bahara girmeden bitti. Sadece ninemin kınası değil, çay ve tütün stokları da tükendi. Kasabadan bir grup, milleti çaysız, tütünsüz mü bırakalım deyip İran’a gitmeye karar verdi. Babam da onlarla yola düştü. Giderken de, size güzel hediyeler getireceğim, diye söz verdi.
Babam İran’a gittiğinde ev bir işkencehaneye dönerdi. Onun yokluğu evin her yerine sinerdi. Babamın oturduğu koltuk, çay içtiği bardak, giydiği elbiseler buz kesilirdi. O buzlar ancak babam geldikten sonra çözülürdü. Babamın gelmesini bekleyen sadece onlar değildi, bazı ziyaretler, bazı yemekler, bazı sohbetler de onun yolunu gözlerdi. O, İran’a gittiğinde eve daha erken gelelim diye tembihlenirdik. Evde erkek yoksa o ev her türlü tehlikeye açık olur, derdi ninem. Bu yüzden de kendince bazı tedbirler alırdı. Karanlık çöktü mü babamın eskimiş bir çift ayakkabısını kapının önüne koyardı. Eski bir ceketini de dış kapının pervazına çaktığımız çiviye asardı. Ve banyonun lambasını sabaha kadar açık tutardı. Böylece babamın evde olma ihtimali bizi tüm tehlikelerden korurdu.
Babamlar gideli yirmi beş gün olmuştu. Gidenlerin bu kadar geç kalındığı daha önce hiç görülmemişti. Büyüklerden bazıları; kardan dolayı yollar kapanmıştır, açılınca gelirler, bazıları da bu sene erken gittiler, orada malların hazırlanmasını bekliyor olabilirler, diyordu. Bu konuşmalarla kendilerini rahatlamaya çalışıyorlardı sadece. Adı konulmayan bir korku herkesin yüreğinde dolaşıyordu. O korku, bizim evde yedi başlı bir yılana dönüştü. Annem, gergin, her şeye sinirlenip köpüren biri oluverdi. Hatice’yle çıkardığımız en ufak sese dahi tahammül edemiyordu. Günde en az on defa azar işitiyorduk. Onun şerrinden nineme sığınıyorduk ama o da elinde tespihle başka âlemlerde dolaşıyordu. Hatice’yle evin içinde parmaklarımızın ucuna basarak gezinmeye başladık. Biz de babamı bekleyen eşyalar gibi evin dip köşelerine çekilip ses çıkarmadan onun gelmesini bekledik.
Bir gün, bir öğle vakti, komşu kadınların saçlarını yola yola ağlayarak kapımızın önünden camiye doğru koştuklarını gördük. Annem ve ninem bir felaket olduğunu hemen anladılar. Onlar da koşanların ardına takıldı. Benle Hatice de bizimkilerin arkasına. Camiye yaklaştıkça çığlıklar büyüyordu. Korkudan Hatice’yle birbirimizin ellini sıkıca tuttuk. Cami avlusu insandan oluşan bir duvarla çepeçevre sarılmıştı. Bu etten duvar, kimseye geçit vermiyordu. Ama ninem o duvarın önüne gelince ona açılıverdi. Onu gören kenara çekildi, biz de onun arkasından içeriye girdik. Avlunun ortasına, yedi insan cesedi yere serilmişti. Yüzleri ve bedenleri kaskatı kesilmiş bu cesetlerden biri babamındı. Ninemin, babamın başına çöküp çığlık atmasıyla annemin bayılıp yere düşmesi bir oldu. Annem, yüzüne atılan su ve kolonyayla ancak kendine gelebildi. O da babamın ayakları dibine çöküp, dövünüp ağlamaya başladı. Kısa bir süre sonra da sustu. Gözleri babamın donmuş bedeninde gezinip durdu. Biz de annemizin yanına oturup ona sokulduk. Hatice’yle birbirimizin elini o kadar çok sıkıyorduk ki neredeyse kemiklerimiz iç içe geçecekti. Etrafımızdaki çember büyüyor, duvar kalınlaşıyordu. Bazen duvar açılıyor, içeriye cesetlerin sahiplerinden biri giriyordu. Yeni gelenin çığlığı, diğerlerinin susmuş çığlıklarını tekrar uyandırıyordu.
Babamlar İran dönüşünde kar fırtınasına yakalanmış. Dağların eteğindeki mağaralara kendilerini zor atabilmişler. Babamla birlikte altı kişi bir mağaraya girmiş. Geri kalanlar da üçer beşerli şekilde diğer mağaralara dağılmış. Babamların kaldığı mağara diğerlerinki kadar korunaklı değilmiş. Her yerinden soğuk alıyormuş. Gece sabaha kadar fırtına devam etmiş. Sabah olunca herkes dışarı çıkmış ama babamların mağarasında hiçbir hareketlilik yokmuş. Merak edip onları kontrol etmeye gittiklerinde yedi kişinin birbirine sokulmuş vaziyette donmuş bedenleriyle karşılaşmışlar. Hayvanları da yola çıkacak durumda değilmiş. Cesetleri kendi atlarının sırtına bindirip yürüyerek ancak günler sonra kasabaya varabilmişler. Tabi babamların ölüm sebebi devlet kayıtlarına bu şekilde geçmedi. İfadesi alınan herkes tek bir ağızdan, yedi kişinin ava gittiğini ve orada soğuktan donduklarını, söyledi.
Babamın ölümünden sonraki günlerde evimizin damına kara bir bayrak çekilmiş gibi insanlar akın akın taziyeye geldi. Her gelenin yüreğinde aynı acı vardı. Acının adı babamdı. Kiminin abisi, kiminin yeğeni, dostu, arkadaşıydı. Acı, annemin bedeninde her gün başka bir renk aldı. Teninde soldu, saçında ağardı, göz altlarında morardı. En sonunda da gözlerini bir çift kuyuya çevirdi. Ben ve Hatice ne zaman o kuyuya baksak içine düştük. Ninem bir defasında, kuyuya düşen çocuklar ölmez, demişti. Ölmüyorduk ama oradan da çıkamıyorduk. Ninem gelip bize yardım eder, diye umut ediyorduk. Ama o da oğlunu, yeraltı tanrısından geri almak için gök tanrısına yalvarıp duruyordu. Gökteki tanrı, onu duysun diye namazdan kalkmıyor, eli açık vaziyette ona sürekli dua ediyordu. Bir süre sonra sabrı tükendi, gök tanrısından umudunu kesti, oğlunu almak için yerin altına indi. Ninemi de babamın yanına gömdük. Hatice’yle her gün onların mezarına gittik. Yollarını bulup yanımıza gelebilsinler diye mezarlarındaki toprak çatlaklarından onlara seslendik.
O sene bereket tanrıçasının kızına kavuştuğunu çiçeklenen ağaçlardan anladık. Annem, baharın kapısını hiç açmadı. Üstündeki kara kışla gezindi. İçindeki acı büyüdükçe bedeni o kışın içinde küçüldü. Benle Hatice, babam ve ninemin geleceğinden emin olduğumuz için elbise dolabından geçen seneki poplin kumaştan çiçekli fistanlarımızı çıkardık. Küçük geldi üstümüze, içine sığamadık. Biz de annem gibi kara kışın içinde kaldık. O sene kış, annemin üstünde günden güne genişlerken bizim üstümüzde daraldıkça daraldı. Babamın ayakkabısı kapını önünde, ceketi çivide kaldı. Banyomuzun lambası hiç kapanmadı.
Reşide Değirmi
Comments